“Oğlum Cengiz, bundan sonra çok dikkatli
olman gerekiyor!”
Gazetenin Köln Büro Şefi Fuat Görker’in
telefondaki sesi heyecanlı çıkıyordu.
“Hayrola Fuat ağbi?” demişti Cengiz, “Seni
bilmeden kızdırdım mı yoksa?”
“Gerçi beni kızdırmış olsan da dikkatli
olman gerekir ama, en çok bir rakı ısmarlarsın unuturuz. Benim söylemek
istediğim o kadar basit değil. Anlaşılan Serxwebun’un son sayısını görmemişin.”
“Görmedim tabii Fuat ağbi. O rezillik
Köln’de yayınlanıyor ve sen hepimizden önce görüyorsun. Ne oldu, bir şey mi
var?”
“Adın birinci sayfada yayınlanan
Yokedilmesi Gerekli Ajan Provokatörler Listesi’ne girmiş Cengiz. Hem de birinci
sıraya koymuşlar.”
“Yok be?”
“Evet, aynen öyle. Şimdi sana
fakslatıyorum. Kendin de gör ve dediğimi sakın unutma. Bundan sonra çok
dikkatli olman gerekiyor.”
Yaklaşık 5 dakika sonra teleksçi
Hayrettin’in getirip verdiği faksa bakıyordu Cengiz. Gerçekten de şaka
yapmamıştı Fuat Görker. Gerçi Palme haberinden sonra PKK’nın bir tepkisine
hedef olacağını biliyordu ama, bu kadarını da beklememişti doğrusu. Yine de çok
takılmamıştı buna. O gün yapılacak çok iş vardı.
Ama konu; akşamüstü Turgut Cemreci’nin
sekreteri Haber Merkezi’ne telefon edip onu yukarıya çağırdığında, yeniden
gündeme gelmişti. Semih Akkoray da oradaydı. Bir de Alman vardı.
“Seni tanıştırayım,” demişti Turgut, “Bu
arkadaşın adı Herr Müller. Kendisi Bundeskriminalamt’da çalışıyor ve seninle
konuşmak istedikleri var.”
Sonra adam sazı eline almıştı.
Serxwebun’daki yazı ile ilgiliydi tüm konuştukları. Onu korumaya almak zorunda
olduklarını anlatıyordu.
“Bir dakika,” demişti Cengiz, “Ne zamandan
beri Türk gazetecilerin güvenliğiyle bu kadar yakından ilgilenmeye başladı
Alman Polisi?”
Kısa bir sessizlik olmuştu odada. En çok
şaşıran da Alman’dı. Ama Turgut Cemreci hemen müdahale etmişti olaya.
“Yavaş Cengiz, adama ne bozuk atıyorsun.
Ben telefon ettim Bundeskriminalamt’a ve yardım istedim. Herhalde Fuat
Görker’in durumu bana anlatmadığını sanmıyorsun değil mi?”
“Sen mi telefon ettin? Neden peki? Benim
böyle bir talebim olmadı ki.”
“Senin olmadı ama patronun çok sıkı tembihi
vardı. O haberin çıktığı gün beni arayıp dikkatli olmamızı söylemişti. En ufak
bir tehlike kokusu aldığımızda da, polisten yardım istememiz talimatını
vermişti.”
“Vay be,” demişti Cengiz, “Patronun yaptığı
işe bak. Peki ne olacak şimdi? Bundan sonra hep korumayla mı dolaşacağım? Hiç
bir iş yapamam ki o zaman.”
“Adamı bir dinlesen önce diyorum Cengiz.
Bakalım o ne diyecek?”
Mecburi dinlemişti Cengiz. Terörle mücadele
ve bireysel korunma uzmanıydı,ı tam adı Franz Müller olan bu Alman.
“İlk başlarda sizinle benim biraz sıkı
çalışmamız gerekecek,” demişti, “Gidip bir evinize bakalım önce. Sonra çeşitli
anlatacaklarım olacak size.”
Çaresiz kalkıp eve gitmişlerdi birlikte.
Sonra da, giderek Citroen’e uzaktan kumandayla motorunu çalıştıracak o aygıtın
takılmasına kadar uzayan bir sıkıntılı dönem başlamıştı. Evle iş arasındaki
gidiş-geliş yolu alternatiflerinin saptanması da buna dâhildi tabii. Hatta bazı
bölgelerde emniyet kemerini çözmesini bile istemişti Franz Müller.
“İyi de o zaman durmadan ceza ödemek
zorunda kalırım,” demişti Cengiz, “Biliyorsunuz, ülkenizde işi gücü olmayan bir
yığın yaşlı insan var ve bunlar durmadan polise telefon edip hızlı gidenleri,
emniyet kemeri takmayanları, hatalı araç kullananları ihbar ediyorlar ve o
zaman da cezalar postayla geliyor evlere.”
“Sizin için böyle bir sorun olmayacak. Eğer
size böyle bir ceza gelirse, vereceğim numaraya telefon edip gelen ceza
makbuzunun üstündeki numarayı bildirirsiniz. Bu yeterli olur.”
İş bununla da kalmamıştı ama. Sonra da
Cengiz’e araba kullanırken bir silahlı saldırıya uğrarsa ne yapması gerektiğini
öğretmeye başlamıştı Franz Müller. Kendini aşağıya, pedallara doğru atıp
saklanmaya çalışırken direksiyon hâkimiyetini de asla kaybetmemek gibi, pek
kolay olmayan şeylerdi bunlar. Ama bu da yetmemişti. Her sabah evden çıkmadan
yarım saat önce verilen bir numaraya telefon edip haber verecek ve
bekleyecekti. Bunun ne anlama geldiğini de hemen ertesi günü anlamıştı zaten.
Sivil bir araba gelmişti kapıya ve içinde 3 kişi vardı. Bunlardan biri
Cengiz’in yanına oturmuş, diğerleri de geldikleri arabayla peşine takılıp, hep
birlikte gitmişlerdi gazeteye.
En kötüsü ise, gazeteden her çıkışından
önce de telefon edip haber vermek zorunda olmasıydı. Nereye giderse gitsin,
böyle hep birlikte gidiyorlardı. Hatta içlerinden en az biri, bir binaya
girdiğinde bile onunla birlikte geliyordu. İşin tadı iyice kaçmıştı. Frankfurt
dışına çıkması gerektiğinde, ki bu sık sık gerekiyordu, daha da zorlaşıyordu
her şey. Ama asıl sorun, Almanya dışına çıkması söz konusu olduğunda ortaya
çıkıyordu. Çoğu kez arabayla gidiyordu ve tüm ekip de onunla birlikte sınıra
kadar geliyordu. Orada ayrılıyorlardı tabii. Dönerken de önceden telefon edip
onlarla sınırda buluşmak üzere sözleşmek zorunda kalıyordu.
Sonunda birgün Franz Müller tekrar gazeteye
gelip onunla yeniden bu ilginç bir konuşma yapmıştı.
“Sizi alışılmış yöntemlerle koruma altında
tutmak konusunda çok zorlanıyoruz,” demişti Alman, “Onun için yeni bir şey
önermeye karar verdik. Size silah taşıma ruhsatı vereceğiz. Yani kendi
kendinizi korumak zorunda kalacaksınız. Bunu yapabilir misiniz?”
“Silahlara yabancı değilim Herr Müller.
Sanırım yapabilirim. Ayrıca şu işkenceden kurtulmak için her şeyi
yapabilirmişim gibi geliyor bana zaten.”
“Ama bunun için de bir eğitimden geçmeniz
gerekecek. Federal yasalar silah taşıyanların onu iyi kullanmayı bilmesi
zorunluluğunu getiriyor.”
“Dedim ya Herr Müller, silahlara yabancı
değilim.”
“Ne yazık ki bunu söylemeniz yeterli değil.
Şimdi bir atış poligonu bulup orada bir eğitmenin nezaretinde tabanca
kullanmayı öğrenmeniz gerekli. Bunu belgeleyeceksiniz ki, silah taşıma ruhsatı
işlemi başlayabilsin. Ama bu kadar yeterli değil tabii. Noter kimliğini haiz bir
hukukçudan da, teorik ders alacaksınız. Size yasaları öğretecek. Nerede ve
hangi koşullarda silah kullanmaya hakkınız ve yetkiniz olduğunu öğreneceksiniz
ve bunu da belgeleyeceksiniz. Sonra da Hessen Eyalet Polisi’nde bir sözlü
sınavdan geçeceksiniz. Ancak bundan sonra silah taşımanıza izin verilebilir.
Yine de, her ay bir poligonda en az 25 mermi yakarak atış pratiği yapmanız ve
bunu da belgelemeniz istenecek. Ruhsatınız olduğu sürece, her ay bu pratiği
yapmak zorundasınız.”
“Vay be,” demişti Cengiz kendi kendine,
“Türkiye’de ipini koparana silah ruhsatı veriyorlar, burada adamlar kendileri
vermek istiyor ve benden beklenenlere bak!”
Aslında olması gereken buydu elbette ki.
Ama tüm bu önlemlerin ne kadar doğru olduğunu da, asıl teorik eğitim sırasında
farketmişti. Alman yasaları, yalnızca insanın canı için değil malı için de bir
tür nefs-i müdafaa hakkı tanıyordu. Sonunda sınava da girmişti, söylendiği
gibi. Bir yığın sıradan sorunun ardından da kilit soru gelmişti birden.
“Yolda yürüyorsunuz diyelim. Yanınıza
esmer, görüntüsü ile Kürt izlenimi veren biri sokuluyor. Belki de yalnızca
sigarasını yakmak için ateş isteyecek ama siz bunu bilmiyorsunuz tabii. Ne
yapardınız? Çekip vurur muydunuz?”
Biran kalakalmıştı Cengiz. Sıkı soruydu
doğrusu.
“Sanıyorum ki,” demişti sonra da, “Siz ne
yaparsanız, ben de onu yapardım.”
“Ben ne yapardım sizce?”
“Bilmiyorum ki. Zaten onun için soruyorum
ben de.”
Bir an durmuştu soruları soran yaşlıca
polis. Cengiz’in gözlerinin içine bakmıştı uzun uzun.
“Zekice bir yanıt verdiniz,” demişti sonra
da, “Doğruyu söylemek gerekirse ben de bilmiyorum ne yapardım.”
Oradan Silah Satın Alma İzin Belgesi’ni
cebine koyup ayrılmıştı Cengiz. Doğruca Kaiser Strasse’ye gidip, silahçıdan
kendine 7.65 mm’lik bir Walter PPK almıştı sonra da. Aslında biraz da şaka
gibiydi bu. PKK tehdidine karşı kendini korumak için PPK kullanacaktı.
silah taşıma ruhsatı nasıl alınır hakkında bilgiler için tıklayın: silah taşıma ruhsatı nasıl alınır
YanıtlaSil