Budapeşte’yi oldum olası sevmişti Cengiz.
Ortasından geçen nehrin ayırdığı iki yakasıyla biraz Boğaziçi’ni de
anımsatıyordu gerçi ama, kendine has bir büyüsü olan ve çok değişik bir kentti.
Macarlar da değişiktiler zaten. Hele de öteki Doğu Bloğu ülkelerinin
insanlarıyla karşılaştırıldıklarında.
Belki de uzun zaman Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’nun yarısı olmaktan kaynaklanan bir hava vardı her yerde. Bunu
hissetmemek de olanaksızdı zaten. Altında iyi bir otomobil olan Batı’lı bir
erkek, diğer Doğu Bloku ülkelerinde kadınların ilgi odağı olduğunu hemen
hissedebilirken, Macaristan’da bunun izini bile görmeyip şaşırıyordu örneğin.
Batı uygarlığının bir parçası olmanın bilinciyle büyümüş gibiydi insanlar. En
çarpıcı tarafı da, bunu size hissettiriyorlardı.
Kimbilir kaç kere gelmişti bu kente ve her
zaman da zevk almıştı burada bulunmaktan. Gerçi başlangıçta sadece bir tek gece
kalmayı planlıyordu burada ama kente girdiğinde gece bastırıyordu artık. Sabah
Frankfurt’taki Macar Konsolosluğu’ndan vize almak, sandığından da uzun zaman
almıştı ve ancak öğlen saatlerinde çıkabilmişti yola. En iyisi 2 gece kalmak ve
ertesi günü kendini asmak isteyen adamın sözünü ettiği moteli bulup çevreyi
incelemekle geçirmek olacaktı. Ondan sonra da sabah erkenden çıkardı yola
artık. Önce Viyana’ya gitmesi, sonra da Maribor üzerinden Yugoslavya’ya girip,
neredeyse bin kilometrelik yolu katederek Bulgaristan’a ulaşması gerekecekti.
Böylece gece geç saatlerde geçmiş olacaktı Bulgaristan’dan ve bu işine
geliyordu doğrusu. Özellikle Türkler için kurulmuş para tuzakları vardı çünkü
Bulgaristan’da. Abuk sabuk yerlere konulmuş inanılmaz hız sınırlamaları, bunun
en iyi örneğiydi. Mesela başkent Sofya civarından gecen 3 şeritli otobanın
üstünde aniden insanın karşısına çıkan ve azami hızı 20 kilometre ile
sınırlayan tahdit levhaları gibi.
Cengiz, Bulgar plakalı arabaların bu
sınırlamalara hiç aldırmadığını farketmişti. Ama yabancı plakalı tüm arabalar,
eğer hızlarını 20 kilometreye düşürmezlerse tabii, yol kenarına mevzilenmiş
Bulgar Trafik Polisi “KAT” tarafından durduruluyordu. Bu tuzaklar; 300
kilometrelik Bulgaristan geçişini gerçek bir işkenceye dönüştürüyordu yani. Ama
Cengiz gide gele, sistemin gece çalışmadığını keşfetmişti. O zaman bastırıp
gidebiliyordu insan.
Daha önceden de yaptığı gibi, eski kalenin
yanıbaşındaki Hilton oteline gitti Cengiz. Kolayca da oda buldu kendine.
Üstelik nehre bakan bir odaydı bu. Sonra hızlı bir duş alıp, lobideki bara
indi. Gerçekten de bir iki duble viski iyi gelirdi yani.
Sonra barda bir şeyler yiyebileceğini
farketti. Çok çeşit yoktu ama Macaristan’ın en iddialı yemeği olan Gulaş vardı
tabii. O zaman ikinci duble viskiden vazgeçip, bir bardak ta kırmızı şarap
ısmarladı kendine. Şansı vardı bu arada. Çünkü hem şarap çok güzeldi, hem de
ağdalanmış bol salçalı sosuyla, aslında biraz irice dana kuşbaşı etlerle
yapılmış sulu bir yemek olan Gulaş, nefisti. O zaman aklına bu bölgedeki garip
bir çekişme geldi ister istemez. Yıllar önce Macarlar, Avusturyalılar ve
Çekoslovaklar arasındaki o iddialaşmayı ilk duyduğunda bayağı şaşırmıştı.
Herkes Gulaş’ın kendi milli yemeği olduğunu iddia ediyordu. İşin en ilginç
tarafı ise hepsinin haksız olmasıydı. Gulaş’ın bu bölgedeki tarihi, Osmanlı’nın
Viyana kuşatmalarından geriye gitmiyordu çünkü. Yeniçeriler’e dağıtılan
karavananın bir parçası olan salçalı et yemeğinin adı Kul Aşı’ydı o zamanlar ve
yörenin insanları sadece basit bir kopyalama yapmışlardı ilk başta. Ama
sonradan bir takım baharat takviyeleriyle hafifçe farklılaştırmışlardı tabii bu
yemeği. Giderek ismi de Gulaş’a dönüşmüştü.
Bir gece önce alabildiğine geç yatmak,
sonra gün boyu otomobil kullanmak ve hepsinin üstüne viski ve Gulaş’la birlikte
şarap içmek uykusunu getirmişti. Odaya çıkıp yattı Cengiz. Sabaha kadar
deliksiz bir uyku çekeceğine emindi.
Sabah yürüyerek çıktı otelden. Kendini
asmak isteyen adamın sözünü ettiği o Sovyet Anıtı’nın, yani Meçhul Asker
Abidesi’nin yakında olduğunu biliyordu, eski gelişlerinden. Bir tepenin
üstünde, Tuna’nın muhteşem manzarasını seyreden görkemli bir şeydi bu. Oraya
ulaşır ulaşmaz da, moteli görüverdi. Astra Motel’di adı. İki katlı, beton bir
binaydı. Ve abideye o kadar yakındı ki, bundan iyisi olamazdı doğrusu.
Elinde fotoğraf makinesi, tipik bir turist
havasında dolaşmaya başladı Cengiz.
Herşeyin resmini çekiyordu. Tabii bu arada Astra Motel’in de. İlk gözüne
batan, motelin bahçesinde gruplar halinde dolaşmakta olan genç adamlar olmuştu
bu arada. Tiplerinden Kürt oldukları hemen anlaşılıyordu. Birbirlerinden
ayrılmamaya özen gösteren hallerinden ürkeklikleri açıkça belliydi. Biraz daha
o tarafa sokuldu ve adamların aralarında hem Türkçe hem de Kürtçe
konuştuklarını duyarak iyice emin oldu. Burasıydı aradığı yer. Türkiye’den
Almanya’ya potansiyel siyasi sığınmacı kaçıran şebekenin ara istasyonunu
bulmuştu işte.
İki makara film doldurmuştu bu arada. Artık
orada kalmasının bir anlamı da yoktu. Dikkati çekmemek en iyisiydi, her zaman
olduğu gibi. Makineyi çantaya koyup yavaş yavaş otele döndü. Akşam hava
kararana kadar Budapeşte sokaklarında gezebilirdi şimdi.
Ertesi sabah erkenden yola çıktı. Budapeşte
ile Viyana’nın yakınlığı nedeniyle, kısa zamanda kendini Avusturya’da buldu.
Sonra da Yugoslavya’ya geçti. Bu yolu o kadar iyi tanıyordu ki, artık nerede
mola vermenin daha iyi olacağını, nerede daha lezzetli yemekler bulacağını bile
biliyordu. Aslında temel prensip, mümkün olduğu kadar az durmaktı. Slovenya
Bölgesi en uygar yerdi yolun üstündeki. Ama Hırvatistan’a girer girmez işler
değişiyordu ve en uzun kesim olan Sırbistan’da ise iyice dikkatli olmak gerekiyordu.
Sırplar’ın Türkler’e pek de dostane bakmadığını iyi bilirdi Cengiz.
İsveç’deki ilk yıllarında tanıştığı
Yugoslav vatandaşı Miroslav Ivich’in o duyduğunda tüylerini diken diken eden
sözlerini hatırladı.
“Benim babam birine hakaret etmek
istediğinde Türk der,” demişti adam, “Onun kitabındaki en ağır hakaret budur.”
Gerçi şimdi yol üstündeki benzinciler ve
lokantalarda hiç kimse, neredeyse her gün bol bol gördükleri Türkler’e hakaret
etmiyordu ama, onları yolmak, mümkün olduğu kadar çok paralarını almak için de
ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu durumdan hiç hazzetmiyordu Cengiz. Sonunda
Pivot’u geçip Bulgaristan sınırına yaklaşırken epey yorulmuştu ama, en azından
Kapıkule’den Türkiye’ye girene kadar dayanması gerektiğinin de farkındaydı.
Yugoslav gümrüğündeki free-shop’a girip 2
karton Marlboro aldı. Bu Bulgaristan’dan sorunsuz geçmenin vazgeçilmez ön
koşuluydu. Sonra da kartonları açıp sigaraları arabanın içine dağıttı. Arka
camın önüne 2 paket, torpido gözüne 3 paket, vites kolunun yanına bir paket,
bagaja 5 paket ve arka koltuğun üstüne de açık halde yarım karton Marlboro
serpiştirmek, neredeyse zorunluydu. Bulgarlar, nedense inanılmaz Marlboro
düşkünüydüler. Başka marka sigara olduğunda, kızıp tepki bile gösteriyorlardı.
Bu çabasının meyvesini da, sınırı geçtiği anda topladı tabii. Bulgar gümrük
kontrol memuru, büyük bir alışkanlık ve rahatlıkla, serpiştirdiği Marlboro
paketlerini toplamaya başladı hemen. Sonunda Citroen’e şöyle bir baktı.
“Komşi, sende para bok gibi!” dedi sonra
da.
Cengiz gümrük alanından çıkıp arabanın
burnunu Türkiye’ye çevirdiğinde gülüyordu. Bulgaristan’ın arası bozuktu Türkiye
ile. Kısaca “soydaşlar” olarak tanımlanan Türk asıllı azınlık nedeniyle,
giderek tırmanmakta olan siyasi bir gerilim vardı. Bulgar makamları da bir
anlamda hıncını, Bulgaristan’dan transit geçen Türk vatandaşlarından alıyordu.
Daha 2 kilometre bile gitmeden yol kenarındaki Türkçe levhaya takıldı Cengiz’in
gözü. “Araba bozulmadan durmak yasaktır” yazıyordu. Türkler; yalnızca yol
üstündeki bir kaç benzincide durabiliyorlardı.
Aklına yaklaşık bir yıl kadar önce aynı sınır
kapısında tanık olduğu bir olay geldi birden. Pasaport kontrolünden geçmiş ve
gümrük alanına girmişti. Önünde Hamburg plakalı bir Opel vardı. Her haliyle
tipik bir gurbetçi arabasıydı bu. Oturduğu yerden arabanın içinin tıklım tıklım
dolu olduğunu görebiliyordu. Çoluk çocuk, kimbilir kaç kişiydiler. Yığınla da
paket ve poşet vardı arka camın önünde. Tavanına monte edilen port-bagaj da
tıklım tıklım doluydu ama üzerine atılan branda nedeniyle orada neler olduğunu
göremiyordu. Bulgar gümrükçü, direksiyondan inen adama işaret edip bagaj
kapağını açtırmıştı. Burası da alabildiğine doluydu tabii. Ama gümrükçü fazla
uğraşmadan; elini uzatıp, gözüne takılan haki renkli yedek benzin bidonunu
çekmişti dışarıya.
“Ne bu komşi?” demişti sonra da öyle donup
kalan adama.
“Yedek benzin komşu. Yol uzun biliyorsun.
Ne olur ne olmaz diye işte.”
“Bulgaristan benzin sokmak yasak. Sen
bilmiyor komşi?”
“Tamam komşu kusura bakma. Koyalım o zaman
depoya hemen.”
“Yok koymak depoya.”
Gümrükçü sonra da bidonun ağzını açmış ve
içindeki 20 litre benzini, yolun kenarındaki mazgala boşaltmaya başlamıştı.
Gurbetçi bir şeyler söylemeye, itiraz etmeye çalışıyordu ama onu dinlemeye
niyeti yoktu Bulgar’ın. Sonra boş bidonu adamın eline tutuşturmuştu.
“Hade! Git!”
Çaresiz kalan ve başını derde sokmaktan
korktuğu açıkça belli olan gurbetçi, süklüm püklüm direksiyona geçmiş ve
arabayı sürmüştü sonunda. Sıradan bir Türk gurbetçi ailesi için Bulgaristan’dan
transit geçmek, böyle bir şeydi işte. En azından!
“Acaba Türk olmasaydım bu nasıl bir duygu
olurdu?” diye düşündü Cengiz, “Mesela Hollandalı olsaydım, şu manzara
karşısında nasıl tepki verirdim?”
Aslında bu sorunun yanıtını biliyordu
galiba.
Bu arada yolun sağ tarafında; transit
yolcuların, daha da açıkçası Türklerin durmasına izin verilen ender benzin
istasyonu/restoran komplekslerinden birini gördü ve biraz durmanın hiç de fena
olmayacağını düşünerek, park yerine daldı Cengiz. Üstünde Bulgar parası Leva
yoktu ve bu nedenle hiç bir şey yiyip içemeyeceğini biliyordu gerçi ama, biraz
yürüyüp bacaklarını açmak fikri çekici gelmişti. Citroen’i park yerinde bulduğu
ilk boş yere soktu ve indi aşağı ve pek de iyi aydınlatılmamış olan geniş
alanda, restoran binasına doğru yürümeye başladı.
Daha onbeş yirmi adım atmıştı ki, birden
her halinden Türk olduğu belli olan adamı gördü. Kırklı yaşlarında filan
olmalıydı. Lime lime dökülen Bulgar plakalı iki arabanın arasına girmişti. Hem
ana avrat küfrediyor, hem kahkahalar atıyordu. Ama en ilginci, bir taraftan da
her iki arabanın üzerine işemekte olmasıydı.
Donup kaldı Cengiz.
“Hop hemşerim, iyi misin?” diye sordu.
“İyiyim kardeş. Çok iyiyim hem de.”
“Ya arkadaşım n'apıyorsun sen böyle şimdi?
İş mi yani bu yaptığın?”
Adam işemeyi bitirmişti bu arada.
Pantolonunun fermuarını çekerek ve hala gülmeyi sürdürerek Cengiz’e doğru
yürüdü,
“Bu puştlara haketikleri şeyi veriyordum
kardeş. İntikam alıyordum”
Ne diyeceğini bilemeden öyle kaldı Cengiz.
Ne diyordu bu adam böyle. Otoparkta Bulgar plakalı döküntü arabaların üzerine
işiyordu, keyfi son derece yerindeydi ve en önemlisi kendini haklı görüyordu.
“Anlamadın di mi?” dedi Cengiz’e, “Normal
bir insan gibi ben de işemeye tuvalete gittim önce tabii. Ama izin vermediler
ki.”
“Haydaaaaa. Ne diyorsun sen ya? Nasıl
yani?”
“Ya kardeş sıkıştım işte. Yolda durmak
yasak biliyorsun. Dar attım kendimi buraya. Ama aşağıda tuvaletlerin önünde
lanet bir karı var, içeri girmeden para istiyor.”
“Eeeee?” dedi Cengiz merakla.
“Eeesi sokmadı beni içeri. İlla ki Leva
istiyor. Ya donuma işiycem, aldırdığı yok. Mark veriyorum almıyor. İlla Leva
olucak. Ben de gördün işte, dışarı çıkıp Bulgar arabalarının üstüne işedim.
Keşke imkân olsaydı da bir de sıçabilseydim yani.”
Birden hak verdi adama Cengiz. Sonra da
etrafa bakındı, olup biteni gören kimse var mı diye. Yoktu galiba.
“Bak hemşerim,” dedi sonra da, “Sen iyisi
mi hemen uza buradan. Başın belaya girmesin ha!”
“Gidiyorum zaten kardeş. Rahatladım biliyor
musun? Hem radyatörü boşalttım hem de intikamımı aldım bu puştlardan.”
Cengiz, acele etmeden restoran binasının
önünde park ettiği arabasına doğru yürümeye koyulan adamın arkasından baktı bir
süre. Bu olayı hiç bir zaman unutmayacağına emindi. Yürüyüp bacaklarını
açmaktan da vazgeçti bu arada. Geri döndü Citroen’e. İnsanın başına böylesi
garip şeylerin gelebildiği bir yerde durmamak daha iyiydi hani.
Artık biraz daha hızlı gidiyordu. Yol iyice
boşalmıştı ve bu iyiydi. Nasıl olsa sınıra yaklaşırken ister istemez yavaşlamak
zorunda kalacağını biliyordu.
Önündeki kocaman kamyonun fren lambaları
yanınca birden kendine geldi Cengiz. Hiç farkına varmadan sınıra gelmişti işte.
Kısa süren pasaport işlemini tamamlayan kamyon şoförü sola, kamyonların
çekildiği perona ilerleyince de, Bulgar çıkış gümrüğünü gördü. Kuyruk olmuş
bekleyen Alman plakalı gurbetçi arabalarıyla, onların biraz ilersindeki metal
masaların yanına çekilmiş ve bir Bulgar gümrük memuru tarafından didik didik
aranmakta olan öbürleri tam karşısındaydı artık. Pasaportunu alıp sağa döndürdü
Citroen’in burnunu. Gümrüğe girmeden önce free-shop’a uğrayıp en az bir karton
Marlboro alması gerektiğini biliyordu.
Yarım saat sonra gümrük kontrolünü
geçmişti. Direğinde bir Türk Bayrağı’nın dalgalandığı Türk sınır karakolu hemen
karşısındaydı artık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder