1970’lerin başlarından 1982 sonuna kadar,
Hürriyet’in İskandinav ülkelerinde temsilcisi olarak görev yaptım. O zamanlar
gazete yönetimleri de haberciliğe ciddi
olarak yaklaştığı için; göreve başlarken beni İsveç, Norveç, Danimarka,
Finlandiya ve İzlanda hükümetleri nezdinde “akredite” edilmiştim ve maaşım,
düzenli olarak Türkiye’den transfer ediliyordu. Hürriyet İskandinavya
Bürosu’nu, bu ülkelerin ortasında kalan İsveç’de kurmuştum.
1977’de, Hürriyet’deki görevime ek olarak,
İsveç Radyosu’nun Türkçe yayın yapan bölümünde yapıcı/programcı olarak da
çalışmaya başladım ve bu, 1982 sonunda Türkiye’ye çağrılıp Hürriyet Dış
Haberler Şefi olarak atanmama kadar sürdü.
1986 Şubat’ının son günü, dünyayı ayağa
kaldıran ve benim de kaderimi değiştiren bir gün oldu.
1 Mart sabahı gazeteye, Gündem
Toplantısı’na hazırlanmak için geldiğimde; masamın üzerinde uluslararası haber
ajanslarının flaş olarak geçtikleri koca bir teleks tomarı vardı.
Biri, İsveç Başbakanı Olof Palme’yi
öldürmüştü!
Türkiye’ye döndükten sonra ona İsveç’in
nasıl bir ülke olduğunu soran herkese, hep aynı şeyi söylemiştim.
“Salaklık derecesinde temiz, yalan
söyleyemeyen, demokrasiye gerçekten inanmış, güzel insanların ülkesi nasıl olur
bir hayal edin. İsveç, öyle bir yer işte. Keşke tüm dünya böyle olabilseydi. Ne
yazık ki, İskandinavya dışına çıktığınız anda böyle insanlardan hiç kalmıyor
ortalıkta. O zaman da, tüm saflıkları ve iyi niyetleriyle birer kurbanlık
haline gelmeleri kaçınılmaz oluyor İsveçliler’in. Zaten sırf o nedenle onları
tanımlarken ‘salaklık derecesinde temiz’ diyorum.”
Ve işte bu ülkenin başbakanı öldürülmüştü.
Bu müthiş bir şeydi. Herhangi bir ülkenin
başbakanının öldürülmesinden çok daha müthiş bir şeydi. İnsanın ‘birey’ olmanın
anlamını gerçekten kavrayarak ve tadını çıkara çıkara yaşadığı bir ülkenin
başbakanıydı öldürülen. İnsanların; kim olurlarsa olsunlar konuşurken
birbirlerine ‘sen’ diye hitap ettikleri bir ülkenin başbakanıydı o. Öğlen
paydosunda; tüm öteki önemli kişiler gibi Başbakanlık Binası’ndan tek başına ve
yürüyerek çıkıp kent merkezinde sosisli sandviç satan bir büfenin önünde
herkesle birlikte kuyruğa giren biriydi öldürülen. Gündüz kent sokaklarında
bisikletle gezerken görebileceğiniz, gece geç saatte Başbakanlık Binası’ndan
kendi kullandığı otomobille evine giderken polis tarafından durdurulan,
ehliyetini makam odasında unuttuğunu fark ettiğinde de, yürüyerek geri gidip
getiren ve bunun için kesilen cezayı gıkını bile çıkarmadan ödeyen biri. Ve
yaşamının son akşamında, sevgili karısı Lisbeth Palme ile birlikte evinden
çıkıp metroyla sinemaya giden bir Başbakan’dı söz konusu olan.
Tanrım, gerçekten de müthiş bir şeydi olan.
Karanlık eller, kendini korumasız gezecek
kadar güvende hisseden çok önemli birini öldürmüştü. Asıl korkuncu ise onunla
birlikte son vahanın da ölüyor almasıydı. Terör olgusunun her gün biraz daha
yaşanamaz hale getirdiği koca dünyadaki tek vahanın da sonu demekti bu.
Vietnam Savaşı sırasında Amerika’ya, iki
ülkenin siyasi ilişkilerinin kesilmesi pahasına kafa tutmayı başaran biriydi
Olof Palme. Savaşa gitmemeyi seçen genç Amerikalılar’a İsveç’in kapılarını
açmış, ülkesinde küçük bir ‘Vietnam Kaçakları Topluluğu’ oluşmasına fırsat
vermişti. Dünyanın kesin çizgilerle bloklara bölündüğü bir zaman diliminde
‘bloksuz kalmak’ için uğraş vermiş ve bunu başarmıştı.
Ama artık Palme yoktu. Soğuk bir Stockholm
gecesinde, kentin en büyük caddelerinden birinde karısıyla yürürken arkadan
sokulan biri onu ensesinden vurup öldürmüştü.
Adli tıp raporu, Başbakan’ın daha yere
düşmeden ölmüş olduğunu söylüyordu. Katili, dehşet içindeki karısı Lisbeth
Palme’ye şöyle bir bakıp kaçmıştı ondan sonra. Tam bir profesyonellikle hareket
ettiği belliydi. Kullandığı büyük çaplı tabanca da, profesyonelliğinin
kanıtıydı zaten. 357 Magnum mermi, İsveç Başbakanı’nın iç organlarını parça
parça etmişti.
Vaha kurumuştu.
Derhal İsveç’e gitmem gerektiğini karar
vermiştim o anda.
Ama önemli bir sorun vardı karşımda.
Hürriyet’in patronu Erol Simavi, bir süreden beri yönetimi oğluna devretmişti
ve o da benden hiç hazzetmiyordu nedense. Bunda, Çetin Emeç ekibinden olmamın
rolü olduğunu biliyordum. Çetin Bey istifa edip başka bir gazeteye gitmiş,
geride pek de hoşlanılmayan ben ve birkaç
kişi kalmıştı. Suikastle ilgili olarak İsveç’e gitmek istememe de
olumsuz yanıt gelmişti yönetimden.
Aynı gün Hürriyet’ten istifa ettim.
Gerisi formaliteydi.
Tazminatımı almış, borçlarımı kapatmış,
İsveç’in İstanbul Başkonsolosluğu’nda görevli dostlarım yardımıyla vize
işlerini üç gün içinde halletmiş ve karımla onun ilk evliliğinden olma iki
oğlunu alıp, 7 bavul, kafesi içinde bir beyaz güvencin ve cebimde 700 Dolar
parayla Stockholm uçağına binmiştim.
Tek güvendiğim; o sıralar Türkiye’de
bulunan bir arkadaşımdan, onun Stockholm’deki evinin anahtarını almış olmamdı.
Bir süre için yatacak yerimiz olacaktı hiç olmazsa.
Kendimi 2 yıldan fazla sürecek bir
maceranın tam göbeğine attığımı bilmiyordum tabii.
Yaklaşık bir yıl dayanabildim benim için
olduğundan çok karım ve çocuklar olağanüstü zor olan koşullara. Ama kader ağını
örmüştü bir kere. Hürriyet’de yönetim yine değişmiş, Erol Simavi işe el koymuş
ve Çetin Emeç’i de tekrar gazetenin başına getirmişti. Bir anda kendimi
Almanya’da, Frankfurt’taki Hürriyet Avrupa Merkezi’nde buldum.
Palme öldürüleli bir yılı geçmişti.
Sistemden kaynaklanan gariplikler nedeniyle, katilinin bulunması imkansız gibi
görünüyordu. Ben de kendimi başka işlere vermiştim. İyi de gidiyordu hani. Ta
ki, Danimarka’dan telefon ve kendini Polis tercümanı olarak tanıtan biri,
elinde olduğunu iddia ettiği resmi belgeleri ve Palme’nin katilinin
fotoğrafını, para karşılığı Hürriyet’e satmak isteyene kadar.
Sonuçta; gazetenin “İsveç PKK’lı Hasan’ı
Arıyor!” manşetiyle duyurduğu bu
gelişme, “Hürriyet” adının bütün dünyaya yayılmasına ve kişisel olarak da hayatın benim
için bayağı zorlaşmasına neden oldu. Ama şikayet etmiyordum.
Sonra, daha da önemli bir şey oldu.
Hürriyet Merkez Ofisi’ne bizzat gelen bir adam, kendini örgütün bir Avrupa
ülkesindeki temsilcisi olarak tanıttı. Onun da satacak bir şeyleri vardı ve
şaka değil 2 milyon Alman Markı istiyordu. Ama satmak istediği de öyle şaka
sayılmazdı. Elindekinin, bizzat Abdullah Öcalan tarafından imzalanmış bir belge
olduğu söylüyordu.
İsveç Başbakanı Olof Palme’nin ölüm emriydi
bu.
Kuşbeyaz’ın ana karakterlerinden biri, işte
bu eski örgüt mensubu. Biri de benim tabii. Ama yazarken kendimden bir “üçüncü
şahıs” olarak söz ettiğimi belirtmem gerek. İsimlerle ufak tefek oynadım gerçi
ama; eminim hepiniz hepsini tanıyacaksınız.
Bitirmeden söylemem gereken bir şey daha
var ama. Kitap şu anda piyasada ve adı da, berim istediğim gibi “Kuşbeyaz”
değil “Olof Palme Cinayeti – Kuşbeyaz” olmuş. Gerçi piyasada dedim ama aramayın
boşuna bulamazsınız. Eminim dağıtım sorununun ne olduğunu hepiniz biliyorsunuz
zaten.
Peki ne oldu da benim istemediğim bir
adla ve dağıtımının üstesinden gelemeyen
bir yayıncı aracılığıyla çıktı?
Aslında kitabı ilk yolladığım yayıncı Doğan
Kitap’tı. Öyle ya, konusu neredeyse tümüyle Hürriyet çerçevesinde geçen bir
kitabı başka kim basabilirdi ki? Ama; camiadan edebiyat konusunda otorite olan
birilerinin ısrarla bastırmasına rağmen, iş uzadıkça uzadı. Tam o aralar, Doğan
Kitap’da editör değişiklikleri oldu. Sonra da biri bana “benden duymuş olma ama
bu kitabı basamayız, haberin olsun” dedi.
Neden biliyor musunuz?
Kuşbeyaz, Hürriyetin eski sahibi Erol
Simavi’yi çok övüp göklere çıkarıyormuş.
Tam başka bir yayıncı peşine düşmüştüm ki, 2010
yılının Ocak ayında bir beyin kanaması geçirdim. Ortaya çıkan tek sorun,
kanamanın tam da beynimin konuşma ve yazma merkezinde olmasıydı. 3 ay hiç
konuşamadım. Yazma konusunda hala sorularım var. Harfler karışıyor zaman zaman.
Biraz da “Ulan bu kitap çıkmadan ölmeyeyim
bari” değim için, kitabın adının da kapağının da değişmesine itiraz edemedim.
Halt ettiğimi şimdi anlıyorum.
Bu Blog’u kullanarak, dostlarıma Kuşbeyaz’ın
“mutlaka bilmeleri gerektiğini” düşündüğüm bölümlerini göndermeyi planlıyorum.
Yok illa “kitabı elimizde istiyoruz” diyenleriniz olursa, siz de başkaları gibi
yapıp benden isteyin artık:
Buraya kadar okuduğunuz için
teşekkürlerimle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder