İsveç Gizli Polisi SÄPO, bir bakıma Türk
MİT’ini andıran ilginç bir kuruluştu. Güvenlik polisi anlamına gelen Säkerhets
Polis kelimelerinin ilk hecelerinden oluşturulan adı, bir efsane gibiydi sanki.
Hem iç, hem de dış güvenlik konularından sorumluydu. Kimbilir, belki de
Amerikan CIA ve FBI örgütlerinin şiddetle eleştirilmesine alışkın sıradan
İsveçliler’in için için hayallerinde yaşattığı bir efsaneydi bu. Ama iyi
çalıştığı da kesindi. En azından Cengiz için, daha doğrusu onun mesleği
açısından doğruydu bu hüküm. İsveç’de aktif olarak gazetecilik yaptığı
yıllarda, çok iyi haberler elde etmişti kuruluş içindeki dostlarından. Ve işte
yine, eski bir dostuyla, Lennart Theander’le karşıkarşıya oturuyordu SÄPO
Merkezi’nden çok da uzak olmayan bu kafede.
Doğaldır ki, konuştukları tek konu Palme
suikastıydı. Lennart sıkıntılıydı. Konuları anlatmakta zorlandıkları
siyasetçilerden, kurallara körükörüne bağlılıkları nedeniyle işleri içinden
çıkılmaz hale getiren savcılardan, PKK’lı teröristlerin savunmasını üstlenirken
her şeyi abartmaya yatkın avukatlardan ve işin özünü anlamaya bile yanaşmadan
güvenlik güçlerini mazlum Kürtler’e yönelik ırkçı bir tutum içine girmekle
suçlamaya başlayan aydınlardan, sivil toplum örgütlerinden, gazetecilerden
şikâyetçiydi.
“Biliyor musun dostum,” demişti, “Bu işin
çözülebilmesi için gizlilik gerekli. Hiç değilse bir süre için ne olup
bittiğinin kamuoyuna anlatılmaması lazım. Ama bu mümkün değil. Yıllarca
İsveç’in açık bir toplum olduğunu savunduktan, bunu meydanlarda bağıra bağıra söyledikten
sonra, mümkün değil işte. Açık toplumda sesler o kadar çok ve o kadar yüksek
çıkıyor ki, sonunda bulundukları yere insanların oylarıyla gelen siyasetçiler
ister istemez etkileniyorlar. Hâlbuki çok önemli bilgiler var elimizde.”
“Öyle mi? Ne mesela?”
“Mesela; herhalde sen de biliyorsundur,
bazı PKK’lıların telefonlarını dinliyorduk uzun süredir. Suikastten hemen önce
telefon konuşmalarında bir ‘düğün’ lafı dolaşmaya başlamıştı. Daha önceki
deneyimlerimizden ‘düğün yapmak’ deyiminin birinin öldürülmesi anlamına
geldiğini biliyorduk. Bu nedenle dikkat kesilmemiz gerektiğini de biliyorduk
ama, dinlemelerin devam edebilmesi için mahkeme izinlerinin uzatılmasını
sağlamakta bile zorlanıyorduk.”
“Tahmin edebiliyorum Lennart...”
“Şu Halis İkincisoy konusu çok ilginç
mesela. Hani şu Çetin Güngör’ün öldürülmesinden sonra tutuklanıp, sonra da
beraat eden PKK’lıdan söz ediyorum. Onun telefonlarını aylar boyu hem polis,
hem de biz dinledik. Bu yılın Ocak ve Şubat aylarında, en çok Danyal Aktaş
adındaki başka bir Kürt’le konuştu adam. Bilmiyorum tanıyor musun, bu Danyal
‘fil’ lakabıyla tanınan biri. İsveç’e gelmeden önce epeyce İsviçre’de yaşamış.
Neyse, bu ikisinin telefon görüşmeleri oldukça ilginçti. Sürekli olarak bir
Türkçe bir Kürtçe konuşuyor, daha sonra kayıt bantlarını çözmeye çalışan
tercümanların işini de zorlaştırıyorlardı. Bilmeyen biri için çok sıradanmış
görünecek şeyler konuşuyorlardı genelde. Ama yine de konuşmalarından
birşeylerin kotarılmak üzere olduğunu anlayabiliyorduk. Sonra Mehmet Daban’ın
konuşma kayıtları vardı elimizde. Sen tanıyor musun bu adamı?”
“Yok tanımıyorum, “demişti Cengiz, “Kim
bu?”
“Mehmet Daban, Palme öldürülmeden hemen
önceki dönem boyunca ve suikast sırasında PKK’nın İsveç’deki en önemli lideri
konumundaydı. Bu yüzden onun telefon konuşmaların ayrı bir önemi vardı bizim
için. Mesela bu yılın Ocak ayı başlarında yani Palme’nin öldürülmesinden
yaklaşık bir buçuk ay kadar önce birine şöyle demişti telefonda: ‘Bu
karanlıklar kalkacak. SÄPO tüm dünyaya hesap vermek zorunda kalacak. Buna
katlanmak zorundalar. Ölümden daha kötü ne var ki.’ Aslında bu hepimizi alarma
geçirecek bir konuşmaydı ama yine derdimizi kimseye anlatamamıştık.”
“Vay be, gerçekten de akıl alır gibi
değil.”
“Dahası da var Cengiz. Şubat ortalarında,
yani suikastten yalnızca 15 gün kadar önce yaptığı bir telefon konuşması daha
vardı bu Mehmet Daban’ın. Remzi adını kullanan biriyle konuşmuştu bu sefer de.
Karşı taraftakinin nereden aradığını belirleyemiyorduk gerçi ama, ‘Remzi’
adının Batı Almanya’daki herhangi bir PKK’lının İsveç’teki bir PKK’lıyı ararken
kullandığı bir tür kod adı olduğunu biliyorduk. Yani pek çok kişinin kullandığı
bir isimdi Remzi. Ama sonradan bu kez o adı kullanan kişinin, Mehmet Daban’ı
suikastın ertesi günü arayan kişiyle aynı olduğunu belirledik. İlk telefon
görüşmesinde Daban, Almanya’da yayınlanan PKK dergisi Serxwebun’un son sayısını
tam 4 kez okuduğunu söylemişti Remzi’ye. Bu, Abdullah Öcalan’ın Palme ve
İsveç’e nefret kusan ‘yeniyıl’ mesajının yayınlandığı sayıydı. Sonra Remzi ona,
‘üzülme nasıl olsa bu yıl düğün yapacaksınız’ demiş ve ilave etmişti, ‘bir
akrabanın düğünü olacak ya’.”
“Yine şu düğün meselesi yani...”
“Evet ama bu sefer biraz heyecanlanmıştı
Mehmet Daban. Remzi’ye önce ‘olacak
olacak, tabii onu bırakamayız ve biz olmadan düğün olmaz’ demiş, onun ‘yani
demek istediğim eğer orada bulunursa öbürleri de yapacaklarını yapabilirler
değil mi?’ diye sormasına ise ‘Allah be, sokakta düğün yapacağız’ karşılığını
vermişti. İkisinin görüşmeleri Daban’ın ‘bu düğün mutlaka yapılmalı ve ne
olursa olsun biz de katılmalıyız’ sözleriyle bitmişti. Bundan sonra 1 Mart
Cumartesi günü öğlenden hemen önce, yani Palme’nin öldürülmesinin üzerinden
yaklaşık 12 saat geçmişken Remzi tekrar aramıştı Mehmet Daban’ı. Konu
Palme’ydi. Remzi’nin sesinden endişeli olduğu anlaşılıyordu. Önce ‘bana bak bu
herhalde MİT’in işi ha?’ diye sormuş sonra da başkalarına çamur atılıp
atılmadığını öğrenmek istemişti. Pazar ve Pazartesi günleri de üçer kez Daban’ı
arayıp, gelişmelerle ilgili bilgi almıştı. Kaldı ki, aslında böyle telefon
görüşmelerinden anlam çıkarmaya gerek bile kalmadan elde edebildiğimiz yığınla
bilgi vardı elimizde. Ama kimseye dinletemiyor, bu bilgilerin ne anlama
gelebileceğini anlatamıyorduk.”
“İster istemez yine ‘ne mesela’ diyeceğim
Lennart.”
“Mesela, PKK’nın Avrupa Sorumlusu Hüseyin
Yıldırım, örgütün İsveç Hükumeti tarafından ‘terör örgütü’ olarak tanımlanması
üzerine 1985 yılı Ağustos’unda bir karşı atağa geçmişti. Yıldırım, bir basın
toplantısı düzenleyerek ‘İsveç Hükumeti üzerimizdeki terörist lekesini
temizlemelidir. PKK, İsveç Hükumeti’nin Kürdistan’a karşı yalanlarla dolu bir
kampanya yürütmesine anlayış göstermeyecektir. Sabrımız sadece 2 ay daha yeter.
Bundan sonra İsveç’i bir düşman olarak değerlendirmeye başlayacağız.’ demişti.
Öte yandan İsveç topraklarında işlenen her iki PKK cinayetinde de, katillerin
yalan söylediğini belgelemiştik. Ne İsveç’e geliş tarihleriyle ilgili beyanları
doğruydu, ne cinayetlerde kullandıkları silahlarla ilgili anlattıkları
hikâyeler. Üstelik her ikisin de buradaki PKK’lılardan yardım aldığını kesin
biçimde ortaya çıkarmıştık. Ama dediğim gibi işte dostum. Kimseye dinletemedik
kendimizi.”
“Kızmazsan bir şey daha sormak istiyorum,”
demişti Cengiz o zaman, “Az önce Serxwebun’da Apo’nun bir yeniyıl mesajının
yayınlandığını söylemiştin. Ne diyordu o mesaj?”
“Bilmiyor musun yoksa? Senin böyle şeyleri
her zaman bildiğini sanırdım ben.”
“Bilmiyorum dostum. Türkiye’ye döndükten
sonra Avrupa’daki olaylardan biraz kopmuşum herhalde. Gerçekten de bilmiyorum.”
Lennart ona şöyle bir bakıp yanındaki
sandalyenin üstüne koyduğu evrak çantasını almıştı eline. Sonra da açıp naylon
kılıf içine konulmuş bir gazete kupürünü uzatmıştı Cengiz’e.
“Al kendin oku o zaman. Bunu bir ibret
belgesi olarak yanımda taşıyorum her zaman.”
Apo’nun mesajı hayli uzundu. Cengiz ilk
paragrafına şöyle bir göz atmıştı aceleyle. Türkçe’ydi.
“Turgut Özal Olof Palme’yle buluşup
kendisinden partimize karşı yürütülen komploların sürdürülmesini rica etti. Bu
koşullar altında İsveç, ulusal direniş savaşımıza ve onun liderliğini yürüten
PKK’ya karşı en ağır komploların düzenlendiği tehlikeli bir merkez durumuna
gelmiştir.”
Devamı da, tehdit doluydu mesajın.
O geceyi kafası düşünceyerle dolu,
neredeyse hiç uyumadan geçirmişti Cengiz. Ertesi sabah gazeteleri dağıtıp
döndüğünde de evin haline şöyle bir bakmıştı. Rezaletti tek kelimeyle.
Güvercin, yani çocukların taktığı adıyla Kuşbeyaz her yere sıçmıştı yine. Gerçi
her akşam yatmadan önce tüm eşyaların üstünü gazetelerle örtüyorlardı özenle
ama. Sonuçta bir kuştu işte bu. Onu görür görmez tünediği portmanto’nun
üstünden uçup gelmiş ve hep yaptığı gibi kafasının tepesine konmuştu.
“Ulan Kuşbeyaz...” demişti Cengiz de, “Bir
kafama sıçmadığın kaldı bile diyemiyorum...”
Diyemiyordu çünkü onu da yapmıştı bu güzel
beyaz güvencin. Hem de tam yemek sırasında üstelik. Gülerek yatak odasına doğru
yürümüştü Cengiz bu komik mi iğrenç mi olduğu tam kestiremediği olayı
hatırladığında. Hala kafasındaydı güvencin ama onu kesinlikle sokmuyorlardı
yatak odasına. Bari orası temiz kalsın diyeydi bu.
Aslında İsveç’e gelirken onu da
getirebilmek için epey uğraşmıştı. Canlı hayvan sokmak, kuşlar dışında
imkânsıza yakın zordu İsveç’e. Bunun nedeni de, yüz yıldan fazla bir süreden
beri ülkede tek bir kuduz vakasının bile görülmemiş olmasıydı. Örneğin biri
başka ülkelerden İsveç’e köpek getirmeye kalksa, hayvanın 6 ay karantinada
kalmasını kabullenmek zorundaydı. Kuşlar farklıydı tabii. Onlar ne de olsa
uçarak da gelebilirlerdi İsveç’e. Ama yine de kapsamlı veteriner raporları
alması, aşılar filan yaptırıp bunları belgelemesi gerekmişti. En komiği de,
güvercini İstanbul’da muayene için götürdüğü veterinerin rapora yazdığı ‘Bağdat
cinsi beyaz erkek güvercin’ tanımlamasıydı. Erkek güvercin Stockholm’e
gelmelerinden yalnızca 4 gün sonra yumurtlayıvermişti. Ama tüm bunlara
katlanması da boş yere değildi Cengiz’in. Bir gün, İstanbul Ataköy’de 9’uncu
kattaki evlerinin salonunda otururken birden pencereden uçarak içeri girmiş ve
başına konmuştu güvencin. Hatta bu nedenle çevresine bir süre ‘başıma devlet
kuşu kondu’ diye şişinmişti bile. Ondan
sonra da bir daha asla gitmemişti güvercin.
Yatağa, hala uyumakta olan karısının yanına
uzandığında kendi kendine ‘bu güvercinlerle başım belada benim’ diye
mırıldanıyordu. Öyle ya; evde her yere sıçan bir güvercin vardı, dışarıda da,
sokak ortasında vurulup öldürülmüş bir başka güvercin.
Barış Güvercini’ydi Palme’nin lakaplarından
biri de.
Uyumak istiyordu ama, düşüncelerden
kurtulamıyordu bir türlü. Hem polisin hem de SAPO’nun elinde Palme’nin
öldürülmesinin ardında PKK’nın bulunabileceğini düşündürecek pek çok bulgu
olduğu kesindi. Ama bunlardan hiç bir sonuca ulaşamıyordu İsveç adalet sistemi.
Geçerli kurallara göre, yeterli delil sayılmıyordu bu bulgular.
Bir taraftan da, soruşturmanın baş
sorumlusu durumundaki Stockholm Emniyet Müdürlüğü bünyesinde, Kriminal Polis ve
SÄPO yetkililerinin katılımıyla kurulan ve basının kısaca ‘Palme Odası’ adını
taktığı merkez 24 saat aralıksız çalışıyordu. Üzerinde çalışan tek iz, yine
basının yakıştırdığı adıyla ‘Kürt Bağlantısı’ değildi tabii. Elde olan en
önemli verilerden biri, görgü tanıklarının ifadesine dayanılarak çizilmiş robot
resimdi. Tüm dünyaya dağılmıştı ve gelen ihbarların sayısının da ciddi şekilde
artmasına neden olmuştu. Polis bu ihbarların hepsini tek tek değerlendirmeye
almıyordu tabii. Bunların bir kısmı deli saçmasıydı çünkü. Ama önemli bir
bölümü ciddiye alınıyor ve derinlemesine incelemelere konu oluyordu. Pek çok
kişinin ifadesi alınmış, gözaltına alınanlar olmuştu. Ama İsveç adalet sistemi
her seferinde duvar gibi karşısına dikilmişti polisin çalışmalarının.
Özetlemek gerekirse; bir kaç önemli
‘olmazsa olmaz’ vardı ortada. Örneğin suikastte kullanılan silahın bulunması
gerekiyordu. Bu olmadan herhangi bir zanlının yargılanmasını başlatmak bile çok
zordu. Bu başarılabilse bile, o kişinin ilk celsede beraat etmesi garanti
gibiydi. Hatta suç silahı gibi inandırıcı delillerle desteklenmemiş bir itiraf
bile yetmeyebilirdi mahkûmiyet için. Ama polis, Palme’yi öldüren silahı
bulamamıştı bir türlü. Bundan sonra da bulacağa benzemiyordu. Hâlbuki, sırf bu
amaçla İsveç Hava Kuvvetleri’nden bile yardım alınmıştı. Müthiş duyarlı fotoğraf makineleriyle
donatılmış Viggen savaş jetleri, saatlerce kentin üzerinde alçak uçuş yapmışlar
ve her şeyin fotoğrafını çekmişlerdi. Kazayla düşürülmüş bozuk paralar bile görünüyordu
bu fotoğraflarda ama silah, hem de o bayağı kocaman 357 Magnum silah yoktu
ortada.
Uyuyamayacağını anlayınca kalkıp yine
salona geçmişti Cengiz. Kuşbeyaz yine kafasının üstündeydi tabii. Gidip masanın
üstüne duran robot resmi eline almıştı sonra da. Hiç de İsveçli gibi
görünmüyordu adam. Acaba görgü tanıkları polise anlattıklarını yabancılarla
ilgili kendi ön yargılarıyla süslemiş ve ortaya böyle bir tipin çıkmasına neden
olmuş olabilir miydiler?
Ama Cengiz bu resmin nasıl ortaya
çıkarıldığının öyküsünü Kiriminal Polis’deki bir arkadaşından ayrıntılı olarak
dinlemişti. Birkaç tane görgü tanığı vardı ama bunların içinden en önemlisi,
Sanna Törnaman adındaki bir kadındı. Profesyonel ressamdı ve kaçış yolu üstünde
gördüğünü söylediği katilin bir de portresini çizip vermişti polise. Arkadaşının
Cengiz’e söylediğine göre, o resim bile kullanılabilecek kadar kaliteli bir şey
olmuştu, üstelik diğer görgü tanıklarının anlattıklarına da uyuyordu. Ama polis
daha net, daha garantili bir resim istiyordu. Bu nedenle de, robot resim
hazırlama konusunda uzmanlaştığı bilinen Alman Federal Kriminal Dairesi’ne
başvurup yardım istemişlerdi. Bunun sonucu olarak da, suikastten bir kaç gün
sonra, 5 Mart günü iki Alman kriminal uzman, beraberlerinde robot resim
hazırlamakta kullanılan son derece gelişmiş bir aygıtla birlikte Stockholm’e
gelmişti.
Sonra da, başta ressam Bayan Törnaman olmak
üzere, tüm görgü tanıklarının katıldığı hızlı ve kapsamlı bir çalışma
başlamıştı. Sonuç, en azından görgü tanıklarının gözünde, mükemmeldi. Peşinden
de, önce İsveç’e, sonra da tüm dünyaya dağıtılmıştı bu robot resim.
Demek ki, robot resmin ön yargılar sonucu
ortaya çıkmış olması ihtimali çok küçüktü. Ve evet, hiç de İsveçli’ye
benzemiyordu o resimdeki adam. Bir kere saçlarının rengi çok koyuydu. Yüzü çok
uzundu. Gerçeği söylemek gerekirse bir Akdenizli’yi andırıyordu biraz. Ama
bundan daha da çok, Ortadoğu’lu biri izlenimi veriyordu insana. Bu da, ister
istemez ‘Kürt Bağlantısı’ tezinin ciddiye alınması gereğine işaret ediyordu.
Peki, PKK’nın İsveç Başbakanı’nı öldürmek için
nasıl bir nedeni olabilirdi ki? Abdullah Öcalan’ın Serxwebun’da yayınlanan yeni
yıl mesajındaki sözleriyle örgütün Avrupa Temsilcisi Hüseyin Yıldırım’ın
tehditleri, yalnızca durumu kurtarmak ve örgütün moralini düzeltmek için
sarfedilmiş sözler olamaz mıydı?
Cengiz, bu konuya özel zaman ayırması
gerektiğine karar vermişti. Bulabildiği, ulaşabildiği herkesle konuşmalı,
PKK’nın Palme’yi neden öldürmek isteyeceği hakkında mümkün olan her bilgiyi
edinmeliydi. Kuşku kalmamalıydı içinde.
Kafasının en çok takıldığı konulardan biri
de, suikast silahıydı. PKK’nın çeşitli Avrupa ülkelerinde ve bu arada İsveç’de
işlediği bilinen cinayetlerde hiç 357 Magnum gibi büyük kalibreli bir silah
kullandığını duymamıştı. Ama onun duymamış olması da bir şey ifade etmezdi elbette.
Belki de daha önceki olaylarda katiller kurbanlarına hep kalabalık yerlerde
saldırdıkları için, belli olmadan taşınması daha kolay küçük kalibreli
silahları seçmişlerdi. Nitekim İsveç’deki 2 PKK cinayetinde de, 7.65mm.’lik
tabancalar kullanmıştı katiller. Ama öte yandan Palme’yi öldürmekte kullanılan
silah son derece etkili ve fiziken de büyüktü. Belli etmeden taşıması zordu.
İlla ki bunu tercih eden bir saldırganın iki nedeni olabilirdi ancak. Ya başka
silah bulamamıştı, ki bu pek akla yakın görünmüyordu, ya da mutlaka ölmesini
istemişti Palme’nin, yaralanarak kurtulmasını değil. Daha kurşunu yer yemez.
Daha yere bile düşemeden. Tıpkı otopsi raporunda yazılı olduğu gibi. Mermi, tüm
iç organlarını parçalayıp vücudunun öbür tarafından çıkarak öldürsün
istemişti.
Kafasından bunlar geçerken, bir taraftan da
PKK’nın şimdiye kadar Avrupa ülkelerinde işlediği bütün cinayetlerle ilgili
bilgi toplaması gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Hemen işe koyulmalıydı.
Ayağa kalkmıştı şimdi. Belki onu sonuca
götüremeyecek bir karara varmıştı ama, karara varmış olmanın onu yine de
rahatlattığını hissediyordu. Tekrar yatağa yatarsa uyuyabileceğini bile aklı
kesiyordu artık.
Uykuya dalmak üzereyken aklından son geçen
ise pek umut verici değildi doğrusu.
Yoksa hiç bir zaman bulunamayacak mıydı
katil?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder