17 Eylül 2011 Cumartesi

SINIR MI, O DA NE?

8‘e çeyrek kala otelin lobisindeydi. Reşad da inmiş onu bekliyordu zaten. Yine bir blucin ve tişört giymişti. Ama elinde de ince bir mont vardı. Cengiz sonra onun öbür elindeki küçük çantayı da gördü. Ufak tefek şeylerin taşındığı el çantalarından biriydi bu. Silah onun içinde olmalıydı. Doğrusu Reşad’ın bu yolculuğa silahsız çakacağını hiç düşünmemişti zaten.

Citreon’e binip birlikte gazeteye gittiler. Sonra da arabayı değiştirip yola çıktılar. Hava çok sıcaktı ve BMW’nin kliması gürül gürül çalışıyordu iyi ki. Daha otobana çıkar çıkmaz da, araba seçiminin doğru olduğunu anlamıştı Cengiz. Ok gibi gidiyordu doğrusu. Reşad da arkasına yaslanmış düşünüyordu durmadan. Endişeli olduğu belliydi. Bir taraftan da iki koltuğun arasındaki telefona bakıyordu kaçamak gözlerle.

“Bunu özel olarak senin için ayarladım Reşad,” dedi Cengiz, “Eğer telefon etmek gerekirse aramak zorunda kalmayalım diye.”

“Sağlam mıdır bu telefon Cengiz ağbi. Yani dinleyen filan olmaz mı demek istedim.”

“Bence sağlamdır Reşad. Çünkü bu kiralık bir araba, telefonda da öyle. Şu anda bu telefonun bizde olduğunu ancak kiralama şirketi bilir o kadar.”

“İyi o zaman Cengiz ağbi. Çünkü gerçekten de işe yarayabilir yani.”

Heidelberg yakınlarında bir benzinciye girdi Cengiz. En azından onun karnı acıkmıştı. Ama anladı ki, Reşad da farklı bir durumda değildi. Yarım saatten biraz fazla oturup karınlarını doyurdular. Sonra da yine yola koyuldular. Freiburg’a, yani Alman topraklarındaki son kente yaklaşıyorlardı ve Cengiz, Reşad’ın sınırda ne yapacağını çok merak ediyordu doğrusu. Bir taraftan da, İsviçre’ye girer girmez, daha gümrükten çıkmadan BMW’ye bir otoban belgesi alması gerektiğini düşünüyordu. İsviçre’de otobanlar paralıydı, pek çok başka Avrupa ülkesinde de olduğu gibi. Ama Fransa ve İtalya’da yol üstündeki gişelerde para ödeniyordu, İsviçre ise parayı yılda bir kere satın alınıp ön cama yapıştırılan bir belgeyle tahsil ediyordu. Yani yılda bir kez 20 Frank ödeyen, rahatlıkla kullanabiliyordu otobanları. Ön camına bu belgeden yapıştırılmamış arabalara ise yüzlerce Frank ceza kesiyordu polis.

“Buradan çıkıyoruz Cengiz ağbi!” dedi Reşat aniden.

Freiburg çıkışındaydılar. Hâlbuki İsviçre’ye gitmek için otobandan devam etmeleri gerekiyordu. Cengiz aniden gaz kesti ama şaşırmıştı da biraz.

“Ne oldu Reşad, İsviçre’ye gitmiyor muyduk?”

“İsviçre’ye gidiyoruz Cengiz ağbi ama değişik bir yoldan gidiyoruz. Sen şimdi şu girişi kaçırmadan çık da önce, sonra ben sana yolu tarif ederim.”

Önce Freiburg kent merkezine girip, istasyona kadar gittiler. Sonra Reşad gerçekten de yolu tarif etmeye başladı. Bir süre sonra yeniden şehir dışındaydılar ama, artık küçük bir köy yolundan gidiyorlardı. Cengiz yol levhalarından Rienen diye bir köye doğru gittiklerini anlıyordu. Bir süre sonra köyün adıyla birlikte ‘Federal Sınır’ ve ‘İsviçre’ diye de yazmaya başladı levhalarda. Belki de bu küçük yerden İsviçre’ye girmek daha kolaydı .

Sürekli yokuş çıkıyorlardı ve yol gerçekten de dardı. Sonunda tepeye kadar çıkıp, orta boy bir köyün eteklerine geldiler. Saat 11’i geçiyordu ve ortalıkta kimseler yoktu. Reşad köy merkezine kadar yönlendirdi onu. Küçük bir meydandı burası. Çok iyi aydınlatılmamıştı. Ama tümüyle de boş değildi. Birileri vardı yine etrafta. Reşat’ın isteğiyle meydanın sağ tarafındaki park yerlerinden birine geri geri girdi Cengiz ve durdular.

“Şimdi biraz oturuyoruz,” dedi Reşad.

Bir süre hiç konuşmadan öylece beklediler. Sessizlik uzadıkça uzuyordu.

“Ne oluyor Reşad?” diye sordu Cengiz, “Burada böyle oturmaktan hiç hoşlanmadım.”

“Ağbi biraz dur.”

“Oğlum durayım da, madem bekleyeceğiz inip şu karşıdaki birahaneye gidelim. Arabanın içinde oturmaktan kıçım ağrıdı.”

“Ağbi acele etme n’olursun. Zaten onlar bizden önce gelmişler. Şimdi gideceğim yanlarına ama biraz duruyorum işte. Etrafı göreyim önce bir.”

Cengiz onun tüm çevreyi kolaçan etmekte olduğunun farkına o zaman vardı. Gerçi önceden de bakındığını görmüştü ama, yalnızca buluşacağı kişileri aradığını sanmıştı. Hâlbuki o mıntıka güvenliği peşindeydi.

Kendi de bakınmaya başladı o zaman.

Meydanın öbür tarafında, tam karşılarında duran İsviçre plakalı Renault’u o zaman farketti. İçinde birileri vardı ama karanlık olduğu için kaç kişi oldukları bile belli olmuyordu. Parmağını uzatıp Reşad’a gösterdi arabayı.

“Şunlar mı sözünü ettiklerin.”

Bir anda bileğine yapışıp, elini hızla aşağı indirdi Reşad. Öyle ani hareket etmişti ki, şaşırmıştı Cengiz.

“Ağbi ne yapıyorsun? Bizi öldürtecek misin?”

“Ne diyorsun oğlum sen? Ne yapıyorum ki kendimizi öldürtecek?”

“Ağbi elini öyle uzatırsan karşıdakiler ‘elinde silah var ve onları vuracaksın’ sanabilirler. O zaman da, önce hareket edip onlar seni vurmaya çalışırlar.”

Cengiz biraz sarsılmıştı doğrusu. Paranoyanın bu kadarı da fazla gibiydi gerçi ama, sesini çıkarmadı. Bir taraftan da gözucuyla Reşad’ı seyrediyordu. El çantasından silahını çıkarmış, pantolon kemerine sokmakla meşguldü. Ama abartısız hareket etmeye özen gösteriyordu. Sonra eline montunu alıp kapıyı açtı ve arabanın iç ışığı yandı. Şimdi karşıdakiler onları rahatlıkla görüyor olmalıydı. Tam çıkarken de montu giydi Reşad. Ustaca ve öbürlerinin belindeki silahı farketmesine izin vermeden. İnip kapıyı kapadı ve kırmızı Renault’a doğru yürümeye başladı.

Cengiz arkasından bakıyordu. Yürüdü ve Renault’un sağ arka kapısını açtı ama, iç ışık yanmadı. Sonra içeri girip oturdu Reşat. On saniye sonra da hareket etti araba. Şimdi meydanda bir tek Cengiz kalmıştı. Onları izleyip izlememek konusunda fena halde kararsızdı. İki elini birden BMW’nin direksiyonuna koyup beklemeye başladı. Tam o arada da telefon çaldı.

“Ne haber Cengiz, her şey yolunda mı?” dedi Semih Akkoray’ın sesi, “Hani her saat başı beni arayacaktın? Hiç sesin soluğun çıkmadı da.”

“Valla dalgaya düştüm Semih. Unutup gitmişim işte. Ben iyiyim merak etme. Reşad az önce bir arabaya binip gitti, ben de burada onu bekliyorum.”

“Neredesiniz ki?”

“Rienen diye bir köydeyiz Semih. Dağın tepesi ve İsviçre sınırı.”

“Eee nereye gitti peki bu adam.”

“Valla bilmiyorum Semih. Aaa bir dakika, geri geliyorlar. Hadi kapatıyorum şimdi. Ben seni sonra ararım tamam mı?”

Aceleyle telefonu yerine taktı Cengiz. Bu arada da kırmızı Renault gelip onun tam yanındaki boş park yerine geri geri girmişti. Önce sağ kapı açıldı ve Reşad indi. Sonra sürücü onu izledi. Sonunda da sağ ön kapının açıldığını gördü Cengiz. Sarışın bir kadın arabadan çıkıp etrafına bakındı. Elinde biraz büyükçe bir kadın çantası vardı. Üçü birden BMW’ye yöneldiler. Reşad arka kapıyı açtı ve Renault’un sürücüsüyle birlikte geçip oturdular. Kadın da ön kapıyı açıp Cengiz’in yanına yerleşti. Her şey çok çabuk olmuştu.

İyice şaşkındı Cengiz. Yanına oturan kadının ne olduğunu çözmeye çalışıyordu. Uzun ve sarı saçları vardı. Üzerindeki mini etek de, inanılmaz kısaydı. Koltukta bacakları bir hayli aralık oturmuş ve elindeki çantayı yere, iki bacağının tam arasına koşmuştu. Cengiz gözlerini onun bir hayli düzgün bacaklarından ayırıp aşağıya baktığında, yüksek topuklu ayakkabıların iki taraftan desteklediği çantanın fermuarının açık olduğunu gördü. İki tane tabanca birden vardı çantanın içinde. Tek bir harekette ikisini birden çekip alabilirdi kadın.

“Cengiz ağbi,” dedi Reşad, “Bunlar bizim arkadaşlar. Gerçi ben olanları anlattım ama, bir de senden duymak istediler?”

“Evet,” diye lafa girdi Cengiz’in yanında oturan sarışın kadın, “Bir de senden duymak istiyoruz.”

Türkçe, hem de kusursuz Türkçe konuşuyordu. Gerçi hafif bir doğulu şivesi vardı ama, dikkat etmeden farkedilmeyecek kadardı o da. Vay be, hâlbuki ilk bakışta onu Avrupalı sanmıştı Cengiz. Aklına Reşad’ın Avrupa’da doğup büyüyen ve sonunda örgüte katılanlarla ilgili olarak anlattıkları geldi o anda. Haklıydı Reşad. Bu kadından kimse kuşkulanmazdı ve böylece de tuzağın tam göbeğine düşmüş olurdu.

“Ne öğrenmek istediğinizi söylerseniz daha kolay olur,” dedi, O zaman ne anlatacağımı bilirim ve boşu boşuna burada oturup çene çalmayız.”

“Şu anlaşma mı, protokol mü, her neyse; işte onu anlat bize.”

Cengiz, İsveçliler’le ilk temasından başlayıp tüm olanları anlatmaya koyuldu. Hem konuşuyor, hem de yanındaki kadının yüzünü inceliyordu. En çok 25 yaşında filan olmalıydı. Gözleri de açık renkti üstelik. Güzeldi. Ama yüzünde o kadar sert bir ifade, masmavi bakışlarında öylesine bir taşlaşma vardı ki, insanın içini ürpertiyordu doğrusu. Bir an bile gevşememişti Cengiz’i dinlerken. Tıpkı sonuna kadar kurulmuş bir zemberek gibiydi. Bir anda ve hızla boşalmaya hazır yani. Biraz da yanyana oturdukları için, Cengiz onun gözlerine bakarak sürdürüyordu anlatmayı. Arkada Reşad’ın yanında oturan adamın ise hiç sesi çıkmıyordu. Yalnızca dinliyordu o.

Cengiz’in anlattıkları bittiğinde bir süre sessizlik oldu arabanın içinde. Sonra kadın arkadaki adama başıyla küçük bir işaret yaptı. İkisi birden inip Renault’a geçtiler. Reşad ve Cengiz, onların aralarında birşeyler konuştuğunu görebiliyorlardı. Sonra sürücü Renault’un camını indirip Reşad’a işaret etti.

Cengiz onun aşağı indiğini sonra sürücüyle konuştuklarını gördü. Peşinden gelip yanına oturdu Reşad.

“Gidiyoruz ağbi,” sonra da, “Onları takip et yalnızca. Fazla sokulmadan, arada mesafe bırakarak ama.”

“Nereye gidiyoruz Reşad?”

“İsviçre’ye geçiyoruz Cengiz ağbi. Sakın bana nasıl diye sorma, Onları takip et yeter.”

Peşpeşe köy merkezinden dar bir yola girdiler. Levhalar bu yolun sınıra gittiğini gösteriyordu. Ama bir süre sonra aniden sola, daha da dar bir yola döndü Renault. Cengiz de peşinden tabii. Bir süre sonra da yine peşpeşe sağa döndüler. Artık iyice dar ve toprak bir yola girmişlerdi. Hemen Semih’i aramalıydı. Bir süre sonra Almanya’dan çıkacaklardı ve arabanın telefonu muhtemelen çalışmayacaktı o zaman. Numarayı çevirdi. Semih’in sesi uykulu geliyordu.

“Semih, ben İsviçre’ye geçiyorum şimdi, “dedi Cengiz, “Telefon çalışmaz artık herhalde. Merak etme tamam mı?”

Sonra dikkatini yeniden yola ve önündeki arabaya verdi. Ormanın içinde yaklaşık 15 dakika kadar peşpeşe gittiler. Sonra birden tekrar asfalta çıktılar. Bir süre sonra da bir yol kavşağına geldiler. Levhalar vardı yolun karşı tarafında. Alman yol levhalarından çok farklıydı bunlar. Birden İsviçre’de olduklarını farketti Cengiz. Sınır bile görmeden Almanya’dan çıkmış, İsviçre’ye girmişlerdi. Kırmızı Renault tam kavşakta durmuş, sürücü de camı indirmiş eliyle Cengiz’e sol tarafa dönmesini işaret ediyordu. Sonra dikiz aynasından Renault’un onların tam tersi istikamete yöneldiğini gördü Cengiz. Bir süre sonra da yol kenarındaki ilk levhayı farketti. Basel’e gidiyordu yol.

“Nereye gidiyoruz böyle Reşad?” diye sordu sonra da, Basel’e mi?”

“Yok ağbi ne Basel’i. Sana ‘İsviçre sakat’ demiştim ya, Basel en sakatı. Ne işimiz var orada. Yanından geçeceğiz yalnızca.”

“Peki nereye gidiyoruz Reşad?”

“Chamonix diye bir yere gidiyoruz Cengiz ağbi.”

“Oğlum orası Mont Blanc Dağı’nın tepesi, biliyor musun? Yani Fransa’da.”

“Evet biliyorum ağbi. Tam oraya gidiyoruz işte.”

“Dünyanın yolu be Reşad.”

“Acelemiz yok. Öbürgün öğlen vakti orada bir kahvede buluşacağız arkadaşlarla.”

“Reşad, şimdi Bern üstünden Cenevre’ye gitmek ve oradan sınırı geçmek var. Bir de hemen Basel’den dönüp girebiliriz Fransa’ya. Hangisi daha uygun sence?”

“Ağbi bırak şu Basel’i. Sen doğru Cenevre’ye git. Oradan sınırı geçmek daha kolay zaten.”

Yol levhaları otobana çıkmak üzere olduklarını gösteriyordu ve bu pek iyi bir haber değildi doğrusu. Otoban belgesi almaları gerekiyordu acilen. Eğer polis belge yok diye onları durduracak olursa başları ciddi belaya girebilirdi. En başta Reşad’ın kimliği bile yoktu. Sonra ikisinin de üstünde silah vardı. Ayrıca BMW’deki yedek şarjörler ve iki kutu mermi de cabası. Almanya’da sorun yoktu. En azından Cengiz açısından. Ruhsatı vardı nasıl olsa. Ama burası İsviçre’ydi ve Alman Silah Taşıma Ruhsatı’nın hiç bir faydası olmazdı elbette ki. Bereket çözüm ayaklarına geldi. Üzerinden geldikleri yolun otobanla birleştiği noktada, büyük bir benzin istasyonu vardı ve bu iyiydi işte. Burada kesinlikle otoban belgesi satılıyor olmalıydı çünkü. Zaten benzin de alması lazımdı Cengiz’in.

Yaklaşık 10 dakika sonra yeniden yoldaydılar. BMW’nin deposu dolmuş, otoban belgesi, bir daha yırtmadan çıkarılamayacak şekilde ön cama yapıştırılmıştı. Bern üzerinden önce Lozan’a, sonra da Cenevre’ye gidiyorlardı. Cengiz orada durup dinlenmek istiyordu.

Daha doğrusu yatıp uyumak.

Yol koşulları güzel, trafik azdı. Ama yine de dikkat etmek gerekiyordu. Almanya otobanlarında hiç bir hız sınırlaması olmamasına karşın, tüm öteki Avrupa ülkeleri gibi, İsviçre’de de sınırlar vardı. 120 kilometreyi geçmemek gerekiyordu ve bu, Almanya’da otomobil kullanmaya çok alışık biri için hiç de kolay değildi doğrusu.

Sabaha karşı Cenevre’ye girdiler. Cengiz doğruca Leman Gölü kenarındaki Noga Hilton’a gitti. Kimliksiz Reşad’ın sorun olmaması için kesenin ağzını açması gerekiyordu. Onu arabada bırakıp resepsiyona gitti ve iki yataklı bir oda tuttu önce. Sonra da bagajdan çantasını aldı ve ikisi birlikte odaya çıktılar.

Demek ki kaderde, Reşad’la aynı odada uyumak da vardı işte.

1 yorum: