22 Eylül 2011 Perşembe

PKK’YA KARŞI PPK


“Oğlum Cengiz, bundan sonra çok dikkatli olman gerekiyor!”

Gazetenin Köln Büro Şefi Fuat Görker’in telefondaki sesi heyecanlı çıkıyordu.

“Hayrola Fuat ağbi?” demişti Cengiz, “Seni bilmeden kızdırdım mı yoksa?”

“Gerçi beni kızdırmış olsan da dikkatli olman gerekir ama, en çok bir rakı ısmarlarsın unuturuz. Benim söylemek istediğim o kadar basit değil. Anlaşılan Serxwebun’un son sayısını görmemişin.”

“Görmedim tabii Fuat ağbi. O rezillik Köln’de yayınlanıyor ve sen hepimizden önce görüyorsun. Ne oldu, bir şey mi var?”

“Adın birinci sayfada yayınlanan Yokedilmesi Gerekli Ajan Provokatörler Listesi’ne girmiş Cengiz. Hem de birinci sıraya koymuşlar.”

“Yok be?”

“Evet, aynen öyle. Şimdi sana fakslatıyorum. Kendin de gör ve dediğimi sakın unutma. Bundan sonra çok dikkatli olman gerekiyor.”

Yaklaşık 5 dakika sonra teleksçi Hayrettin’in getirip verdiği faksa bakıyordu Cengiz. Gerçekten de şaka yapmamıştı Fuat Görker. Gerçi Palme haberinden sonra PKK’nın bir tepkisine hedef olacağını biliyordu ama, bu kadarını da beklememişti doğrusu. Yine de çok takılmamıştı buna. O gün yapılacak çok iş vardı.

Ama konu; akşamüstü Turgut Cemreci’nin sekreteri Haber Merkezi’ne telefon edip onu yukarıya çağırdığında, yeniden gündeme gelmişti. Semih Akkoray da oradaydı. Bir de Alman vardı.

“Seni tanıştırayım,” demişti Turgut, “Bu arkadaşın adı Herr Müller. Kendisi Bundeskriminalamt’da çalışıyor ve seninle konuşmak istedikleri var.”

Sonra adam sazı eline almıştı. Serxwebun’daki yazı ile ilgiliydi tüm konuştukları. Onu korumaya almak zorunda olduklarını anlatıyordu.

“Bir dakika,” demişti Cengiz, “Ne zamandan beri Türk gazetecilerin güvenliğiyle bu kadar yakından ilgilenmeye başladı Alman Polisi?”

Kısa bir sessizlik olmuştu odada. En çok şaşıran da Alman’dı. Ama Turgut Cemreci hemen müdahale etmişti olaya.

“Yavaş Cengiz, adama ne bozuk atıyorsun. Ben telefon ettim Bundeskriminalamt’a ve yardım istedim. Herhalde Fuat Görker’in durumu bana anlatmadığını sanmıyorsun değil mi?”

“Sen mi telefon ettin? Neden peki? Benim böyle bir talebim olmadı ki.”

“Senin olmadı ama patronun çok sıkı tembihi vardı. O haberin çıktığı gün beni arayıp dikkatli olmamızı söylemişti. En ufak bir tehlike kokusu aldığımızda da, polisten yardım istememiz talimatını vermişti.”

“Vay be,” demişti Cengiz, “Patronun yaptığı işe bak. Peki ne olacak şimdi? Bundan sonra hep korumayla mı dolaşacağım? Hiç bir iş yapamam ki o zaman.”

“Adamı bir dinlesen önce diyorum Cengiz. Bakalım o ne diyecek?”

Mecburi dinlemişti Cengiz. Terörle mücadele ve bireysel korunma uzmanıydı,ı tam adı Franz Müller olan bu Alman.

“İlk başlarda sizinle benim biraz sıkı çalışmamız gerekecek,” demişti, “Gidip bir evinize bakalım önce. Sonra çeşitli anlatacaklarım olacak size.”

Çaresiz kalkıp eve gitmişlerdi birlikte. Sonra da, giderek Citroen’e uzaktan kumandayla motorunu çalıştıracak o aygıtın takılmasına kadar uzayan bir sıkıntılı dönem başlamıştı. Evle iş arasındaki gidiş-geliş yolu alternatiflerinin saptanması da buna dâhildi tabii. Hatta bazı bölgelerde emniyet kemerini çözmesini bile istemişti Franz Müller.

“İyi de o zaman durmadan ceza ödemek zorunda kalırım,” demişti Cengiz, “Biliyorsunuz, ülkenizde işi gücü olmayan bir yığın yaşlı insan var ve bunlar durmadan polise telefon edip hızlı gidenleri, emniyet kemeri takmayanları, hatalı araç kullananları ihbar ediyorlar ve o zaman da cezalar postayla geliyor evlere.”

“Sizin için böyle bir sorun olmayacak. Eğer size böyle bir ceza gelirse, vereceğim numaraya telefon edip gelen ceza makbuzunun üstündeki numarayı bildirirsiniz. Bu yeterli olur.”

İş bununla da kalmamıştı ama. Sonra da Cengiz’e araba kullanırken bir silahlı saldırıya uğrarsa ne yapması gerektiğini öğretmeye başlamıştı Franz Müller. Kendini aşağıya, pedallara doğru atıp saklanmaya çalışırken direksiyon hâkimiyetini de asla kaybetmemek gibi, pek kolay olmayan şeylerdi bunlar. Ama bu da yetmemişti. Her sabah evden çıkmadan yarım saat önce verilen bir numaraya telefon edip haber verecek ve bekleyecekti. Bunun ne anlama geldiğini de hemen ertesi günü anlamıştı zaten. Sivil bir araba gelmişti kapıya ve içinde 3 kişi vardı. Bunlardan biri Cengiz’in yanına oturmuş, diğerleri de geldikleri arabayla peşine takılıp, hep birlikte gitmişlerdi gazeteye.

En kötüsü ise, gazeteden her çıkışından önce de telefon edip haber vermek zorunda olmasıydı. Nereye giderse gitsin, böyle hep birlikte gidiyorlardı. Hatta içlerinden en az biri, bir binaya girdiğinde bile onunla birlikte geliyordu. İşin tadı iyice kaçmıştı. Frankfurt dışına çıkması gerektiğinde, ki bu sık sık gerekiyordu, daha da zorlaşıyordu her şey. Ama asıl sorun, Almanya dışına çıkması söz konusu olduğunda ortaya çıkıyordu. Çoğu kez arabayla gidiyordu ve tüm ekip de onunla birlikte sınıra kadar geliyordu. Orada ayrılıyorlardı tabii. Dönerken de önceden telefon edip onlarla sınırda buluşmak üzere sözleşmek zorunda kalıyordu.

Sonunda birgün Franz Müller tekrar gazeteye gelip onunla yeniden bu ilginç bir konuşma yapmıştı.

“Sizi alışılmış yöntemlerle koruma altında tutmak konusunda çok zorlanıyoruz,” demişti Alman, “Onun için yeni bir şey önermeye karar verdik. Size silah taşıma ruhsatı vereceğiz. Yani kendi kendinizi korumak zorunda kalacaksınız. Bunu yapabilir misiniz?”

“Silahlara yabancı değilim Herr Müller. Sanırım yapabilirim. Ayrıca şu işkenceden kurtulmak için her şeyi yapabilirmişim gibi geliyor bana zaten.”

“Ama bunun için de bir eğitimden geçmeniz gerekecek. Federal yasalar silah taşıyanların onu iyi kullanmayı bilmesi zorunluluğunu getiriyor.”

“Dedim ya Herr Müller, silahlara yabancı değilim.”

“Ne yazık ki bunu söylemeniz yeterli değil. Şimdi bir atış poligonu bulup orada bir eğitmenin nezaretinde tabanca kullanmayı öğrenmeniz gerekli. Bunu belgeleyeceksiniz ki, silah taşıma ruhsatı işlemi başlayabilsin. Ama bu kadar yeterli değil tabii. Noter kimliğini haiz bir hukukçudan da, teorik ders alacaksınız. Size yasaları öğretecek. Nerede ve hangi koşullarda silah kullanmaya hakkınız ve yetkiniz olduğunu öğreneceksiniz ve bunu da belgeleyeceksiniz. Sonra da Hessen Eyalet Polisi’nde bir sözlü sınavdan geçeceksiniz. Ancak bundan sonra silah taşımanıza izin verilebilir. Yine de, her ay bir poligonda en az 25 mermi yakarak atış pratiği yapmanız ve bunu da belgelemeniz istenecek. Ruhsatınız olduğu sürece, her ay bu pratiği yapmak zorundasınız.”

“Vay be,” demişti Cengiz kendi kendine, “Türkiye’de ipini koparana silah ruhsatı veriyorlar, burada adamlar kendileri vermek istiyor ve benden beklenenlere bak!”

Aslında olması gereken buydu elbette ki. Ama tüm bu önlemlerin ne kadar doğru olduğunu da, asıl teorik eğitim sırasında farketmişti. Alman yasaları, yalnızca insanın canı için değil malı için de bir tür nefs-i müdafaa hakkı tanıyordu. Sonunda sınava da girmişti, söylendiği gibi. Bir yığın sıradan sorunun ardından da kilit soru gelmişti birden.

“Yolda yürüyorsunuz diyelim. Yanınıza esmer, görüntüsü ile Kürt izlenimi veren biri sokuluyor. Belki de yalnızca sigarasını yakmak için ateş isteyecek ama siz bunu bilmiyorsunuz tabii. Ne yapardınız? Çekip vurur muydunuz?”

Biran kalakalmıştı Cengiz. Sıkı soruydu doğrusu.

“Sanıyorum ki,” demişti sonra da, “Siz ne yaparsanız, ben de onu yapardım.”

“Ben ne yapardım sizce?”

“Bilmiyorum ki. Zaten onun için soruyorum ben de.”

Bir an durmuştu soruları soran yaşlıca polis. Cengiz’in gözlerinin içine bakmıştı uzun uzun.

“Zekice bir yanıt verdiniz,” demişti sonra da, “Doğruyu söylemek gerekirse ben de bilmiyorum ne yapardım.”

Oradan Silah Satın Alma İzin Belgesi’ni cebine koyup ayrılmıştı Cengiz. Doğruca Kaiser Strasse’ye gidip, silahçıdan kendine 7.65 mm’lik bir Walter PPK almıştı sonra da. Aslında biraz da şaka gibiydi bu. PKK tehdidine karşı kendini korumak için PPK kullanacaktı.

1 yorum: