8 Eylül 2011 Perşembe

“ÜZÜLME, NASIL OLSA BU YIL DÜĞÜN YAPACAKSINIZ!”


İsveç Gizli Polisi SÄPO, bir bakıma Türk MİT’ini andıran ilginç bir kuruluştu. Güvenlik polisi anlamına gelen Säkerhets Polis kelimelerinin ilk hecelerinden oluşturulan adı, bir efsane gibiydi sanki. Hem iç, hem de dış güvenlik konularından sorumluydu. Kimbilir, belki de Amerikan CIA ve FBI örgütlerinin şiddetle eleştirilmesine alışkın sıradan İsveçliler’in için için hayallerinde yaşattığı bir efsaneydi bu. Ama iyi çalıştığı da kesindi. En azından Cengiz için, daha doğrusu onun mesleği açısından doğruydu bu hüküm. İsveç’de aktif olarak gazetecilik yaptığı yıllarda, çok iyi haberler elde etmişti kuruluş içindeki dostlarından. Ve işte yine, eski bir dostuyla, Lennart Theander’le karşıkarşıya oturuyordu SÄPO Merkezi’nden çok da uzak olmayan bu kafede.

Doğaldır ki, konuştukları tek konu Palme suikastıydı. Lennart sıkıntılıydı. Konuları anlatmakta zorlandıkları siyasetçilerden, kurallara körükörüne bağlılıkları nedeniyle işleri içinden çıkılmaz hale getiren savcılardan, PKK’lı teröristlerin savunmasını üstlenirken her şeyi abartmaya yatkın avukatlardan ve işin özünü anlamaya bile yanaşmadan güvenlik güçlerini mazlum Kürtler’e yönelik ırkçı bir tutum içine girmekle suçlamaya başlayan aydınlardan, sivil toplum örgütlerinden, gazetecilerden şikâyetçiydi.

“Biliyor musun dostum,” demişti, “Bu işin çözülebilmesi için gizlilik gerekli. Hiç değilse bir süre için ne olup bittiğinin kamuoyuna anlatılmaması lazım. Ama bu mümkün değil. Yıllarca İsveç’in açık bir toplum olduğunu savunduktan, bunu meydanlarda bağıra bağıra söyledikten sonra, mümkün değil işte. Açık toplumda sesler o kadar çok ve o kadar yüksek çıkıyor ki, sonunda bulundukları yere insanların oylarıyla gelen siyasetçiler ister istemez etkileniyorlar. Hâlbuki çok önemli bilgiler var elimizde.”

“Öyle mi? Ne mesela?”

“Mesela; herhalde sen de biliyorsundur, bazı PKK’lıların telefonlarını dinliyorduk uzun süredir. Suikastten hemen önce telefon konuşmalarında bir ‘düğün’ lafı dolaşmaya başlamıştı. Daha önceki deneyimlerimizden ‘düğün yapmak’ deyiminin birinin öldürülmesi anlamına geldiğini biliyorduk. Bu nedenle dikkat kesilmemiz gerektiğini de biliyorduk ama, dinlemelerin devam edebilmesi için mahkeme izinlerinin uzatılmasını sağlamakta bile zorlanıyorduk.”

“Tahmin edebiliyorum Lennart...”
       
“Şu Halis İkincisoy konusu çok ilginç mesela. Hani şu Çetin Güngör’ün öldürülmesinden sonra tutuklanıp, sonra da beraat eden PKK’lıdan söz ediyorum. Onun telefonlarını aylar boyu hem polis, hem de biz dinledik. Bu yılın Ocak ve Şubat aylarında, en çok Danyal Aktaş adındaki başka bir Kürt’le konuştu adam. Bilmiyorum tanıyor musun, bu Danyal ‘fil’ lakabıyla tanınan biri. İsveç’e gelmeden önce epeyce İsviçre’de yaşamış. Neyse, bu ikisinin telefon görüşmeleri oldukça ilginçti. Sürekli olarak bir Türkçe bir Kürtçe konuşuyor, daha sonra kayıt bantlarını çözmeye çalışan tercümanların işini de zorlaştırıyorlardı. Bilmeyen biri için çok sıradanmış görünecek şeyler konuşuyorlardı genelde. Ama yine de konuşmalarından birşeylerin kotarılmak üzere olduğunu anlayabiliyorduk. Sonra Mehmet Daban’ın konuşma kayıtları vardı elimizde. Sen tanıyor musun bu adamı?”

“Yok tanımıyorum, “demişti Cengiz, “Kim bu?”

“Mehmet Daban, Palme öldürülmeden hemen önceki dönem boyunca ve suikast sırasında PKK’nın İsveç’deki en önemli lideri konumundaydı. Bu yüzden onun telefon konuşmaların ayrı bir önemi vardı bizim için. Mesela bu yılın Ocak ayı başlarında yani Palme’nin öldürülmesinden yaklaşık bir buçuk ay kadar önce birine şöyle demişti telefonda: ‘Bu karanlıklar kalkacak. SÄPO tüm dünyaya hesap vermek zorunda kalacak. Buna katlanmak zorundalar. Ölümden daha kötü ne var ki.’ Aslında bu hepimizi alarma geçirecek bir konuşmaydı ama yine derdimizi kimseye anlatamamıştık.”

“Vay be, gerçekten de akıl alır gibi değil.”

“Dahası da var Cengiz. Şubat ortalarında, yani suikastten yalnızca 15 gün kadar önce yaptığı bir telefon konuşması daha vardı bu Mehmet Daban’ın. Remzi adını kullanan biriyle konuşmuştu bu sefer de. Karşı taraftakinin nereden aradığını belirleyemiyorduk gerçi ama, ‘Remzi’ adının Batı Almanya’daki herhangi bir PKK’lının İsveç’teki bir PKK’lıyı ararken kullandığı bir tür kod adı olduğunu biliyorduk. Yani pek çok kişinin kullandığı bir isimdi Remzi. Ama sonradan bu kez o adı kullanan kişinin, Mehmet Daban’ı suikastın ertesi günü arayan kişiyle aynı olduğunu belirledik. İlk telefon görüşmesinde Daban, Almanya’da yayınlanan PKK dergisi Serxwebun’un son sayısını tam 4 kez okuduğunu söylemişti Remzi’ye. Bu, Abdullah Öcalan’ın Palme ve İsveç’e nefret kusan ‘yeniyıl’ mesajının yayınlandığı sayıydı. Sonra Remzi ona, ‘üzülme nasıl olsa bu yıl düğün yapacaksınız’ demiş ve ilave etmişti, ‘bir akrabanın düğünü olacak ya’.”

“Yine şu düğün meselesi yani...”

“Evet ama bu sefer biraz heyecanlanmıştı Mehmet Daban.  Remzi’ye önce ‘olacak olacak, tabii onu bırakamayız ve biz olmadan düğün olmaz’ demiş, onun ‘yani demek istediğim eğer orada bulunursa öbürleri de yapacaklarını yapabilirler değil mi?’ diye sormasına ise ‘Allah be, sokakta düğün yapacağız’ karşılığını vermişti. İkisinin görüşmeleri Daban’ın ‘bu düğün mutlaka yapılmalı ve ne olursa olsun biz de katılmalıyız’ sözleriyle bitmişti. Bundan sonra 1 Mart Cumartesi günü öğlenden hemen önce, yani Palme’nin öldürülmesinin üzerinden yaklaşık 12 saat geçmişken Remzi tekrar aramıştı Mehmet Daban’ı. Konu Palme’ydi. Remzi’nin sesinden endişeli olduğu anlaşılıyordu. Önce ‘bana bak bu herhalde MİT’in işi ha?’ diye sormuş sonra da başkalarına çamur atılıp atılmadığını öğrenmek istemişti. Pazar ve Pazartesi günleri de üçer kez Daban’ı arayıp, gelişmelerle ilgili bilgi almıştı. Kaldı ki, aslında böyle telefon görüşmelerinden anlam çıkarmaya gerek bile kalmadan elde edebildiğimiz yığınla bilgi vardı elimizde. Ama kimseye dinletemiyor, bu bilgilerin ne anlama gelebileceğini anlatamıyorduk.”

“İster istemez yine ‘ne mesela’ diyeceğim Lennart.”

“Mesela, PKK’nın Avrupa Sorumlusu Hüseyin Yıldırım, örgütün İsveç Hükumeti tarafından ‘terör örgütü’ olarak tanımlanması üzerine 1985 yılı Ağustos’unda bir karşı atağa geçmişti. Yıldırım, bir basın toplantısı düzenleyerek ‘İsveç Hükumeti üzerimizdeki terörist lekesini temizlemelidir. PKK, İsveç Hükumeti’nin Kürdistan’a karşı yalanlarla dolu bir kampanya yürütmesine anlayış göstermeyecektir. Sabrımız sadece 2 ay daha yeter. Bundan sonra İsveç’i bir düşman olarak değerlendirmeye başlayacağız.’ demişti. Öte yandan İsveç topraklarında işlenen her iki PKK cinayetinde de, katillerin yalan söylediğini belgelemiştik. Ne İsveç’e geliş tarihleriyle ilgili beyanları doğruydu, ne cinayetlerde kullandıkları silahlarla ilgili anlattıkları hikâyeler. Üstelik her ikisin de buradaki PKK’lılardan yardım aldığını kesin biçimde ortaya çıkarmıştık. Ama dediğim gibi işte dostum. Kimseye dinletemedik kendimizi.”

“Kızmazsan bir şey daha sormak istiyorum,” demişti Cengiz o zaman, “Az önce Serxwebun’da Apo’nun bir yeniyıl mesajının yayınlandığını söylemiştin. Ne diyordu o mesaj?”

“Bilmiyor musun yoksa? Senin böyle şeyleri her zaman bildiğini sanırdım ben.”

“Bilmiyorum dostum. Türkiye’ye döndükten sonra Avrupa’daki olaylardan biraz kopmuşum herhalde. Gerçekten de bilmiyorum.”

Lennart ona şöyle bir bakıp yanındaki sandalyenin üstüne koyduğu evrak çantasını almıştı eline. Sonra da açıp naylon kılıf içine konulmuş bir gazete kupürünü uzatmıştı Cengiz’e.

“Al kendin oku o zaman. Bunu bir ibret belgesi olarak yanımda taşıyorum her zaman.”

Apo’nun mesajı hayli uzundu. Cengiz ilk paragrafına şöyle bir göz atmıştı aceleyle. Türkçe’ydi.

“Turgut Özal Olof Palme’yle buluşup kendisinden partimize karşı yürütülen komploların sürdürülmesini rica etti. Bu koşullar altında İsveç, ulusal direniş savaşımıza ve onun liderliğini yürüten PKK’ya karşı en ağır komploların düzenlendiği tehlikeli bir merkez durumuna gelmiştir.”

Devamı da, tehdit doluydu mesajın.

O geceyi kafası düşünceyerle dolu, neredeyse hiç uyumadan geçirmişti Cengiz. Ertesi sabah gazeteleri dağıtıp döndüğünde de evin haline şöyle bir bakmıştı. Rezaletti tek kelimeyle. Güvercin, yani çocukların taktığı adıyla Kuşbeyaz her yere sıçmıştı yine. Gerçi her akşam yatmadan önce tüm eşyaların üstünü gazetelerle örtüyorlardı özenle ama. Sonuçta bir kuştu işte bu. Onu görür görmez tünediği portmanto’nun üstünden uçup gelmiş ve hep yaptığı gibi kafasının tepesine konmuştu.

“Ulan Kuşbeyaz...” demişti Cengiz de, “Bir kafama sıçmadığın kaldı bile diyemiyorum...”

Diyemiyordu çünkü onu da yapmıştı bu güzel beyaz güvencin. Hem de tam yemek sırasında üstelik. Gülerek yatak odasına doğru yürümüştü Cengiz bu komik mi iğrenç mi olduğu tam kestiremediği olayı hatırladığında. Hala kafasındaydı güvencin ama onu kesinlikle sokmuyorlardı yatak odasına. Bari orası temiz kalsın diyeydi bu.

Aslında İsveç’e gelirken onu da getirebilmek için epey uğraşmıştı. Canlı hayvan sokmak, kuşlar dışında imkânsıza yakın zordu İsveç’e. Bunun nedeni de, yüz yıldan fazla bir süreden beri ülkede tek bir kuduz vakasının bile görülmemiş olmasıydı. Örneğin biri başka ülkelerden İsveç’e köpek getirmeye kalksa, hayvanın 6 ay karantinada kalmasını kabullenmek zorundaydı. Kuşlar farklıydı tabii. Onlar ne de olsa uçarak da gelebilirlerdi İsveç’e. Ama yine de kapsamlı veteriner raporları alması, aşılar filan yaptırıp bunları belgelemesi gerekmişti. En komiği de, güvercini İstanbul’da muayene için götürdüğü veterinerin rapora yazdığı ‘Bağdat cinsi beyaz erkek güvercin’ tanımlamasıydı. Erkek güvercin Stockholm’e gelmelerinden yalnızca 4 gün sonra yumurtlayıvermişti. Ama tüm bunlara katlanması da boş yere değildi Cengiz’in. Bir gün, İstanbul Ataköy’de 9’uncu kattaki evlerinin salonunda otururken birden pencereden uçarak içeri girmiş ve başına konmuştu güvencin. Hatta bu nedenle çevresine bir süre ‘başıma devlet kuşu kondu’ diye şişinmişti bile.  Ondan sonra da bir daha asla gitmemişti güvercin.

Yatağa, hala uyumakta olan karısının yanına uzandığında kendi kendine ‘bu güvercinlerle başım belada benim’ diye mırıldanıyordu. Öyle ya; evde her yere sıçan bir güvercin vardı, dışarıda da, sokak ortasında vurulup öldürülmüş bir başka güvercin.

Barış Güvercini’ydi Palme’nin lakaplarından biri de.

Uyumak istiyordu ama, düşüncelerden kurtulamıyordu bir türlü. Hem polisin hem de SAPO’nun elinde Palme’nin öldürülmesinin ardında PKK’nın bulunabileceğini düşündürecek pek çok bulgu olduğu kesindi. Ama bunlardan hiç bir sonuca ulaşamıyordu İsveç adalet sistemi. Geçerli kurallara göre, yeterli delil sayılmıyordu bu bulgular.

Bir taraftan da, soruşturmanın baş sorumlusu durumundaki Stockholm Emniyet Müdürlüğü bünyesinde, Kriminal Polis ve SÄPO yetkililerinin katılımıyla kurulan ve basının kısaca ‘Palme Odası’ adını taktığı merkez 24 saat aralıksız çalışıyordu. Üzerinde çalışan tek iz, yine basının yakıştırdığı adıyla ‘Kürt Bağlantısı’ değildi tabii. Elde olan en önemli verilerden biri, görgü tanıklarının ifadesine dayanılarak çizilmiş robot resimdi. Tüm dünyaya dağılmıştı ve gelen ihbarların sayısının da ciddi şekilde artmasına neden olmuştu. Polis bu ihbarların hepsini tek tek değerlendirmeye almıyordu tabii. Bunların bir kısmı deli saçmasıydı çünkü. Ama önemli bir bölümü ciddiye alınıyor ve derinlemesine incelemelere konu oluyordu. Pek çok kişinin ifadesi alınmış, gözaltına alınanlar olmuştu. Ama İsveç adalet sistemi her seferinde duvar gibi karşısına dikilmişti polisin çalışmalarının.

Özetlemek gerekirse; bir kaç önemli ‘olmazsa olmaz’ vardı ortada. Örneğin suikastte kullanılan silahın bulunması gerekiyordu. Bu olmadan herhangi bir zanlının yargılanmasını başlatmak bile çok zordu. Bu başarılabilse bile, o kişinin ilk celsede beraat etmesi garanti gibiydi. Hatta suç silahı gibi inandırıcı delillerle desteklenmemiş bir itiraf bile yetmeyebilirdi mahkûmiyet için. Ama polis, Palme’yi öldüren silahı bulamamıştı bir türlü. Bundan sonra da bulacağa benzemiyordu. Hâlbuki, sırf bu amaçla İsveç Hava Kuvvetleri’nden bile yardım alınmıştı.  Müthiş duyarlı fotoğraf makineleriyle donatılmış Viggen savaş jetleri, saatlerce kentin üzerinde alçak uçuş yapmışlar ve her şeyin fotoğrafını çekmişlerdi. Kazayla düşürülmüş bozuk paralar bile görünüyordu bu fotoğraflarda ama silah, hem de o bayağı kocaman 357 Magnum silah yoktu ortada.

Uyuyamayacağını anlayınca kalkıp yine salona geçmişti Cengiz. Kuşbeyaz yine kafasının üstündeydi tabii. Gidip masanın üstüne duran robot resmi eline almıştı sonra da. Hiç de İsveçli gibi görünmüyordu adam. Acaba görgü tanıkları polise anlattıklarını yabancılarla ilgili kendi ön yargılarıyla süslemiş ve ortaya böyle bir tipin çıkmasına neden olmuş olabilir miydiler?

Ama Cengiz bu resmin nasıl ortaya çıkarıldığının öyküsünü Kiriminal Polis’deki bir arkadaşından ayrıntılı olarak dinlemişti. Birkaç tane görgü tanığı vardı ama bunların içinden en önemlisi, Sanna Törnaman adındaki bir kadındı. Profesyonel ressamdı ve kaçış yolu üstünde gördüğünü söylediği katilin bir de portresini çizip vermişti polise. Arkadaşının Cengiz’e söylediğine göre, o resim bile kullanılabilecek kadar kaliteli bir şey olmuştu, üstelik diğer görgü tanıklarının anlattıklarına da uyuyordu. Ama polis daha net, daha garantili bir resim istiyordu. Bu nedenle de, robot resim hazırlama konusunda uzmanlaştığı bilinen Alman Federal Kriminal Dairesi’ne başvurup yardım istemişlerdi. Bunun sonucu olarak da, suikastten bir kaç gün sonra, 5 Mart günü iki Alman kriminal uzman, beraberlerinde robot resim hazırlamakta kullanılan son derece gelişmiş bir aygıtla birlikte Stockholm’e gelmişti.

Sonra da, başta ressam Bayan Törnaman olmak üzere, tüm görgü tanıklarının katıldığı hızlı ve kapsamlı bir çalışma başlamıştı. Sonuç, en azından görgü tanıklarının gözünde, mükemmeldi. Peşinden de, önce İsveç’e, sonra da tüm dünyaya dağıtılmıştı bu robot resim.

Demek ki, robot resmin ön yargılar sonucu ortaya çıkmış olması ihtimali çok küçüktü. Ve evet, hiç de İsveçli’ye benzemiyordu o resimdeki adam. Bir kere saçlarının rengi çok koyuydu. Yüzü çok uzundu. Gerçeği söylemek gerekirse bir Akdenizli’yi andırıyordu biraz. Ama bundan daha da çok, Ortadoğu’lu biri izlenimi veriyordu insana. Bu da, ister istemez ‘Kürt Bağlantısı’ tezinin ciddiye alınması gereğine işaret ediyordu.

Peki, PKK’nın İsveç Başbakanı’nı öldürmek için nasıl bir nedeni olabilirdi ki? Abdullah Öcalan’ın Serxwebun’da yayınlanan yeni yıl mesajındaki sözleriyle örgütün Avrupa Temsilcisi Hüseyin Yıldırım’ın tehditleri, yalnızca durumu kurtarmak ve örgütün moralini düzeltmek için sarfedilmiş sözler olamaz mıydı?

Cengiz, bu konuya özel zaman ayırması gerektiğine karar vermişti. Bulabildiği, ulaşabildiği herkesle konuşmalı, PKK’nın Palme’yi neden öldürmek isteyeceği hakkında mümkün olan her bilgiyi edinmeliydi. Kuşku kalmamalıydı içinde.

Kafasının en çok takıldığı konulardan biri de, suikast silahıydı. PKK’nın çeşitli Avrupa ülkelerinde ve bu arada İsveç’de işlediği bilinen cinayetlerde hiç 357 Magnum gibi büyük kalibreli bir silah kullandığını duymamıştı. Ama onun duymamış olması da bir şey ifade etmezdi elbette. Belki de daha önceki olaylarda katiller kurbanlarına hep kalabalık yerlerde saldırdıkları için, belli olmadan taşınması daha kolay küçük kalibreli silahları seçmişlerdi. Nitekim İsveç’deki 2 PKK cinayetinde de, 7.65mm.’lik tabancalar kullanmıştı katiller. Ama öte yandan Palme’yi öldürmekte kullanılan silah son derece etkili ve fiziken de büyüktü. Belli etmeden taşıması zordu. İlla ki bunu tercih eden bir saldırganın iki nedeni olabilirdi ancak. Ya başka silah bulamamıştı, ki bu pek akla yakın görünmüyordu, ya da mutlaka ölmesini istemişti Palme’nin, yaralanarak kurtulmasını değil. Daha kurşunu yer yemez. Daha yere bile düşemeden. Tıpkı otopsi raporunda yazılı olduğu gibi. Mermi, tüm iç organlarını parçalayıp vücudunun öbür tarafından çıkarak öldürsün istemişti. 

Kafasından bunlar geçerken, bir taraftan da PKK’nın şimdiye kadar Avrupa ülkelerinde işlediği bütün cinayetlerle ilgili bilgi toplaması gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Hemen işe koyulmalıydı.

Ayağa kalkmıştı şimdi. Belki onu sonuca götüremeyecek bir karara varmıştı ama, karara varmış olmanın onu yine de rahatlattığını hissediyordu. Tekrar yatağa yatarsa uyuyabileceğini bile aklı kesiyordu artık.

Uykuya dalmak üzereyken aklından son geçen ise pek umut verici değildi doğrusu.

Yoksa hiç bir zaman bulunamayacak mıydı katil?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder