8‘e çeyrek kala otelin lobisindeydi. Reşad
da inmiş onu bekliyordu zaten. Yine bir blucin ve tişört giymişti. Ama elinde
de ince bir mont vardı. Cengiz sonra onun öbür elindeki küçük çantayı da gördü.
Ufak tefek şeylerin taşındığı el çantalarından biriydi bu. Silah onun içinde
olmalıydı. Doğrusu Reşad’ın bu yolculuğa silahsız çakacağını hiç düşünmemişti
zaten.
Citreon’e binip birlikte gazeteye gittiler.
Sonra da arabayı değiştirip yola çıktılar. Hava çok sıcaktı ve BMW’nin kliması
gürül gürül çalışıyordu iyi ki. Daha otobana çıkar çıkmaz da, araba seçiminin
doğru olduğunu anlamıştı Cengiz. Ok gibi gidiyordu doğrusu. Reşad da arkasına
yaslanmış düşünüyordu durmadan. Endişeli olduğu belliydi. Bir taraftan da iki
koltuğun arasındaki telefona bakıyordu kaçamak gözlerle.
“Bunu özel olarak senin için ayarladım
Reşad,” dedi Cengiz, “Eğer telefon etmek gerekirse aramak zorunda kalmayalım
diye.”
“Sağlam mıdır bu telefon Cengiz ağbi. Yani
dinleyen filan olmaz mı demek istedim.”
“Bence sağlamdır Reşad. Çünkü bu kiralık
bir araba, telefonda da öyle. Şu anda bu telefonun bizde olduğunu ancak
kiralama şirketi bilir o kadar.”
“İyi o zaman Cengiz ağbi. Çünkü gerçekten
de işe yarayabilir yani.”
Heidelberg yakınlarında bir benzinciye
girdi Cengiz. En azından onun karnı acıkmıştı. Ama anladı ki, Reşad da farklı
bir durumda değildi. Yarım saatten biraz fazla oturup karınlarını doyurdular.
Sonra da yine yola koyuldular. Freiburg’a, yani Alman topraklarındaki son kente
yaklaşıyorlardı ve Cengiz, Reşad’ın sınırda ne yapacağını çok merak ediyordu
doğrusu. Bir taraftan da, İsviçre’ye girer girmez, daha gümrükten çıkmadan
BMW’ye bir otoban belgesi alması gerektiğini düşünüyordu. İsviçre’de otobanlar
paralıydı, pek çok başka Avrupa ülkesinde de olduğu gibi. Ama Fransa ve İtalya’da
yol üstündeki gişelerde para ödeniyordu, İsviçre ise parayı yılda bir kere
satın alınıp ön cama yapıştırılan bir belgeyle tahsil ediyordu. Yani yılda bir
kez 20 Frank ödeyen, rahatlıkla kullanabiliyordu otobanları. Ön camına bu
belgeden yapıştırılmamış arabalara ise yüzlerce Frank ceza kesiyordu polis.
“Buradan çıkıyoruz Cengiz ağbi!” dedi Reşat
aniden.
Freiburg çıkışındaydılar. Hâlbuki
İsviçre’ye gitmek için otobandan devam etmeleri gerekiyordu. Cengiz aniden gaz
kesti ama şaşırmıştı da biraz.
“Ne oldu Reşad, İsviçre’ye gitmiyor
muyduk?”
“İsviçre’ye gidiyoruz Cengiz ağbi ama
değişik bir yoldan gidiyoruz. Sen şimdi şu girişi kaçırmadan çık da önce, sonra
ben sana yolu tarif ederim.”
Önce Freiburg kent merkezine girip,
istasyona kadar gittiler. Sonra Reşad gerçekten de yolu tarif etmeye başladı.
Bir süre sonra yeniden şehir dışındaydılar ama, artık küçük bir köy yolundan
gidiyorlardı. Cengiz yol levhalarından Rienen diye bir köye doğru gittiklerini
anlıyordu. Bir süre sonra köyün adıyla birlikte ‘Federal Sınır’ ve ‘İsviçre’
diye de yazmaya başladı levhalarda. Belki de bu küçük yerden İsviçre’ye girmek
daha kolaydı .
Sürekli yokuş çıkıyorlardı ve yol gerçekten
de dardı. Sonunda tepeye kadar çıkıp, orta boy bir köyün eteklerine geldiler.
Saat 11’i geçiyordu ve ortalıkta kimseler yoktu. Reşad köy merkezine kadar
yönlendirdi onu. Küçük bir meydandı burası. Çok iyi aydınlatılmamıştı. Ama
tümüyle de boş değildi. Birileri vardı yine etrafta. Reşat’ın isteğiyle
meydanın sağ tarafındaki park yerlerinden birine geri geri girdi Cengiz ve
durdular.
“Şimdi biraz oturuyoruz,” dedi Reşad.
Bir süre hiç konuşmadan öylece beklediler.
Sessizlik uzadıkça uzuyordu.
“Ne oluyor Reşad?” diye sordu Cengiz,
“Burada böyle oturmaktan hiç hoşlanmadım.”
“Ağbi biraz dur.”
“Oğlum durayım da, madem bekleyeceğiz inip
şu karşıdaki birahaneye gidelim. Arabanın içinde oturmaktan kıçım ağrıdı.”
“Ağbi acele etme n’olursun. Zaten onlar
bizden önce gelmişler. Şimdi gideceğim yanlarına ama biraz duruyorum işte.
Etrafı göreyim önce bir.”
Cengiz onun tüm çevreyi kolaçan etmekte
olduğunun farkına o zaman vardı. Gerçi önceden de bakındığını görmüştü ama,
yalnızca buluşacağı kişileri aradığını sanmıştı. Hâlbuki o mıntıka güvenliği
peşindeydi.
Kendi de bakınmaya başladı o zaman.
Meydanın öbür tarafında, tam karşılarında
duran İsviçre plakalı Renault’u o zaman farketti. İçinde birileri vardı ama
karanlık olduğu için kaç kişi oldukları bile belli olmuyordu. Parmağını uzatıp
Reşad’a gösterdi arabayı.
“Şunlar mı sözünü ettiklerin.”
Bir anda bileğine yapışıp, elini hızla
aşağı indirdi Reşad. Öyle ani hareket etmişti ki, şaşırmıştı Cengiz.
“Ağbi ne yapıyorsun? Bizi öldürtecek
misin?”
“Ne diyorsun oğlum sen? Ne yapıyorum ki
kendimizi öldürtecek?”
“Ağbi elini öyle uzatırsan karşıdakiler ‘elinde
silah var ve onları vuracaksın’ sanabilirler. O zaman da, önce hareket edip
onlar seni vurmaya çalışırlar.”
Cengiz biraz sarsılmıştı doğrusu.
Paranoyanın bu kadarı da fazla gibiydi gerçi ama, sesini çıkarmadı. Bir
taraftan da gözucuyla Reşad’ı seyrediyordu. El çantasından silahını çıkarmış,
pantolon kemerine sokmakla meşguldü. Ama abartısız hareket etmeye özen gösteriyordu.
Sonra eline montunu alıp kapıyı açtı ve arabanın iç ışığı yandı. Şimdi
karşıdakiler onları rahatlıkla görüyor olmalıydı. Tam çıkarken de montu giydi
Reşad. Ustaca ve öbürlerinin belindeki silahı farketmesine izin vermeden. İnip
kapıyı kapadı ve kırmızı Renault’a doğru yürümeye başladı.
Cengiz arkasından bakıyordu. Yürüdü ve
Renault’un sağ arka kapısını açtı ama, iç ışık yanmadı. Sonra içeri girip
oturdu Reşat. On saniye sonra da hareket etti araba. Şimdi meydanda bir tek
Cengiz kalmıştı. Onları izleyip izlememek konusunda fena halde kararsızdı. İki
elini birden BMW’nin direksiyonuna koyup beklemeye başladı. Tam o arada da
telefon çaldı.
“Ne haber Cengiz, her şey yolunda mı?” dedi
Semih Akkoray’ın sesi, “Hani her saat başı beni arayacaktın? Hiç sesin soluğun
çıkmadı da.”
“Valla dalgaya düştüm Semih. Unutup
gitmişim işte. Ben iyiyim merak etme. Reşad az önce bir arabaya binip gitti,
ben de burada onu bekliyorum.”
“Neredesiniz ki?”
“Rienen diye bir köydeyiz Semih. Dağın
tepesi ve İsviçre sınırı.”
“Eee nereye gitti peki bu adam.”
“Valla bilmiyorum Semih. Aaa bir dakika,
geri geliyorlar. Hadi kapatıyorum şimdi. Ben seni sonra ararım tamam mı?”
Aceleyle telefonu yerine taktı Cengiz. Bu
arada da kırmızı Renault gelip onun tam yanındaki boş park yerine geri geri
girmişti. Önce sağ kapı açıldı ve Reşad indi. Sonra sürücü onu izledi. Sonunda
da sağ ön kapının açıldığını gördü Cengiz. Sarışın bir kadın arabadan çıkıp
etrafına bakındı. Elinde biraz büyükçe bir kadın çantası vardı. Üçü birden
BMW’ye yöneldiler. Reşad arka kapıyı açtı ve Renault’un sürücüsüyle birlikte
geçip oturdular. Kadın da ön kapıyı açıp Cengiz’in yanına yerleşti. Her şey çok
çabuk olmuştu.
İyice şaşkındı Cengiz. Yanına oturan
kadının ne olduğunu çözmeye çalışıyordu. Uzun ve sarı saçları vardı. Üzerindeki
mini etek de, inanılmaz kısaydı. Koltukta bacakları bir hayli aralık oturmuş ve
elindeki çantayı yere, iki bacağının tam arasına koşmuştu. Cengiz gözlerini
onun bir hayli düzgün bacaklarından ayırıp aşağıya baktığında, yüksek topuklu
ayakkabıların iki taraftan desteklediği çantanın fermuarının açık olduğunu
gördü. İki tane tabanca birden vardı çantanın içinde. Tek bir harekette ikisini
birden çekip alabilirdi kadın.
“Cengiz ağbi,” dedi Reşad, “Bunlar bizim
arkadaşlar. Gerçi ben olanları anlattım ama, bir de senden duymak istediler?”
“Evet,” diye lafa girdi Cengiz’in yanında
oturan sarışın kadın, “Bir de senden duymak istiyoruz.”
Türkçe, hem de kusursuz Türkçe konuşuyordu.
Gerçi hafif bir doğulu şivesi vardı ama, dikkat etmeden farkedilmeyecek kadardı
o da. Vay be, hâlbuki ilk bakışta onu Avrupalı sanmıştı Cengiz. Aklına Reşad’ın
Avrupa’da doğup büyüyen ve sonunda örgüte katılanlarla ilgili olarak
anlattıkları geldi o anda. Haklıydı Reşad. Bu kadından kimse kuşkulanmazdı ve
böylece de tuzağın tam göbeğine düşmüş olurdu.
“Ne öğrenmek istediğinizi söylerseniz daha
kolay olur,” dedi, O zaman ne anlatacağımı bilirim ve boşu boşuna burada oturup
çene çalmayız.”
“Şu anlaşma mı, protokol mü, her neyse;
işte onu anlat bize.”
Cengiz, İsveçliler’le ilk temasından
başlayıp tüm olanları anlatmaya koyuldu. Hem konuşuyor, hem de yanındaki
kadının yüzünü inceliyordu. En çok 25 yaşında filan olmalıydı. Gözleri de açık
renkti üstelik. Güzeldi. Ama yüzünde o kadar sert bir ifade, masmavi bakışlarında
öylesine bir taşlaşma vardı ki, insanın içini ürpertiyordu doğrusu. Bir an bile
gevşememişti Cengiz’i dinlerken. Tıpkı sonuna kadar kurulmuş bir zemberek
gibiydi. Bir anda ve hızla boşalmaya hazır yani. Biraz da yanyana oturdukları
için, Cengiz onun gözlerine bakarak sürdürüyordu anlatmayı. Arkada Reşad’ın
yanında oturan adamın ise hiç sesi çıkmıyordu. Yalnızca dinliyordu o.
Cengiz’in anlattıkları bittiğinde bir süre
sessizlik oldu arabanın içinde. Sonra kadın arkadaki adama başıyla küçük bir
işaret yaptı. İkisi birden inip Renault’a geçtiler. Reşad ve Cengiz, onların
aralarında birşeyler konuştuğunu görebiliyorlardı. Sonra sürücü Renault’un
camını indirip Reşad’a işaret etti.
Cengiz onun aşağı indiğini sonra sürücüyle
konuştuklarını gördü. Peşinden gelip yanına oturdu Reşad.
“Gidiyoruz ağbi,” sonra da, “Onları takip
et yalnızca. Fazla sokulmadan, arada mesafe bırakarak ama.”
“Nereye gidiyoruz Reşad?”
“İsviçre’ye geçiyoruz Cengiz ağbi. Sakın
bana nasıl diye sorma, Onları takip et yeter.”
Peşpeşe köy merkezinden dar bir yola
girdiler. Levhalar bu yolun sınıra gittiğini gösteriyordu. Ama bir süre sonra
aniden sola, daha da dar bir yola döndü Renault. Cengiz de peşinden tabii. Bir
süre sonra da yine peşpeşe sağa döndüler. Artık iyice dar ve toprak bir yola
girmişlerdi. Hemen Semih’i aramalıydı. Bir süre sonra Almanya’dan çıkacaklardı
ve arabanın telefonu muhtemelen çalışmayacaktı o zaman. Numarayı çevirdi.
Semih’in sesi uykulu geliyordu.
“Semih, ben İsviçre’ye geçiyorum şimdi,
“dedi Cengiz, “Telefon çalışmaz artık herhalde. Merak etme tamam mı?”
Sonra dikkatini yeniden yola ve önündeki
arabaya verdi. Ormanın içinde yaklaşık 15 dakika kadar peşpeşe gittiler. Sonra
birden tekrar asfalta çıktılar. Bir süre sonra da bir yol kavşağına geldiler.
Levhalar vardı yolun karşı tarafında. Alman yol levhalarından çok farklıydı
bunlar. Birden İsviçre’de olduklarını farketti Cengiz. Sınır bile görmeden
Almanya’dan çıkmış, İsviçre’ye girmişlerdi. Kırmızı Renault tam kavşakta
durmuş, sürücü de camı indirmiş eliyle Cengiz’e sol tarafa dönmesini işaret
ediyordu. Sonra dikiz aynasından Renault’un onların tam tersi istikamete
yöneldiğini gördü Cengiz. Bir süre sonra da yol kenarındaki ilk levhayı
farketti. Basel’e gidiyordu yol.
“Nereye gidiyoruz böyle Reşad?” diye sordu
sonra da, Basel’e mi?”
“Yok ağbi ne Basel’i. Sana ‘İsviçre sakat’
demiştim ya, Basel en sakatı. Ne işimiz var orada. Yanından geçeceğiz
yalnızca.”
“Peki nereye gidiyoruz Reşad?”
“Chamonix diye bir yere gidiyoruz Cengiz
ağbi.”
“Oğlum orası Mont Blanc Dağı’nın tepesi,
biliyor musun? Yani Fransa’da.”
“Evet biliyorum ağbi. Tam oraya gidiyoruz
işte.”
“Dünyanın yolu be Reşad.”
“Acelemiz yok. Öbürgün öğlen vakti orada
bir kahvede buluşacağız arkadaşlarla.”
“Reşad, şimdi Bern üstünden Cenevre’ye gitmek
ve oradan sınırı geçmek var. Bir de hemen Basel’den dönüp girebiliriz
Fransa’ya. Hangisi daha uygun sence?”
“Ağbi bırak şu Basel’i. Sen doğru
Cenevre’ye git. Oradan sınırı geçmek daha kolay zaten.”
Yol levhaları otobana çıkmak üzere
olduklarını gösteriyordu ve bu pek iyi bir haber değildi doğrusu. Otoban
belgesi almaları gerekiyordu acilen. Eğer polis belge yok diye onları
durduracak olursa başları ciddi belaya girebilirdi. En başta Reşad’ın kimliği
bile yoktu. Sonra ikisinin de üstünde silah vardı. Ayrıca BMW’deki yedek
şarjörler ve iki kutu mermi de cabası. Almanya’da sorun yoktu. En azından
Cengiz açısından. Ruhsatı vardı nasıl olsa. Ama burası İsviçre’ydi ve Alman
Silah Taşıma Ruhsatı’nın hiç bir faydası olmazdı elbette ki. Bereket çözüm
ayaklarına geldi. Üzerinden geldikleri yolun otobanla birleştiği noktada, büyük
bir benzin istasyonu vardı ve bu iyiydi işte. Burada kesinlikle otoban belgesi
satılıyor olmalıydı çünkü. Zaten benzin de alması lazımdı Cengiz’in.
Yaklaşık 10 dakika sonra yeniden yoldaydılar.
BMW’nin deposu dolmuş, otoban belgesi, bir daha yırtmadan çıkarılamayacak
şekilde ön cama yapıştırılmıştı. Bern üzerinden önce Lozan’a, sonra da
Cenevre’ye gidiyorlardı. Cengiz orada durup dinlenmek istiyordu.
Daha doğrusu yatıp uyumak.
Yol koşulları güzel, trafik azdı. Ama yine
de dikkat etmek gerekiyordu. Almanya otobanlarında hiç bir hız sınırlaması
olmamasına karşın, tüm öteki Avrupa ülkeleri gibi, İsviçre’de de sınırlar
vardı. 120 kilometreyi geçmemek gerekiyordu ve bu, Almanya’da otomobil
kullanmaya çok alışık biri için hiç de kolay değildi doğrusu.
Sabaha karşı Cenevre’ye girdiler. Cengiz
doğruca Leman Gölü kenarındaki Noga Hilton’a gitti. Kimliksiz Reşad’ın sorun
olmaması için kesenin ağzını açması gerekiyordu. Onu arabada bırakıp resepsiyona
gitti ve iki yataklı bir oda tuttu önce. Sonra da bagajdan çantasını aldı ve
ikisi birlikte odaya çıktılar.
Demek ki kaderde, Reşad’la aynı odada
uyumak da vardı işte.
silah taşıma ruhsatı nasıl alınır hakkında bilgiler için tıklayın: silah taşıma ruhsatı nasıl alınır
YanıtlaSil