24 Eylül 2011 Cumartesi

“KOMŞİİ, SEN DE PARA BOK GİBİ!”


Budapeşte’yi oldum olası sevmişti Cengiz. Ortasından geçen nehrin ayırdığı iki yakasıyla biraz Boğaziçi’ni de anımsatıyordu gerçi ama, kendine has bir büyüsü olan ve çok değişik bir kentti. Macarlar da değişiktiler zaten. Hele de öteki Doğu Bloğu ülkelerinin insanlarıyla karşılaştırıldıklarında.

Belki de uzun zaman Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yarısı olmaktan kaynaklanan bir hava vardı her yerde. Bunu hissetmemek de olanaksızdı zaten. Altında iyi bir otomobil olan Batı’lı bir erkek, diğer Doğu Bloku ülkelerinde kadınların ilgi odağı olduğunu hemen hissedebilirken, Macaristan’da bunun izini bile görmeyip şaşırıyordu örneğin. Batı uygarlığının bir parçası olmanın bilinciyle büyümüş gibiydi insanlar. En çarpıcı tarafı da, bunu size hissettiriyorlardı.

Kimbilir kaç kere gelmişti bu kente ve her zaman da zevk almıştı burada bulunmaktan. Gerçi başlangıçta sadece bir tek gece kalmayı planlıyordu burada ama kente girdiğinde gece bastırıyordu artık. Sabah Frankfurt’taki Macar Konsolosluğu’ndan vize almak, sandığından da uzun zaman almıştı ve ancak öğlen saatlerinde çıkabilmişti yola. En iyisi 2 gece kalmak ve ertesi günü kendini asmak isteyen adamın sözünü ettiği moteli bulup çevreyi incelemekle geçirmek olacaktı. Ondan sonra da sabah erkenden çıkardı yola artık. Önce Viyana’ya gitmesi, sonra da Maribor üzerinden Yugoslavya’ya girip, neredeyse bin kilometrelik yolu katederek Bulgaristan’a ulaşması gerekecekti. Böylece gece geç saatlerde geçmiş olacaktı Bulgaristan’dan ve bu işine geliyordu doğrusu. Özellikle Türkler için kurulmuş para tuzakları vardı çünkü Bulgaristan’da. Abuk sabuk yerlere konulmuş inanılmaz hız sınırlamaları, bunun en iyi örneğiydi. Mesela başkent Sofya civarından gecen 3 şeritli otobanın üstünde aniden insanın karşısına çıkan ve azami hızı 20 kilometre ile sınırlayan tahdit levhaları gibi.

Cengiz, Bulgar plakalı arabaların bu sınırlamalara hiç aldırmadığını farketmişti. Ama yabancı plakalı tüm arabalar, eğer hızlarını 20 kilometreye düşürmezlerse tabii, yol kenarına mevzilenmiş Bulgar Trafik Polisi “KAT” tarafından durduruluyordu. Bu tuzaklar; 300 kilometrelik Bulgaristan geçişini gerçek bir işkenceye dönüştürüyordu yani. Ama Cengiz gide gele, sistemin gece çalışmadığını keşfetmişti. O zaman bastırıp gidebiliyordu insan.

Daha önceden de yaptığı gibi, eski kalenin yanıbaşındaki Hilton oteline gitti Cengiz. Kolayca da oda buldu kendine. Üstelik nehre bakan bir odaydı bu. Sonra hızlı bir duş alıp, lobideki bara indi. Gerçekten de bir iki duble viski iyi gelirdi yani.

Sonra barda bir şeyler yiyebileceğini farketti. Çok çeşit yoktu ama Macaristan’ın en iddialı yemeği olan Gulaş vardı tabii. O zaman ikinci duble viskiden vazgeçip, bir bardak ta kırmızı şarap ısmarladı kendine. Şansı vardı bu arada. Çünkü hem şarap çok güzeldi, hem de ağdalanmış bol salçalı sosuyla, aslında biraz irice dana kuşbaşı etlerle yapılmış sulu bir yemek olan Gulaş, nefisti. O zaman aklına bu bölgedeki garip bir çekişme geldi ister istemez. Yıllar önce Macarlar, Avusturyalılar ve Çekoslovaklar arasındaki o iddialaşmayı ilk duyduğunda bayağı şaşırmıştı. Herkes Gulaş’ın kendi milli yemeği olduğunu iddia ediyordu. İşin en ilginç tarafı ise hepsinin haksız olmasıydı. Gulaş’ın bu bölgedeki tarihi, Osmanlı’nın Viyana kuşatmalarından geriye gitmiyordu çünkü. Yeniçeriler’e dağıtılan karavananın bir parçası olan salçalı et yemeğinin adı Kul Aşı’ydı o zamanlar ve yörenin insanları sadece basit bir kopyalama yapmışlardı ilk başta. Ama sonradan bir takım baharat takviyeleriyle hafifçe farklılaştırmışlardı tabii bu yemeği. Giderek ismi de Gulaş’a dönüşmüştü.

Bir gece önce alabildiğine geç yatmak, sonra gün boyu otomobil kullanmak ve hepsinin üstüne viski ve Gulaş’la birlikte şarap içmek uykusunu getirmişti. Odaya çıkıp yattı Cengiz. Sabaha kadar deliksiz bir uyku çekeceğine emindi.

Sabah yürüyerek çıktı otelden. Kendini asmak isteyen adamın sözünü ettiği o Sovyet Anıtı’nın, yani Meçhul Asker Abidesi’nin yakında olduğunu biliyordu, eski gelişlerinden. Bir tepenin üstünde, Tuna’nın muhteşem manzarasını seyreden görkemli bir şeydi bu. Oraya ulaşır ulaşmaz da, moteli görüverdi. Astra Motel’di adı. İki katlı, beton bir binaydı. Ve abideye o kadar yakındı ki, bundan iyisi olamazdı doğrusu.

Elinde fotoğraf makinesi, tipik bir turist havasında dolaşmaya başladı Cengiz.  Herşeyin resmini çekiyordu. Tabii bu arada Astra Motel’in de. İlk gözüne batan, motelin bahçesinde gruplar halinde dolaşmakta olan genç adamlar olmuştu bu arada. Tiplerinden Kürt oldukları hemen anlaşılıyordu. Birbirlerinden ayrılmamaya özen gösteren hallerinden ürkeklikleri açıkça belliydi. Biraz daha o tarafa sokuldu ve adamların aralarında hem Türkçe hem de Kürtçe konuştuklarını duyarak iyice emin oldu. Burasıydı aradığı yer. Türkiye’den Almanya’ya potansiyel siyasi sığınmacı kaçıran şebekenin ara istasyonunu bulmuştu işte.

İki makara film doldurmuştu bu arada. Artık orada kalmasının bir anlamı da yoktu. Dikkati çekmemek en iyisiydi, her zaman olduğu gibi. Makineyi çantaya koyup yavaş yavaş otele döndü. Akşam hava kararana kadar Budapeşte sokaklarında gezebilirdi şimdi.

Ertesi sabah erkenden yola çıktı. Budapeşte ile Viyana’nın yakınlığı nedeniyle, kısa zamanda kendini Avusturya’da buldu. Sonra da Yugoslavya’ya geçti. Bu yolu o kadar iyi tanıyordu ki, artık nerede mola vermenin daha iyi olacağını, nerede daha lezzetli yemekler bulacağını bile biliyordu. Aslında temel prensip, mümkün olduğu kadar az durmaktı. Slovenya Bölgesi en uygar yerdi yolun üstündeki. Ama Hırvatistan’a girer girmez işler değişiyordu ve en uzun kesim olan Sırbistan’da ise iyice dikkatli olmak gerekiyordu. Sırplar’ın Türkler’e pek de dostane bakmadığını iyi bilirdi Cengiz.

İsveç’deki ilk yıllarında tanıştığı Yugoslav vatandaşı Miroslav Ivich’in o duyduğunda tüylerini diken diken eden sözlerini hatırladı.

“Benim babam birine hakaret etmek istediğinde Türk der,” demişti adam, “Onun kitabındaki en ağır hakaret budur.”

Gerçi şimdi yol üstündeki benzinciler ve lokantalarda hiç kimse, neredeyse her gün bol bol gördükleri Türkler’e hakaret etmiyordu ama, onları yolmak, mümkün olduğu kadar çok paralarını almak için de ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu durumdan hiç hazzetmiyordu Cengiz. Sonunda Pivot’u geçip Bulgaristan sınırına yaklaşırken epey yorulmuştu ama, en azından Kapıkule’den Türkiye’ye girene kadar dayanması gerektiğinin de farkındaydı.

Yugoslav gümrüğündeki free-shop’a girip 2 karton Marlboro aldı. Bu Bulgaristan’dan sorunsuz geçmenin vazgeçilmez ön koşuluydu. Sonra da kartonları açıp sigaraları arabanın içine dağıttı. Arka camın önüne 2 paket, torpido gözüne 3 paket, vites kolunun yanına bir paket, bagaja 5 paket ve arka koltuğun üstüne de açık halde yarım karton Marlboro serpiştirmek, neredeyse zorunluydu. Bulgarlar, nedense inanılmaz Marlboro düşkünüydüler. Başka marka sigara olduğunda, kızıp tepki bile gösteriyorlardı. Bu çabasının meyvesini da, sınırı geçtiği anda topladı tabii. Bulgar gümrük kontrol memuru, büyük bir alışkanlık ve rahatlıkla, serpiştirdiği Marlboro paketlerini toplamaya başladı hemen. Sonunda Citroen’e şöyle bir baktı.

“Komşi, sende para bok gibi!” dedi sonra da.

Cengiz gümrük alanından çıkıp arabanın burnunu Türkiye’ye çevirdiğinde gülüyordu. Bulgaristan’ın arası bozuktu Türkiye ile. Kısaca “soydaşlar” olarak tanımlanan Türk asıllı azınlık nedeniyle, giderek tırmanmakta olan siyasi bir gerilim vardı. Bulgar makamları da bir anlamda hıncını, Bulgaristan’dan transit geçen Türk vatandaşlarından alıyordu. Daha 2 kilometre bile gitmeden yol kenarındaki Türkçe levhaya takıldı Cengiz’in gözü. “Araba bozulmadan durmak yasaktır” yazıyordu. Türkler; yalnızca yol üstündeki bir kaç benzincide durabiliyorlardı.

Aklına yaklaşık bir yıl kadar önce aynı sınır kapısında tanık olduğu bir olay geldi birden. Pasaport kontrolünden geçmiş ve gümrük alanına girmişti. Önünde Hamburg plakalı bir Opel vardı. Her haliyle tipik bir gurbetçi arabasıydı bu. Oturduğu yerden arabanın içinin tıklım tıklım dolu olduğunu görebiliyordu. Çoluk çocuk, kimbilir kaç kişiydiler. Yığınla da paket ve poşet vardı arka camın önünde. Tavanına monte edilen port-bagaj da tıklım tıklım doluydu ama üzerine atılan branda nedeniyle orada neler olduğunu göremiyordu. Bulgar gümrükçü, direksiyondan inen adama işaret edip bagaj kapağını açtırmıştı. Burası da alabildiğine doluydu tabii. Ama gümrükçü fazla uğraşmadan; elini uzatıp, gözüne takılan haki renkli yedek benzin bidonunu çekmişti dışarıya. 

“Ne bu komşi?” demişti sonra da öyle donup kalan adama.

“Yedek benzin komşu. Yol uzun biliyorsun. Ne olur ne olmaz diye işte.”

“Bulgaristan benzin sokmak yasak. Sen bilmiyor komşi?”

“Tamam komşu kusura bakma. Koyalım o zaman depoya hemen.”

“Yok koymak depoya.”

Gümrükçü sonra da bidonun ağzını açmış ve içindeki 20 litre benzini, yolun kenarındaki mazgala boşaltmaya başlamıştı. Gurbetçi bir şeyler söylemeye, itiraz etmeye çalışıyordu ama onu dinlemeye niyeti yoktu Bulgar’ın. Sonra boş bidonu adamın eline tutuşturmuştu.

“Hade! Git!”

Çaresiz kalan ve başını derde sokmaktan korktuğu açıkça belli olan gurbetçi, süklüm püklüm direksiyona geçmiş ve arabayı sürmüştü sonunda. Sıradan bir Türk gurbetçi ailesi için Bulgaristan’dan transit geçmek, böyle bir şeydi işte. En azından! 

“Acaba Türk olmasaydım bu nasıl bir duygu olurdu?” diye düşündü Cengiz, “Mesela Hollandalı olsaydım, şu manzara karşısında nasıl tepki verirdim?”

Aslında bu sorunun yanıtını biliyordu galiba.

Bu arada yolun sağ tarafında; transit yolcuların, daha da açıkçası Türklerin durmasına izin verilen ender benzin istasyonu/restoran komplekslerinden birini gördü ve biraz durmanın hiç de fena olmayacağını düşünerek, park yerine daldı Cengiz. Üstünde Bulgar parası Leva yoktu ve bu nedenle hiç bir şey yiyip içemeyeceğini biliyordu gerçi ama, biraz yürüyüp bacaklarını açmak fikri çekici gelmişti. Citroen’i park yerinde bulduğu ilk boş yere soktu ve indi aşağı ve pek de iyi aydınlatılmamış olan geniş alanda, restoran binasına doğru yürümeye başladı.

Daha onbeş yirmi adım atmıştı ki, birden her halinden Türk olduğu belli olan adamı gördü. Kırklı yaşlarında filan olmalıydı. Lime lime dökülen Bulgar plakalı iki arabanın arasına girmişti. Hem ana avrat küfrediyor, hem kahkahalar atıyordu. Ama en ilginci, bir taraftan da her iki arabanın üzerine işemekte olmasıydı.

Donup kaldı Cengiz.

“Hop hemşerim, iyi misin?” diye sordu.

“İyiyim kardeş. Çok iyiyim hem de.”

“Ya arkadaşım n'apıyorsun sen böyle şimdi? İş mi yani bu yaptığın?”

Adam işemeyi bitirmişti bu arada. Pantolonunun fermuarını çekerek ve hala gülmeyi sürdürerek Cengiz’e doğru yürüdü,

“Bu puştlara haketikleri şeyi veriyordum kardeş. İntikam alıyordum”

Ne diyeceğini bilemeden öyle kaldı Cengiz. Ne diyordu bu adam böyle. Otoparkta Bulgar plakalı döküntü arabaların üzerine işiyordu, keyfi son derece yerindeydi ve en önemlisi kendini haklı görüyordu.

“Anlamadın di mi?” dedi Cengiz’e, “Normal bir insan gibi ben de işemeye tuvalete gittim önce tabii. Ama izin vermediler ki.”

“Haydaaaaa. Ne diyorsun sen ya? Nasıl yani?”

“Ya kardeş sıkıştım işte. Yolda durmak yasak biliyorsun. Dar attım kendimi buraya. Ama aşağıda tuvaletlerin önünde lanet bir karı var, içeri girmeden para istiyor.”

“Eeeee?” dedi Cengiz merakla.

“Eeesi sokmadı beni içeri. İlla ki Leva istiyor. Ya donuma işiycem, aldırdığı yok. Mark veriyorum almıyor. İlla Leva olucak. Ben de gördün işte, dışarı çıkıp Bulgar arabalarının üstüne işedim. Keşke imkân olsaydı da bir de sıçabilseydim yani.”

Birden hak verdi adama Cengiz. Sonra da etrafa bakındı, olup biteni gören kimse var mı diye. Yoktu galiba.

“Bak hemşerim,” dedi sonra da, “Sen iyisi mi hemen uza buradan. Başın belaya girmesin ha!”

“Gidiyorum zaten kardeş. Rahatladım biliyor musun? Hem radyatörü boşalttım hem de intikamımı aldım bu puştlardan.”

Cengiz, acele etmeden restoran binasının önünde park ettiği arabasına doğru yürümeye koyulan adamın arkasından baktı bir süre. Bu olayı hiç bir zaman unutmayacağına emindi. Yürüyüp bacaklarını açmaktan da vazgeçti bu arada. Geri döndü Citroen’e. İnsanın başına böylesi garip şeylerin gelebildiği bir yerde durmamak daha iyiydi hani.

 Artık biraz daha hızlı gidiyordu. Yol iyice boşalmıştı ve bu iyiydi. Nasıl olsa sınıra yaklaşırken ister istemez yavaşlamak zorunda kalacağını biliyordu.

Önündeki kocaman kamyonun fren lambaları yanınca birden kendine geldi Cengiz. Hiç farkına varmadan sınıra gelmişti işte. Kısa süren pasaport işlemini tamamlayan kamyon şoförü sola, kamyonların çekildiği perona ilerleyince de, Bulgar çıkış gümrüğünü gördü. Kuyruk olmuş bekleyen Alman plakalı gurbetçi arabalarıyla, onların biraz ilersindeki metal masaların yanına çekilmiş ve bir Bulgar gümrük memuru tarafından didik didik aranmakta olan öbürleri tam karşısındaydı artık. Pasaportunu alıp sağa döndürdü Citroen’in burnunu. Gümrüğe girmeden önce free-shop’a uğrayıp en az bir karton Marlboro alması gerektiğini biliyordu.

Yarım saat sonra gümrük kontrolünü geçmişti. Direğinde bir Türk Bayrağı’nın dalgalandığı Türk sınır karakolu hemen karşısındaydı artık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder