18 Eylül 2011 Pazar

ATASINA GÖREVİNİ YERİNE GETİREN CUMHURİYET ÇOCUĞU

Ankara’da Namık Kemal Ortaokulu’nun ikinci sınıfındaydı Cengiz o yıl. Ve bul, yalnızca onun için değil, pek çok kişi için de unutulmaz bir yıldı.

Hele o sıralar Ankara’da yaşayanlar için.

        Tüm bunların nedeni; O’nun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun, Ebedi Şef’in, Ankara’nın bir tepesine kurulmuş muhteşem Anıtkabir’ine nakledilecek olmasıydı. O kutsal cenaze, geçici olarak bulunduğu Etnografya Müzesi’nden alınarak, nihai istirahatgâhına konulacaktı. Onbinlerce başkası gibi, Cengiz de kendini adeta ‘seçilmiş’ hissediyordu bu yüzden. İzciydi ve okul oymağı, Cenaze Töreni’ne katılacaktı.

        Kısa yaşantısı boyunca benliği;  O’nunla ilgili duyduklarıyla, gördüğü fotoğraflar ve siyah-beyaz filmlerle dolup taşmıştı. Baba evinde duvarda asılı yağlıboya resmine her baktığında, bu olağanüstü adamın temellerini attığı bir ülkede doğmuş olmanın gururu dolmuştu içine. Her yılın 10 Kasım’ında; onbinlerce başkası gibi hıçkıra hıçkıra ağlamıştı, O hala yaşamadığı için. Ve yaşamının en erken kabullendiği sorumluluğu, kendini O’nun Gençliğe Hitabesi’nde Türkiye Cumhuriyeti’ni emanet ettiği kişilerden biri olarak görmeye başlaması olmuştu.

        Tören’in yapılacağı 10 Kasım günü yaklaştıkça, daha da artıyordu heyecanı. Üstelik; giderek coşkuya dönüşme eğilimi gösteren bir heyecandı bu. Uyumakta bile zorlanıyordu geceleri.

        Sonra öyle bir şey olmuştu ki, kendini mutluluktan çıldıracak gibi hissetmişti Cengiz. Programa göre; 8 Kasım günü Etnografya Müzesi’ndeki sanduka açılacak ve O’nun naşı, Anıtkabir yolculuğu sırasında içinde olacağı yeni tabuta nakledilecekti. Sonra da, tıpkı öldüğünde Dolmabahçe Sarayı’nda olduğu gibi, ziyaretçilerin gelip önünde saygı duruşu yapmasına olanak verilecekti. Ama Cengiz’i asıl uçuran, tüm bu süreç içinde tabutun çevresinde nöbet tutacak izciler arasına seçilmiş olmasıydı. Tanrım; bundan daha güzel, bundan daha onur verici ne olabilirdi ki?

        Koşarak gitmişti o gün okuldan eve. Aslında gerek de yoktu buna. Annesi de, babası da işteydiler nasıl olsa. Salona girip o yağlıboya resmin karşısına oturmuş ve annesi gelene kadar da yerinden kıpırdamamıştı.

        “Biliyor musun annecim?” demişti kadın yorgun argın eve geldiğinde de, “Bugün benim hayatımın en önemli günü. Ata’nın huzurunda nöbet tutacağım. Ayrıca karar verdim, herşeyi bir kenara bırakıp, Nutuk’u okuyacağım.”

        Aslında kendi de biliyordu bunun pek kolay olmayacağını. En azından lügat kullanmadan yapamayacağı bir işti bu. Ama kararını vermişti işte. Ne pahasına olursa olsun okuyacaktı.

9 Kasım günü, okulun Beden Eğitimi Öğretmeni ve Oymak Beyi Ahmet Hoca 7 arkadaşıyla birlikte Cengiz’i karşısına almış ve kıyafetlerini en ince ayrıntısına kadar incelemişti. En küçük bir kırışıklık bile kabul edilmeyecekti. Madem ki Ulu Önder’in huzurunda nöbet tutacaklardı, kusursuz olmalıydılar.

        Öğlene doğru hep birlikte gittiler Etnografya Müzesi’ne. Kızılay’dan Atatürk Bulvarı’na çıkıp, gururla yürüyerek hem de. Tam bir insan seli bekliyordu onları Müze’nin önünde. Derin bir sessizlikle sıraya girip, Ata’larının önünden geçmek için sabırsızlanan, pırıl pırıl insanlar. Onlar da tertemiz, özenle giyinmişlerdi. Herkes O’na Cumhuriyet’i kurarken koyduğu hedeflere ulaşılmış olduğunu kanıtlamak istiyordu sanki.

        Nöbetten önce onları içeri almışlar ve Namık Kemal Ortaokulu Oymağı olarak, Ata’nın önünden geçmelerine izin vermişlerdi. Katafalkın üstündeki ipek bayrağa sarılı tabutun önüne geldiklerinde, sağ ve sol başucunda birer heykel gibi hiç kımıldamadan duran askerle takılmıştı Cengiz’in gözü. İkisi de uzun boyluydular. İkisinin de yanakları sırılsıklamdı. Öylece dimdik duruyor, sessizce ve hiçbir utanma belirtisi göstermeden ağlıyorlardı. Bunu fark etmek yetmişti Cengiz için. Gözleri akmaya başladığında, hemen arkasından gelen sınıf arkadaşı Dilek’e bakmıştı buğulu gözlerle. Hıçkırıklara boğulmuş, hüngür hüngür ağlıyordu kız da.

        Sonra Ahmet Hoca onları Müze’nin alt katındaki bir salona götürmüştü. Başka okullardan gelen izcilerle birlikte, burada nöbet sırasının kendilerine gelmesini bekleyeceklerdi. Oturacak yer yoktu. Hep birlikte öylece dikilmiş, birbirlerine bakarak ağlıyorlardı. Tıpkı ötekiler gibi.

        Onları sakinleştirmek için Ahmet Hoca’nın epey çaba harcaması gerekmişti. İşin ilginci, sertliğiyle ünlü adamın da gözlerinin ıslak olmasıydı bu arada. Neyse ki, bir saatten fazla beklediler orada. Sonunda, herkes biraz sakinleşmişti böylece.

        “Bakın çocuklar,” demişti sonra Ahmet Hoca, “Sizi anlıyorum. Ama bir şeyi aklınızdan çıkarmayın lütfen. Nöbet sırası bize geldiğinde, hepimiz kendimize hâkim olmak zorundayız. Yanlış anlamayın beni. Size ağlamamanız gerektiğini söylemiyorum asla. Elbette ki ağlayacaksınız. Ama ağlamanın da yakışacağı bir duruş sergilemenizi istiyorum sizden, nöbet tutarken. O askerleri hatırlıyorsunuz değil mi? Onlar gibi işte. Evet biliyorum, zor bir şey bu. Ama tıpkı Ata’mızın dediği gibi, muhtaç olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur.”

        Sanki sihirli sözcüklerdi bunlar.

        İkişer ikişer nöbet tutacaklardı ve yaşları küçük olduğu için, nöbet süreleri yalnızca 15’er dakika olarak belirlenmişti. Hiçbiri de Ahmet Hoca’nın yüzünü kara çıkartmamıştı nöbet sırasında. Cengiz için inanılmaz bir an olmuştu nöbet. İçinin acıyla kavrulduğu, ama aynı anda göğsünün gururla kabardığı müthiş bir an.

        Ertesi gün de tüm Oymak Cenaze Töreni’ne katılmıştı. Burada da, yaşlarının küçük olmasından kaynaklanan bir avantajları vardı ama. Harp Okulu öğrencilerinin çektiği top arabasına yüklenmiş tabuta çok yakındı Tören Kıtası’ndaki yerleri. Hiçbiri gözlerini bu muhteşem manzaradan ayıramamıştı yol boyunca.

        Sonra Anıtkabir’e ulaşılmış ve tabut mozolenin önündeki mermer katafalka yerleştirilmişti. Alanı dolduran binlerce kişiyle birlikte, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın konuşmasını dinlemişler, sonra da tabutun oradan alınıp mozolenin bodrumundaki mezar odasına götürülüşünü izlemişlerdi. Bunun kapısı tunçtan bir oda olduğunu, okuduklarından biliyorlardı. En sonunda da, mozoleye girip tam o odanın üstüne yerleştirilmiş büyük mermer taşın önünden saygıyla geçmişlerdi hep birlikte.  

        Topluca ve yine yürüyerek okula dönene kadar, kendini hayal âleminde hissetmeyi sürdürmüştü Cengiz. Hatta Ahmet Hoca onları serbest bıraktığında eve giderken bile aynı ruh hali içindeydi.

        Daireler tatildi o gün ve annesiyle babası evde onu bekliyorlardı. Gidip önlerinde durmuştu dimdik.

        “Oğlunuz, Ata’sına görevini yerine getirmiş bir Cumhuriyet çocuğudur artık,” demişti sonra da, “Bununla gurur duyuyorum. Annecim ve babacım, siz de oğlunuzla gurur duyabilirsiniz!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder