21 Eylül 2011 Çarşamba

BÜYÜK GÜVERCİN GERİ DÖNÜYOR


Yine Yazıişleri Odası’nda bilgisayar başındaydı. Semih’in tam karşısında oturuyordu büyük masanın çevresinde. Telefonla konuşuyordu Semih. Biri aramıştı ve doğal olarak dinlemiyordu Cengiz. Ama sonra elini sallayıp onun dikkatini çekmeye çalışmıştı Semih.

“Bir dakika,” diyordu telefonun içine, “Seni bu konuyu iyi bilen birine aktaracağım.”

Sonra eliyle telefonun mikrofonunu kapatıp fısıldamıştı.

“Burada bir adam var ve elinde Palme’nin katiliyle ilgili her bilginin, hatta fotoğrafının bile olduğunu söylüyor.”

Cengiz kanının adeta donduğunu hissetmişti o an.

Güvercin geri dönmüştü.

Semih’i böylesine telaşlandıran adam Danimarka’dan aradığını söylüyordu. Anlattığına göre, Palme soruşturmasının son safhalarında, İsveç Polisi’ne tercümanlık yapmıştı. Ona çok güvenen Danimarka Polisi tarafından İsveçliler’e tavsiye edilmişti. Oralardaki tercümanlara hiç güvenmeyen İsveçliler de hemen üstüne atlamışlardı. Tüm alınan ifadeleri biliyordu ve bunların Danimarka diline çevirisini yapmıştı. Her şeyin bir kopyasını da kendine saklamıştı. Ayrıca başka belgeler de vardı elinde. Şimdi bunları gazeteye satmak istiyordu. Yalnızca 20 bin Mark yeterdi ona.

“Fotoğraflardan da söz etmişiniz galiba arkadaşıma...”

“Evet, fotoğraflar da var.”

“Peki nasıl olacak bu iş? Bir görseydik diyorum şu belgeleri ve fotoğrafları.”

“Önce bir buluşup konuşalım, eğer anlaşırsak hepsini veririm size.”

“İyi de, anlaşmak için önce bunları bir görmemiz gerek öyle değil mi?”

“Ona da tamam. Buluştuğumuzda gösteririm.”

“Peki, nasıl, ne zaman ve nerede buluşacağız?”

“Flensburg’da, tren istasyonunun içindeki büyük kahvede buluşalım. Yarın saat 12.’de.”

“Tamam,” demişti Cengiz, “Görüşürüz o zaman.”

Sonra Semih’e konuşmayı anlatmıştı.

“Kim gidecek?” diye sormuştu tabii Semih.    

“Sen ve ben Semih. İkimiz yani. Adam ismen seni aradı unuttun mu?”

“Cengiz, patron Frankfurt’a geliyor bu akşam. Turgut ve ben onunla yemek yiyeceğiz.”

“Tamam Semih, biz de yarın gideceğiz zaten Flensburg’a. Sabah atlar gideriz.”

“Dalga mı geçiyorsun yahu?  Flensburg buraya neredeyse 800 kilometre uzakta.”

“Tam tamına 756 kilometre,” demişti Cengiz. “Bunu ezbere bilirim. Flensburg Danimarka sınırında. İsveç’e gidip gelirken oradan geçmek şart. Kimbilir kaç kere gidip geldim ben o yolu.”

Kaçta çıkacağız peki yola?”

“Sabah 8’de çıksak öğlen orada oluruz Semih.”

“Ne diyorsun sen Cengiz? 756 kilometreyi 4 saatte mi gideceğiz yani. 200 mü basacağız yolu boyu?”

“Yol boyu 200 basmayacağız elbette. Öyle yapsak zaten 4 saat sonra Flensburg’u 44 kilometre geçmiş oluruz. Ama unutma, yol Nieder-Sachsen’den geçiyor ve orada 130 kilometre hız sınırı var. Yani orada 130’la gideceğiz, başka yerlerde de, gerekiyorsa 240’la.”

“Neyle yapacağız bunu peki?”

“Sen Ercan Öztuna’nın Mercedes’ini al Turgut’tan, gerisine karışma Semih. Bir de sabah tam 8’de hazır ol. Ayrıca Mercedes’i kendi evinin önüne parket, ben gelince benim Escort’u oraya bırakırım ve atlar gideriz hemen. Merak etme, saat 12’de Flensburg’da oluruz.”

Olmuşlardı da gerçekten. Üstelik 12’ye 5 kala girmişlerdi İstasyon binasına. Semih yolculuğun ilk bölümünde biraz hız sarhoşu olur gibiydi gerçi ama, sonra da gevşemiş ve rahat rahat oturmuştu Cengiz’in yanında. Zaten o da hızlı araba kullananlardandı ama, çok insan gibi arabayı kullanan başkası olduğunda biraz rahatsız oluyordu.

Anlaştıkları gibi masanın üstüne gazeteleri, logosu görünecek şekilde koymuşlar ve beklemeye başlamışlardı. Kendine ‘Ümmet’ adını veren adam da, onlardan bir 10 dakika sonra içeri girmiş, sağa sola biraz bakınıp yanlarına gelmişti.

“Semih Akkoray mı?” diye sormuştu sonra da.

Daha ilk andan itibaren ondan pek hoşlanmamıştı Cengiz. Kaypaktı. Duşun altında uzun süre ıslanıp iyice kayganlaşmış ve ele alındığında biraz sıkı tutulsa hemen kayıp gidecekmiş hissi veren bir sabun kalıbını andırıyordu sanki. Cengiz sorduğu için Kürt olduğunu söylemişti. Konya’nın Cihanbeyli İlçesi’ne bağlı bir köyde doğduğunu, dedesinin Osmanlı zamanındaki bir Kürt isyanından sonra Dersim’den oraya sürülmüş olduğunu anlatmıştı. Soydaşı olan bir takım insanlarla ilgili belgeleri satmaya çalışmak ve büyük bir olasılıkla onların başını belaya sokmak, vicdanını hiç rahatsız etmemiş gibi görünüyordu.

Buna karşılık gösterdiği belgeler dehşetti. Bir kısmı İsveç Polisi’nin resmi belgelerinin fotokopileriydi ve hatta aralarında Başsavcı Claes Zeime’nin imzası bulunan bir Savcılık Belgesi de vardı. Bir kısmı da, kendi yaptığını söylediği çevirilerin fotokopileriydi. Bu belgeler daha sonra Danimarka dilinden İsveçce’ye de çevrilmişti ve onların da fotokopileri vardı. Tabii fotoğraflar da. Kimler yoktu ki onların arasında. Halis İkincisoy, Naif Durak, Enver Ata’yı Uppsala’da öldüren Zülküf Kılınç, Çetin Güngör’ün katili Nuri Candemir ve elbette ki en önemli isimlerden biri olan PKK’nın İsveç Sorumlusu Mehmet Daban. Bu malzemeler Cengiz’i, herifin onun üstünde uyandırdığı tiksintiye aldırmamaya zorluyordu. Fotoğraflar arasından o ünlü robot resmi eline alıp sormuştu ama yine de;

“Eee Ümmet, katilin resmi nerede? Yoksa bu mu katilin resmi?”

“Yok canım o olur mu? O resim robot bi kere. Adamın kendi fotoğrafı da var bende. Ama Türkiye’de. Eğer anlaşırsak gidip Türkiye’den alırız ve size veririm onu da.”

“Ne yapıyor o resim Türkiye’de Ümmet? Sanki memlekete izne gitmiş gibi bahsediyorsun da, o yüzden merak ettim soruyorum.”

“Canım hiç resim izne gider mi? Türk makamlarına vermiştim onu da. Elimde de başka yok, o bakımdan. Türkiye’ye gider alırız geri. Ya da kopyasını çıkarır verirler.”

“Bak Ümmet, o resmi görmeden bir şey söyleyemem sana. Buradaki resimler öyle çok önemli değil. Bu belgelerde neler yazıldığını da okumak lazım tabii ama, şimdi buna vakit de yok, burası yeri de değil zaten. Nasıl yapacağız bu işi. O resmi görmem şart.”

“Atlar gideriz birlikte. Yalnız bana Kopenhag’dan Ankara’ya gidiş-dönüş uçak bileti almanız lazım.”

“Bilet sorun değil. Ama seninle aynı uçakta olmamıza imkân yok. Sen Kopenhag’dan uçarsın, ben Frankfurt’tan. Ankara’da buluşuruz. Ama nasıl buluşacağımızı da bilelim bu arada.”

“Kolay. Ben hep Stad Otel’de kalırım. Gelir beni bulursun orada.”

“Peki o zaman Ümmet, ben de senin bilet işini hemen hallederim. İlk uçağa bilet ayarlarız ve gidip Kopenhag’daki Türk Hava Yolları’ndan alırsın. Ne ada kesilecek bilet?”

Bir an duralamıştı herif. Cengiz onun az daha boş bulunup gerçek adını söylemek üzere olduğunu  sezmişti. Ama sonra kendini toplamıştı.

“Yok öyle olmaz, siz bana parasını şimdi verin, ben alırım bileti.”

“Bence sen bileti al, ben parasını sana Ankara’da vereyim.”

Şimdi karşılıklı bakışıyorlardı. Semih de eliyle ağzını örtmüş, ikisinin arasındaki bu konuşmaları dinlerken hafif hafif güldüğünü çaktırmamaya uğraşıyordu.

Sonra birden aklına gelmişti Cengiz’in.

“Haa Ümmet, şimdi bu katilin resmi Türkiye’de, yani sen de yok. Adı da mı yok peki?”

“Adı olmaz olur mu? Katilin adı Hasan Hayri Güler...”

Birden donmuştu Cengiz. Stockholm Polisi’nin o çok üst düzey yöneticisi ile İsveç Film Enstitüsü’nün restoranında yediği yemeğin sonunda, adam onu tanıyıp tanımadığını sorduğunda duymuştu bu adı ilk kez ve hiç unutmuyordu o günden beri. 

“Uçak bileti kaç para Ümmet?” diye sormuştu sonra da, “Bakalım üstümüzde o kadar var mı?”  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder