25 Eylül 2011 Pazar

VENDETTA

İlk kez İsveç’de yaşadığı yıllarda duymuştu ‘Vendetta’ sözcüğünü. Önce bunun fonetik olarak kulağa hoş gelen bir şey olduğuna takılmıştı ama, sözcüğün anlamı hiç de hoş değildi galiba. İtalyanca’ydı ve aslında ‘intikam’ anlamına geliyordu. Ne var ki, gündeme gelmesinin asıl nedeni, bu deyimin Sicilya’daki kan davalarını anlatmak için kullanılıyor olmasıydı.

O zamana kadar kan davası gütmenin Türkler’e, ya da Türkiye’nin belirli bölgelerine özgü bir şey olduğunu sanmıştı Cengiz. Kendini bildiğinden beri, kan davası gütmenin bir ilkellik türü olduğunu duyagelmişti. Bu da, onun ‘ilkelliğe dayalı toplumsal olayların yalnızca Türkiye’de olabileceği’ konusunda kendini şartlandırmasına neden olmuştu her halde. Bu seferki kan davasının Sicilya’dan başlayıp önce İtalya’nın Kuzey’ine, oradan da Amerika ve İsveç’e uzanan bir öyküsü vardı ama. Bu biraz şaşırtıcıydı ve ister istemez de, merak uyandırıcı bir olaydı onun için.  

Olayla ilgili gelişmeleri izlemeye çalışırken, ister istemez İsveç basını tek kaynak olmuştu Cengiz için. Expressen ve GT gibi biraz hafif içerikli akşam gazeteleri konuyu günlerce işleyip gündemde tutmuşlardı zaten. Her iki gazetenin de oldukça yetenekli kriminal muhabirleri vardı. Ballandıra ballandıra ve her yönüyle ıcık cıcık etmişlerdi haberi.

Olayın odağında, Sicilya’nın küçük bir köyünde, birbirleriyle sorunlu olan iki aile vardı. 1950’li yıllarda bu ailelerden birine mensup iki kişi, öbür aileden bir kişiyi sıkıştırıp öldürmüş ve böylece yıllar sürecek bir savaşın ilk adımı atılmıştı. Kurban veren taraf kısa süre içinde intikam peşine düşmüş ve bu kez de karşı taraf kendini kurban durumunda bulmuştu tabii. Ondan sonrası ise çok kanlı olmuştu. Sonunda her iki aile de Sicilya’yı terk edip İtalya’nın çeşitli yerlerine yerleşmişti ama bu da çözüm olmamıştı. Her iki taraf da birbirini yerleştikleri yeni kentlerde bulup öldürmeyi sürdürmüştü çünkü. Zaman geçtikçe bu savaş Amerika’ya kadar da uzamış ve her iki taraftan da İtalya’yı yeteri kadar güvenli bulmayıp Amerika’ya kaçanlar da bulunup öldürülmüştü. İlk olayın üzerinden 30 yıla yakın bir zaman geçtikten sonra da, İsveç’e ulaşmıştı Vendetta fırtınası. 4 yıldır Göteborg’da yaşayan ve küçük bir pizza dükkânı işleten son kurbanın kafasına 6 kurşun sıkılmış cesedinin bulunması, böyle vahşet olaylarına hiç alışık olmayan İsveç’de bomba gibi patlamıştı işte.

Bu olayın ayrıntılarını öğrendikçe, ister istemez karşılaştırmalar yapmaya başlamıştı Cengiz. İlk dikkatini çeken, her iki taraftan da öldürülenlerin arasında kadınların bulunmamasıydı. Sonra çocuk kurban olmadığını da fark etmişti. Burada ciddi bir ayrılık çıkıyordu ortaya. Çünkü Türkiye’de, özellikle de Güney Doğu’daki kan davaları sırasında, vuran tarafın kadın-erkek ayırımı yapmadığını hatta çocukları da öldürdüğünü biliyordu. Bu, insanın kafasının fena halde takılacağı bir durumdu. Merak; onu konuyla ilgili araştırma yapmaya, bulabildiği her türlü bilgiyi incelemeye itiyordu yani.

Sonunda, Türkiye’de ve özellikle de Güney Doğu Bölgesi’ndeki kan davalarının tek başına ele alınamayacağı sunucuna varmıştı. Buralarda kısaca ‘töre’ olarak tanımlanan ve yörenin insanlarını bir şeylere zorlayan gelenekler söz konusuydu ki, bu da en az kan davası önemli sonuçlar getiriyordu. Töreye dayalı şiddet olayları bir kere başlayınca, bunun kısa süre içinde bir kan davasına dönüşmesi de kaçınılmaz oluyordu ayrıca. Sanki biri su birikintisine taş atmış gibi oluyordu yani. Yayılan dalgaların ne kadar büyüyeceğini, nerelere gidebileceğini önceden kestirmek mümkün değildi bir anlamda.

Töreden kaynaklanan şiddet olaylarının anlaşılması pek kolay olmayan ‘namus’ kavramları ile bağlantılı olanları ise ne İtalya’da ne de başka bir Batı ülkesinde benzeri olmayan şeylerdi. Örneğin biri bir kıza tecavüz ederse, bu kabul edilemez bir leke olarak kabulleniliyordu. Ama bu lekenin temizlenmesi için benimsenen yöntem, akıl almayacak kadar ilkel ve vahşiceydi. Şerefini korumak isteyen aile, tecavüzcüyü değil, tecavüze uğramış olan kızı öldürüyordu. Böyleye kendini temizlenmiş hissediyordu insanlar. Ailenin içindeki ‘kirlenmiş’ birey ortadan kalkınca, sorun çözülmüş oluyordu yani.

Özellikle Sicilya’daki intikam eylemlerinin, bunların zaman içinde giderek ve kaçınılmaz bir biçimde dönüştüğü kan davalarının en önemli nedenlerinden biri olarak görülen dışarıya bilgi vermek, ihbarcılık ya da itirafçılık yapmak gibi nedenler de, aynı oranda önemli değil gibiydi Güney Doğu Anadolu’da. Mafya’nın kısaca ‘Omerta’ adıyla bilinen konuşma yasağı uygulaması ise Sicilya köylerindeki toplumsal düzenin bir ürünüydü aslında. Giderek de, suç ve çıkar örgütlerinin en katı yasası haline dönüşmüştü. Buna karşılık benzerlikler de vardı. Pusu kurmak, tuzağa düşürmek, asıl hedefin yanı sıra olayla hiç ilgisi olmayanların da ölmesine göz yummak gibi, aslında pek de övünülemeyecek şeylerdi bunlar.

İsveç toplumu ise hiç alışık değildi bu türden olaylara. Kamuoyundaki tartışmalarda, tepkilerin iki temel grupta toplandığı görülüyordu. İntikam duygusunun insanların kontrol edilemez bir dürtüsü olduğunu kabul edenler vardı örneğin. Bunlar sonuçta intikam peşine düşenleri de anlamak gerektiğini düşünüyordu. Ama intikam için yapılayabileceklerin de sınırları olmalıydı. İnsanoğlu, binlerce yıldan beri uygarlaşma yolunda evrim geçirmişti ve artık vahşete izin vermemesinin gerektiğini anlamış olmalıydı. Kısacası, intikamı tüm yaşamı etkisi altına alan bir hedef haline getirmek, uygarlıkla bağdaşmazdı. İkinci grup ise çok daha önceden kesip atıyordu konuyu. Uygarlığın ilk belirtilerinden biri de, intikam duygularından arınmışlık olmalıydı.

Cengiz bu tartışmadaki yerini belirlemekte zorlanmıştı. Aslında gerçek anlamda uygar olan birinin artık intikam peşine düşmemesi gerektiği fikri kulağına hoş geliyordu. Ama bu noktaya ulaşabilmek için, başka konularda da gelişmişlik gerekirdi. Örneğin, bireysel haklar konusunda çok gelişmiş bir toplum düzeni şarttı. Eğer bu yoksa ve birey hakkının elinden alındığı duygusuna kendini kaptırabiliyorsa, o zaman tepki göstermesinin ve bunun giderek alev alev yanan bir intikam isteğine dönüşmesinin engellenmesi çok zor olurdu her halde. Canı yandığında içinde yaşadığı toplumdan anlayış ve yardım bekleyen birinin bunu bulamaması, dayanılması zor bir hayal kırıklığına neden olurdu en azından.  Bunun giderek ısınan ve bir gün fokurdamaya başlayan bir intikam isteğine dönüşmesi riski büyüktü.

Bireylerin eğitilmesi ya da tek tek kendilerini eğitmeleri uygarlık yolunda atılması şart olan adımlardı elbette ki. Ama burada asıl görevin, gerçek anlamda uygar bir ortamı yaratmakla yükümlü toplumsal düzene düştüğüne inanıyordu Cengiz.

Dünyanın bazı yerlerinde bu işi başarmış ülkeler vardı. Sayıları da pek fazla değildi açıkçası. Oralarda insanlar sisteme güveniyor, gerçek bir birey olmanın tüm tadını çıkararak yaşamlarını sürdürüyor, kendini hiç kimseye hatta bizzat sisteme bile ezdirmiyor, aynı zamanda da kimsenin hakkına bulaşmadan yaşıyordu. Açık toplum olmanın en büyük nimetiydi bu elbette ki.

Yine de, mutsuzluklar yaşayabiliyorlardı ama. Ne var ki, bunlar öyle olmayan ülkelerdeki insanların mutsuzluklarıyla karşılaştırıldığında önemsizleşiyordu. Hiçbir tersliğin olmadığı, her şeyin tam olması gerektiği gibi olduğu bir yer kavramı, ancak din kitaplarında vardı galiba.

Vendetta’dan yola çıkmak sonunda Cengiz’i olası yanıtları açısından çok ürkütücü bir soruyla karşı karşıya getirmişti yani.

Geleceğin dünyası nasıl şekillenecekti acaba?     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder