4 Eylül 2011 Pazar

KUŞBEYAZ NEDEN YAZILDI?

1970’lerin başlarından 1982 sonuna kadar, Hürriyet’in İskandinav ülkelerinde temsilcisi olarak görev yaptım. O zamanlar gazete yönetimleri  de haberciliğe ciddi olarak yaklaştığı için; göreve başlarken beni İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya ve İzlanda hükümetleri nezdinde “akredite” edilmiştim ve maaşım, düzenli olarak Türkiye’den transfer ediliyordu. Hürriyet İskandinavya Bürosu’nu, bu ülkelerin ortasında kalan İsveç’de kurmuştum.

1977’de, Hürriyet’deki görevime ek olarak, İsveç Radyosu’nun Türkçe yayın yapan bölümünde yapıcı/programcı olarak da çalışmaya başladım ve bu, 1982 sonunda Türkiye’ye çağrılıp Hürriyet Dış Haberler Şefi olarak atanmama kadar sürdü.

1986 Şubat’ının son günü, dünyayı ayağa kaldıran ve benim de kaderimi değiştiren bir gün oldu.

1 Mart sabahı gazeteye, Gündem Toplantısı’na hazırlanmak için geldiğimde; masamın üzerinde uluslararası haber ajanslarının flaş olarak geçtikleri koca bir teleks tomarı vardı.

Biri, İsveç Başbakanı Olof Palme’yi öldürmüştü!

Türkiye’ye döndükten sonra ona İsveç’in nasıl bir ülke olduğunu soran herkese, hep aynı şeyi söylemiştim. 

“Salaklık derecesinde temiz, yalan söyleyemeyen, demokrasiye gerçekten inanmış, güzel insanların ülkesi nasıl olur bir hayal edin. İsveç, öyle bir yer işte. Keşke tüm dünya böyle olabilseydi. Ne yazık ki, İskandinavya dışına çıktığınız anda böyle insanlardan hiç kalmıyor ortalıkta. O zaman da, tüm saflıkları ve iyi niyetleriyle birer kurbanlık haline gelmeleri kaçınılmaz oluyor İsveçliler’in. Zaten sırf o nedenle onları tanımlarken ‘salaklık derecesinde temiz’ diyorum.”

Ve işte bu ülkenin başbakanı öldürülmüştü.

Bu müthiş bir şeydi. Herhangi bir ülkenin başbakanının öldürülmesinden çok daha müthiş bir şeydi. İnsanın ‘birey’ olmanın anlamını gerçekten kavrayarak ve tadını çıkara çıkara yaşadığı bir ülkenin başbakanıydı öldürülen. İnsanların; kim olurlarsa olsunlar konuşurken birbirlerine ‘sen’ diye hitap ettikleri bir ülkenin başbakanıydı o. Öğlen paydosunda; tüm öteki önemli kişiler gibi Başbakanlık Binası’ndan tek başına ve yürüyerek çıkıp kent merkezinde sosisli sandviç satan bir büfenin önünde herkesle birlikte kuyruğa giren biriydi öldürülen. Gündüz kent sokaklarında bisikletle gezerken görebileceğiniz, gece geç saatte Başbakanlık Binası’ndan kendi kullandığı otomobille evine giderken polis tarafından durdurulan, ehliyetini makam odasında unuttuğunu fark ettiğinde de, yürüyerek geri gidip getiren ve bunun için kesilen cezayı gıkını bile çıkarmadan ödeyen biri. Ve yaşamının son akşamında, sevgili karısı Lisbeth Palme ile birlikte evinden çıkıp metroyla sinemaya giden bir Başbakan’dı söz konusu olan.

Tanrım, gerçekten de müthiş bir şeydi olan.

Karanlık eller, kendini korumasız gezecek kadar güvende hisseden çok önemli birini öldürmüştü. Asıl korkuncu ise onunla birlikte son vahanın da ölüyor almasıydı. Terör olgusunun her gün biraz daha yaşanamaz hale getirdiği koca dünyadaki tek vahanın da sonu demekti bu.

Vietnam Savaşı sırasında Amerika’ya, iki ülkenin siyasi ilişkilerinin kesilmesi pahasına kafa tutmayı başaran biriydi Olof Palme. Savaşa gitmemeyi seçen genç Amerikalılar’a İsveç’in kapılarını açmış, ülkesinde küçük bir ‘Vietnam Kaçakları Topluluğu’ oluşmasına fırsat vermişti. Dünyanın kesin çizgilerle bloklara bölündüğü bir zaman diliminde ‘bloksuz kalmak’ için uğraş vermiş ve bunu başarmıştı.

Ama artık Palme yoktu. Soğuk bir Stockholm gecesinde, kentin en büyük caddelerinden birinde karısıyla yürürken arkadan sokulan biri onu ensesinden vurup öldürmüştü.

Adli tıp raporu, Başbakan’ın daha yere düşmeden ölmüş olduğunu söylüyordu. Katili, dehşet içindeki karısı Lisbeth Palme’ye şöyle bir bakıp kaçmıştı ondan sonra. Tam bir profesyonellikle hareket ettiği belliydi. Kullandığı büyük çaplı tabanca da, profesyonelliğinin kanıtıydı zaten. 357 Magnum mermi, İsveç Başbakanı’nın iç organlarını parça parça etmişti.

Vaha kurumuştu.

Derhal İsveç’e gitmem gerektiğini karar vermiştim o anda.

Ama önemli bir sorun vardı karşımda. Hürriyet’in patronu Erol Simavi, bir süreden beri yönetimi oğluna devretmişti ve o da benden hiç hazzetmiyordu nedense. Bunda, Çetin Emeç ekibinden olmamın rolü olduğunu biliyordum. Çetin Bey istifa edip başka bir gazeteye gitmiş, geride pek de hoşlanılmayan ben ve birkaç  kişi kalmıştı. Suikastle ilgili olarak İsveç’e gitmek istememe de olumsuz yanıt gelmişti yönetimden.

Aynı gün Hürriyet’ten istifa ettim.

Gerisi formaliteydi.

Tazminatımı almış, borçlarımı kapatmış, İsveç’in İstanbul Başkonsolosluğu’nda görevli dostlarım yardımıyla vize işlerini üç gün içinde halletmiş ve karımla onun ilk evliliğinden olma iki oğlunu alıp, 7 bavul, kafesi içinde bir beyaz güvencin ve cebimde 700 Dolar parayla Stockholm uçağına binmiştim.

Tek güvendiğim; o sıralar Türkiye’de bulunan bir arkadaşımdan, onun Stockholm’deki evinin anahtarını almış olmamdı. Bir süre için yatacak yerimiz olacaktı hiç olmazsa.

Kendimi 2 yıldan fazla sürecek bir maceranın tam göbeğine attığımı bilmiyordum tabii.

Yaklaşık bir yıl dayanabildim benim için olduğundan çok karım ve çocuklar olağanüstü zor olan koşullara. Ama kader ağını örmüştü bir kere. Hürriyet’de yönetim yine değişmiş, Erol Simavi işe el koymuş ve Çetin Emeç’i de tekrar gazetenin başına getirmişti. Bir anda kendimi Almanya’da, Frankfurt’taki Hürriyet Avrupa Merkezi’nde buldum.

Palme öldürüleli bir yılı geçmişti. Sistemden kaynaklanan gariplikler nedeniyle, katilinin bulunması imkansız gibi görünüyordu. Ben de kendimi başka işlere vermiştim. İyi de gidiyordu hani. Ta ki, Danimarka’dan telefon ve kendini Polis tercümanı olarak tanıtan biri, elinde olduğunu iddia ettiği resmi belgeleri ve Palme’nin katilinin fotoğrafını, para karşılığı Hürriyet’e satmak isteyene kadar.

Sonuçta; gazetenin “İsveç PKK’lı Hasan’ı Arıyor!” manşetiyle duyurduğu  bu gelişme, “Hürriyet” adının bütün dünyaya  yayılmasına ve kişisel olarak da hayatın benim için bayağı zorlaşmasına neden oldu. Ama şikayet etmiyordum.

Sonra, daha da önemli bir şey oldu. Hürriyet Merkez Ofisi’ne bizzat gelen bir adam, kendini örgütün bir Avrupa ülkesindeki temsilcisi olarak tanıttı. Onun da satacak bir şeyleri vardı ve şaka değil 2 milyon Alman Markı istiyordu. Ama satmak istediği de öyle şaka sayılmazdı. Elindekinin, bizzat Abdullah Öcalan tarafından imzalanmış bir belge olduğu söylüyordu.  

İsveç Başbakanı Olof Palme’nin ölüm emriydi bu.

Kuşbeyaz’ın ana karakterlerinden biri, işte bu eski örgüt mensubu. Biri de benim tabii. Ama yazarken kendimden bir “üçüncü şahıs” olarak söz ettiğimi belirtmem gerek. İsimlerle ufak tefek oynadım gerçi ama; eminim hepiniz hepsini tanıyacaksınız.

Bitirmeden söylemem gereken bir şey daha var ama. Kitap şu anda piyasada ve adı da, berim istediğim gibi “Kuşbeyaz” değil “Olof Palme Cinayeti – Kuşbeyaz” olmuş. Gerçi piyasada dedim ama aramayın boşuna bulamazsınız. Eminim dağıtım sorununun ne olduğunu hepiniz biliyorsunuz zaten.

Peki ne oldu da benim istemediğim bir adla  ve dağıtımının üstesinden gelemeyen bir yayıncı aracılığıyla çıktı?

Aslında kitabı ilk yolladığım yayıncı Doğan Kitap’tı. Öyle ya, konusu neredeyse tümüyle Hürriyet çerçevesinde geçen bir kitabı başka kim basabilirdi ki? Ama; camiadan edebiyat konusunda otorite olan birilerinin ısrarla bastırmasına rağmen, iş uzadıkça uzadı. Tam o aralar, Doğan Kitap’da editör değişiklikleri oldu. Sonra da biri bana “benden duymuş olma ama bu kitabı basamayız, haberin olsun” dedi.

Neden biliyor musunuz?

Kuşbeyaz, Hürriyetin eski sahibi Erol Simavi’yi çok övüp göklere çıkarıyormuş. 

Tam başka bir yayıncı peşine düşmüştüm ki, 2010 yılının Ocak ayında bir beyin kanaması geçirdim. Ortaya çıkan tek sorun, kanamanın tam da beynimin konuşma ve yazma merkezinde olmasıydı. 3 ay hiç konuşamadım. Yazma konusunda hala sorularım var. Harfler karışıyor zaman zaman.

Biraz da “Ulan bu kitap çıkmadan ölmeyeyim bari” değim için, kitabın adının da kapağının da değişmesine itiraz edemedim. Halt ettiğimi şimdi anlıyorum.

Bu Blog’u kullanarak, dostlarıma Kuşbeyaz’ın “mutlaka bilmeleri gerektiğini” düşündüğüm bölümlerini göndermeyi planlıyorum. Yok illa “kitabı elimizde istiyoruz” diyenleriniz olursa, siz de başkaları gibi yapıp benden isteyin artık:

Buraya kadar okuduğunuz için teşekkürlerimle.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder