Yine Yazıişleri Odası’nda bilgisayar
başındaydı. Semih’in tam karşısında oturuyordu büyük masanın çevresinde.
Telefonla konuşuyordu Semih. Biri aramıştı ve doğal olarak dinlemiyordu Cengiz.
Ama sonra elini sallayıp onun dikkatini çekmeye çalışmıştı Semih.
“Bir dakika,” diyordu telefonun içine,
“Seni bu konuyu iyi bilen birine aktaracağım.”
Sonra eliyle telefonun mikrofonunu kapatıp
fısıldamıştı.
“Burada bir adam var ve elinde Palme’nin
katiliyle ilgili her bilginin, hatta fotoğrafının bile olduğunu söylüyor.”
Cengiz kanının adeta donduğunu hissetmişti
o an.
Güvercin geri dönmüştü.
Semih’i böylesine telaşlandıran adam
Danimarka’dan aradığını söylüyordu. Anlattığına göre, Palme soruşturmasının son
safhalarında, İsveç Polisi’ne tercümanlık yapmıştı. Ona çok güvenen Danimarka
Polisi tarafından İsveçliler’e tavsiye edilmişti. Oralardaki tercümanlara hiç
güvenmeyen İsveçliler de hemen üstüne atlamışlardı. Tüm alınan ifadeleri
biliyordu ve bunların Danimarka diline çevirisini yapmıştı. Her şeyin bir
kopyasını da kendine saklamıştı. Ayrıca başka belgeler de vardı elinde. Şimdi
bunları gazeteye satmak istiyordu. Yalnızca 20 bin Mark yeterdi ona.
“Fotoğraflardan da söz etmişiniz galiba
arkadaşıma...”
“Evet, fotoğraflar da var.”
“Peki nasıl olacak bu iş? Bir görseydik
diyorum şu belgeleri ve fotoğrafları.”
“Önce bir buluşup konuşalım, eğer
anlaşırsak hepsini veririm size.”
“İyi de, anlaşmak için önce bunları bir
görmemiz gerek öyle değil mi?”
“Ona da tamam. Buluştuğumuzda gösteririm.”
“Peki, nasıl, ne zaman ve nerede
buluşacağız?”
“Flensburg’da, tren istasyonunun içindeki
büyük kahvede buluşalım. Yarın saat 12.’de.”
“Tamam,” demişti Cengiz, “Görüşürüz o
zaman.”
Sonra Semih’e konuşmayı anlatmıştı.
“Kim gidecek?” diye sormuştu tabii Semih.
“Sen ve ben Semih. İkimiz yani. Adam ismen
seni aradı unuttun mu?”
“Cengiz, patron Frankfurt’a geliyor bu
akşam. Turgut ve ben onunla yemek yiyeceğiz.”
“Tamam Semih, biz de yarın gideceğiz zaten
Flensburg’a. Sabah atlar gideriz.”
“Dalga mı geçiyorsun yahu? Flensburg buraya neredeyse 800 kilometre
uzakta.”
“Tam tamına 756 kilometre,” demişti Cengiz.
“Bunu ezbere bilirim. Flensburg Danimarka sınırında. İsveç’e gidip gelirken
oradan geçmek şart. Kimbilir kaç kere gidip geldim ben o yolu.”
Kaçta çıkacağız peki yola?”
“Sabah 8’de çıksak öğlen orada oluruz
Semih.”
“Ne diyorsun sen Cengiz? 756 kilometreyi 4
saatte mi gideceğiz yani. 200 mü basacağız yolu boyu?”
“Yol boyu 200 basmayacağız elbette. Öyle
yapsak zaten 4 saat sonra Flensburg’u 44 kilometre geçmiş oluruz. Ama unutma,
yol Nieder-Sachsen’den geçiyor ve orada 130 kilometre hız sınırı var. Yani
orada 130’la gideceğiz, başka yerlerde de, gerekiyorsa 240’la.”
“Neyle yapacağız bunu peki?”
“Sen Ercan Öztuna’nın Mercedes’ini al
Turgut’tan, gerisine karışma Semih. Bir de sabah tam 8’de hazır ol. Ayrıca
Mercedes’i kendi evinin önüne parket, ben gelince benim Escort’u oraya
bırakırım ve atlar gideriz hemen. Merak etme, saat 12’de Flensburg’da oluruz.”
Olmuşlardı da gerçekten. Üstelik 12’ye 5
kala girmişlerdi İstasyon binasına. Semih yolculuğun ilk bölümünde biraz hız
sarhoşu olur gibiydi gerçi ama, sonra da gevşemiş ve rahat rahat oturmuştu
Cengiz’in yanında. Zaten o da hızlı araba kullananlardandı ama, çok insan gibi
arabayı kullanan başkası olduğunda biraz rahatsız oluyordu.
Anlaştıkları gibi masanın üstüne
gazeteleri, logosu görünecek şekilde koymuşlar ve beklemeye başlamışlardı.
Kendine ‘Ümmet’ adını veren adam da, onlardan bir 10 dakika sonra içeri girmiş,
sağa sola biraz bakınıp yanlarına gelmişti.
“Semih Akkoray mı?” diye sormuştu sonra da.
Daha ilk andan itibaren ondan pek
hoşlanmamıştı Cengiz. Kaypaktı. Duşun altında uzun süre ıslanıp iyice
kayganlaşmış ve ele alındığında biraz sıkı tutulsa hemen kayıp gidecekmiş hissi
veren bir sabun kalıbını andırıyordu sanki. Cengiz sorduğu için Kürt olduğunu
söylemişti. Konya’nın Cihanbeyli İlçesi’ne bağlı bir köyde doğduğunu, dedesinin
Osmanlı zamanındaki bir Kürt isyanından sonra Dersim’den oraya sürülmüş
olduğunu anlatmıştı. Soydaşı olan bir takım insanlarla ilgili belgeleri satmaya
çalışmak ve büyük bir olasılıkla onların başını belaya sokmak, vicdanını hiç
rahatsız etmemiş gibi görünüyordu.
Buna karşılık gösterdiği belgeler dehşetti.
Bir kısmı İsveç Polisi’nin resmi belgelerinin fotokopileriydi ve hatta
aralarında Başsavcı Claes Zeime’nin imzası bulunan bir Savcılık Belgesi de
vardı. Bir kısmı da, kendi yaptığını söylediği çevirilerin fotokopileriydi. Bu
belgeler daha sonra Danimarka dilinden İsveçce’ye de çevrilmişti ve onların da
fotokopileri vardı. Tabii fotoğraflar da. Kimler yoktu ki onların arasında.
Halis İkincisoy, Naif Durak, Enver Ata’yı Uppsala’da öldüren Zülküf Kılınç,
Çetin Güngör’ün katili Nuri Candemir ve elbette ki en önemli isimlerden biri
olan PKK’nın İsveç Sorumlusu Mehmet Daban. Bu malzemeler Cengiz’i, herifin onun
üstünde uyandırdığı tiksintiye aldırmamaya zorluyordu. Fotoğraflar arasından o
ünlü robot resmi eline alıp sormuştu ama yine de;
“Eee Ümmet, katilin resmi nerede? Yoksa bu
mu katilin resmi?”
“Yok canım o olur mu? O resim robot bi
kere. Adamın kendi fotoğrafı da var bende. Ama Türkiye’de. Eğer anlaşırsak
gidip Türkiye’den alırız ve size veririm onu da.”
“Ne yapıyor o resim Türkiye’de Ümmet? Sanki
memlekete izne gitmiş gibi bahsediyorsun da, o yüzden merak ettim soruyorum.”
“Canım hiç resim izne gider mi? Türk
makamlarına vermiştim onu da. Elimde de başka yok, o bakımdan. Türkiye’ye gider
alırız geri. Ya da kopyasını çıkarır verirler.”
“Bak Ümmet, o resmi görmeden bir şey
söyleyemem sana. Buradaki resimler öyle çok önemli değil. Bu belgelerde neler
yazıldığını da okumak lazım tabii ama, şimdi buna vakit de yok, burası yeri de
değil zaten. Nasıl yapacağız bu işi. O resmi görmem şart.”
“Atlar gideriz birlikte. Yalnız bana
Kopenhag’dan Ankara’ya gidiş-dönüş uçak bileti almanız lazım.”
“Bilet sorun değil. Ama seninle aynı uçakta
olmamıza imkân yok. Sen Kopenhag’dan uçarsın, ben Frankfurt’tan. Ankara’da
buluşuruz. Ama nasıl buluşacağımızı da bilelim bu arada.”
“Kolay. Ben hep Stad Otel’de kalırım. Gelir
beni bulursun orada.”
“Peki o zaman Ümmet, ben de senin bilet
işini hemen hallederim. İlk uçağa bilet ayarlarız ve gidip Kopenhag’daki Türk
Hava Yolları’ndan alırsın. Ne ada kesilecek bilet?”
Bir an duralamıştı herif. Cengiz onun az
daha boş bulunup gerçek adını söylemek üzere olduğunu sezmişti. Ama sonra kendini toplamıştı.
“Yok öyle olmaz, siz bana parasını şimdi
verin, ben alırım bileti.”
“Bence sen bileti al, ben parasını sana
Ankara’da vereyim.”
Şimdi karşılıklı bakışıyorlardı. Semih de
eliyle ağzını örtmüş, ikisinin arasındaki bu konuşmaları dinlerken hafif hafif
güldüğünü çaktırmamaya uğraşıyordu.
Sonra birden aklına gelmişti Cengiz’in.
“Haa Ümmet, şimdi bu katilin resmi
Türkiye’de, yani sen de yok. Adı da mı yok peki?”
“Adı olmaz olur mu? Katilin adı Hasan Hayri
Güler...”
Birden donmuştu Cengiz. Stockholm
Polisi’nin o çok üst düzey yöneticisi ile İsveç Film Enstitüsü’nün restoranında
yediği yemeğin sonunda, adam onu tanıyıp tanımadığını sorduğunda duymuştu bu
adı ilk kez ve hiç unutmuyordu o günden beri.
“Uçak bileti kaç para Ümmet?” diye sormuştu
sonra da, “Bakalım üstümüzde o kadar var mı?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder