İlk kez İsveç’de yaşadığı yıllarda duymuştu
‘Vendetta’ sözcüğünü. Önce bunun fonetik olarak kulağa hoş gelen bir şey
olduğuna takılmıştı ama, sözcüğün anlamı hiç de hoş değildi galiba.
İtalyanca’ydı ve aslında ‘intikam’ anlamına geliyordu. Ne var ki, gündeme
gelmesinin asıl nedeni, bu deyimin Sicilya’daki kan davalarını anlatmak için
kullanılıyor olmasıydı.
O zamana kadar kan davası gütmenin
Türkler’e, ya da Türkiye’nin belirli bölgelerine özgü bir şey olduğunu sanmıştı
Cengiz. Kendini bildiğinden beri, kan davası gütmenin bir ilkellik türü
olduğunu duyagelmişti. Bu da, onun ‘ilkelliğe dayalı toplumsal olayların
yalnızca Türkiye’de olabileceği’ konusunda kendini şartlandırmasına neden
olmuştu her halde. Bu seferki kan davasının Sicilya’dan başlayıp önce
İtalya’nın Kuzey’ine, oradan da Amerika ve İsveç’e uzanan bir öyküsü vardı ama.
Bu biraz şaşırtıcıydı ve ister istemez de, merak uyandırıcı bir olaydı onun
için.
Olayla ilgili gelişmeleri izlemeye
çalışırken, ister istemez İsveç basını tek kaynak olmuştu Cengiz için.
Expressen ve GT gibi biraz hafif içerikli akşam gazeteleri konuyu günlerce
işleyip gündemde tutmuşlardı zaten. Her iki gazetenin de oldukça yetenekli
kriminal muhabirleri vardı. Ballandıra ballandıra ve her yönüyle ıcık cıcık etmişlerdi
haberi.
Olayın odağında, Sicilya’nın küçük bir
köyünde, birbirleriyle sorunlu olan iki aile vardı. 1950’li yıllarda bu
ailelerden birine mensup iki kişi, öbür aileden bir kişiyi sıkıştırıp öldürmüş
ve böylece yıllar sürecek bir savaşın ilk adımı atılmıştı. Kurban veren taraf
kısa süre içinde intikam peşine düşmüş ve bu kez de karşı taraf kendini kurban
durumunda bulmuştu tabii. Ondan sonrası ise çok kanlı olmuştu. Sonunda her iki
aile de Sicilya’yı terk edip İtalya’nın çeşitli yerlerine yerleşmişti ama bu da
çözüm olmamıştı. Her iki taraf da birbirini yerleştikleri yeni kentlerde bulup
öldürmeyi sürdürmüştü çünkü. Zaman geçtikçe bu savaş Amerika’ya kadar da uzamış
ve her iki taraftan da İtalya’yı yeteri kadar güvenli bulmayıp Amerika’ya
kaçanlar da bulunup öldürülmüştü. İlk olayın üzerinden 30 yıla yakın bir zaman
geçtikten sonra da, İsveç’e ulaşmıştı Vendetta fırtınası. 4 yıldır Göteborg’da
yaşayan ve küçük bir pizza dükkânı işleten son kurbanın kafasına 6 kurşun
sıkılmış cesedinin bulunması, böyle vahşet olaylarına hiç alışık olmayan
İsveç’de bomba gibi patlamıştı işte.
Bu olayın ayrıntılarını öğrendikçe, ister
istemez karşılaştırmalar yapmaya başlamıştı Cengiz. İlk dikkatini çeken, her
iki taraftan da öldürülenlerin arasında kadınların bulunmamasıydı. Sonra çocuk
kurban olmadığını da fark etmişti. Burada ciddi bir ayrılık çıkıyordu ortaya.
Çünkü Türkiye’de, özellikle de Güney Doğu’daki kan davaları sırasında, vuran
tarafın kadın-erkek ayırımı yapmadığını hatta çocukları da öldürdüğünü biliyordu.
Bu, insanın kafasının fena halde takılacağı bir durumdu. Merak; onu konuyla
ilgili araştırma yapmaya, bulabildiği her türlü bilgiyi incelemeye itiyordu
yani.
Sonunda, Türkiye’de ve özellikle de Güney
Doğu Bölgesi’ndeki kan davalarının tek başına ele alınamayacağı sunucuna
varmıştı. Buralarda kısaca ‘töre’ olarak tanımlanan ve yörenin insanlarını bir
şeylere zorlayan gelenekler söz konusuydu ki, bu da en az kan davası önemli
sonuçlar getiriyordu. Töreye dayalı şiddet olayları bir kere başlayınca, bunun kısa
süre içinde bir kan davasına dönüşmesi de kaçınılmaz oluyordu ayrıca. Sanki
biri su birikintisine taş atmış gibi oluyordu yani. Yayılan dalgaların ne kadar
büyüyeceğini, nerelere gidebileceğini önceden kestirmek mümkün değildi bir
anlamda.
Töreden kaynaklanan şiddet olaylarının
anlaşılması pek kolay olmayan ‘namus’ kavramları ile bağlantılı olanları ise ne
İtalya’da ne de başka bir Batı ülkesinde benzeri olmayan şeylerdi. Örneğin biri
bir kıza tecavüz ederse, bu kabul edilemez bir leke olarak kabulleniliyordu.
Ama bu lekenin temizlenmesi için benimsenen yöntem, akıl almayacak kadar ilkel
ve vahşiceydi. Şerefini korumak isteyen aile, tecavüzcüyü değil, tecavüze
uğramış olan kızı öldürüyordu. Böyleye kendini temizlenmiş hissediyordu
insanlar. Ailenin içindeki ‘kirlenmiş’ birey ortadan kalkınca, sorun çözülmüş
oluyordu yani.
Özellikle Sicilya’daki intikam
eylemlerinin, bunların zaman içinde giderek ve kaçınılmaz bir biçimde dönüştüğü
kan davalarının en önemli nedenlerinden biri olarak görülen dışarıya bilgi
vermek, ihbarcılık ya da itirafçılık yapmak gibi nedenler de, aynı oranda
önemli değil gibiydi Güney Doğu Anadolu’da. Mafya’nın kısaca ‘Omerta’ adıyla
bilinen konuşma yasağı uygulaması ise Sicilya köylerindeki toplumsal düzenin
bir ürünüydü aslında. Giderek de, suç ve çıkar örgütlerinin en katı yasası
haline dönüşmüştü. Buna karşılık benzerlikler de vardı. Pusu kurmak, tuzağa
düşürmek, asıl hedefin yanı sıra olayla hiç ilgisi olmayanların da ölmesine göz
yummak gibi, aslında pek de övünülemeyecek şeylerdi bunlar.
İsveç toplumu ise hiç alışık değildi bu
türden olaylara. Kamuoyundaki tartışmalarda, tepkilerin iki temel grupta
toplandığı görülüyordu. İntikam duygusunun insanların kontrol edilemez bir
dürtüsü olduğunu kabul edenler vardı örneğin. Bunlar sonuçta intikam peşine
düşenleri de anlamak gerektiğini düşünüyordu. Ama intikam için
yapılayabileceklerin de sınırları olmalıydı. İnsanoğlu, binlerce yıldan beri
uygarlaşma yolunda evrim geçirmişti ve artık vahşete izin vermemesinin
gerektiğini anlamış olmalıydı. Kısacası, intikamı tüm yaşamı etkisi altına alan
bir hedef haline getirmek, uygarlıkla bağdaşmazdı. İkinci grup ise çok daha
önceden kesip atıyordu konuyu. Uygarlığın ilk belirtilerinden biri de, intikam
duygularından arınmışlık olmalıydı.
Cengiz bu tartışmadaki yerini belirlemekte
zorlanmıştı. Aslında gerçek anlamda uygar olan birinin artık intikam peşine
düşmemesi gerektiği fikri kulağına hoş geliyordu. Ama bu noktaya ulaşabilmek
için, başka konularda da gelişmişlik gerekirdi. Örneğin, bireysel haklar
konusunda çok gelişmiş bir toplum düzeni şarttı. Eğer bu yoksa ve birey
hakkının elinden alındığı duygusuna kendini kaptırabiliyorsa, o zaman tepki
göstermesinin ve bunun giderek alev alev yanan bir intikam isteğine
dönüşmesinin engellenmesi çok zor olurdu her halde. Canı yandığında içinde
yaşadığı toplumdan anlayış ve yardım bekleyen birinin bunu bulamaması,
dayanılması zor bir hayal kırıklığına neden olurdu en azından. Bunun giderek ısınan ve bir gün fokurdamaya
başlayan bir intikam isteğine dönüşmesi riski büyüktü.
Bireylerin eğitilmesi ya da tek tek
kendilerini eğitmeleri uygarlık yolunda atılması şart olan adımlardı elbette
ki. Ama burada asıl görevin, gerçek anlamda uygar bir ortamı yaratmakla yükümlü
toplumsal düzene düştüğüne inanıyordu Cengiz.
Dünyanın bazı yerlerinde bu işi başarmış
ülkeler vardı. Sayıları da pek fazla değildi açıkçası. Oralarda insanlar
sisteme güveniyor, gerçek bir birey olmanın tüm tadını çıkararak yaşamlarını
sürdürüyor, kendini hiç kimseye hatta bizzat sisteme bile ezdirmiyor, aynı
zamanda da kimsenin hakkına bulaşmadan yaşıyordu. Açık toplum olmanın en büyük
nimetiydi bu elbette ki.
Yine de, mutsuzluklar yaşayabiliyorlardı
ama. Ne var ki, bunlar öyle olmayan ülkelerdeki insanların mutsuzluklarıyla
karşılaştırıldığında önemsizleşiyordu. Hiçbir tersliğin olmadığı, her şeyin tam
olması gerektiği gibi olduğu bir yer kavramı, ancak din kitaplarında vardı
galiba.
Vendetta’dan yola çıkmak sonunda Cengiz’i
olası yanıtları açısından çok ürkütücü bir soruyla karşı karşıya getirmişti
yani.
Geleceğin dünyası nasıl şekillenecekti
acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder