Ankara’da Namık Kemal Ortaokulu’nun ikinci
sınıfındaydı Cengiz o yıl. Ve bul, yalnızca onun için değil, pek çok kişi için
de unutulmaz bir yıldı.
Hele o sıralar Ankara’da yaşayanlar için.
Tüm
bunların nedeni; O’nun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun, Ebedi Şef’in,
Ankara’nın bir tepesine kurulmuş muhteşem Anıtkabir’ine nakledilecek olmasıydı.
O kutsal cenaze, geçici olarak bulunduğu Etnografya Müzesi’nden alınarak, nihai
istirahatgâhına konulacaktı. Onbinlerce başkası gibi, Cengiz de kendini adeta
‘seçilmiş’ hissediyordu bu yüzden. İzciydi ve okul oymağı, Cenaze Töreni’ne
katılacaktı.
Kısa
yaşantısı boyunca benliği; O’nunla
ilgili duyduklarıyla, gördüğü fotoğraflar ve siyah-beyaz filmlerle dolup taşmıştı.
Baba evinde duvarda asılı yağlıboya resmine her baktığında, bu olağanüstü
adamın temellerini attığı bir ülkede doğmuş olmanın gururu dolmuştu içine. Her
yılın 10 Kasım’ında; onbinlerce başkası gibi hıçkıra hıçkıra ağlamıştı, O hala
yaşamadığı için. Ve yaşamının en erken kabullendiği sorumluluğu, kendini O’nun
Gençliğe Hitabesi’nde Türkiye Cumhuriyeti’ni emanet ettiği kişilerden biri
olarak görmeye başlaması olmuştu.
Tören’in
yapılacağı 10 Kasım günü yaklaştıkça, daha da artıyordu heyecanı. Üstelik;
giderek coşkuya dönüşme eğilimi gösteren bir heyecandı bu. Uyumakta bile
zorlanıyordu geceleri.
Sonra
öyle bir şey olmuştu ki, kendini mutluluktan çıldıracak gibi hissetmişti
Cengiz. Programa göre; 8 Kasım günü Etnografya Müzesi’ndeki sanduka açılacak ve
O’nun naşı, Anıtkabir yolculuğu sırasında içinde olacağı yeni tabuta
nakledilecekti. Sonra da, tıpkı öldüğünde Dolmabahçe Sarayı’nda olduğu gibi,
ziyaretçilerin gelip önünde saygı duruşu yapmasına olanak verilecekti. Ama
Cengiz’i asıl uçuran, tüm bu süreç içinde tabutun çevresinde nöbet tutacak
izciler arasına seçilmiş olmasıydı. Tanrım; bundan daha güzel, bundan daha onur
verici ne olabilirdi ki?
Koşarak
gitmişti o gün okuldan eve. Aslında gerek de yoktu buna. Annesi de, babası da
işteydiler nasıl olsa. Salona girip o yağlıboya resmin karşısına oturmuş ve
annesi gelene kadar da yerinden kıpırdamamıştı.
“Biliyor
musun annecim?” demişti kadın yorgun argın eve geldiğinde de, “Bugün benim
hayatımın en önemli günü. Ata’nın huzurunda nöbet tutacağım. Ayrıca karar
verdim, herşeyi bir kenara bırakıp, Nutuk’u okuyacağım.”
Aslında
kendi de biliyordu bunun pek kolay olmayacağını. En azından lügat kullanmadan
yapamayacağı bir işti bu. Ama kararını vermişti işte. Ne pahasına olursa olsun
okuyacaktı.
9 Kasım günü, okulun Beden Eğitimi
Öğretmeni ve Oymak Beyi Ahmet Hoca 7 arkadaşıyla birlikte Cengiz’i karşısına
almış ve kıyafetlerini en ince ayrıntısına kadar incelemişti. En küçük bir
kırışıklık bile kabul edilmeyecekti. Madem ki Ulu Önder’in huzurunda nöbet tutacaklardı,
kusursuz olmalıydılar.
Öğlene
doğru hep birlikte gittiler Etnografya Müzesi’ne. Kızılay’dan Atatürk
Bulvarı’na çıkıp, gururla yürüyerek hem de. Tam bir insan seli bekliyordu
onları Müze’nin önünde. Derin bir sessizlikle sıraya girip, Ata’larının önünden
geçmek için sabırsızlanan, pırıl pırıl insanlar. Onlar da tertemiz, özenle
giyinmişlerdi. Herkes O’na Cumhuriyet’i kurarken koyduğu hedeflere ulaşılmış
olduğunu kanıtlamak istiyordu sanki.
Nöbetten
önce onları içeri almışlar ve Namık Kemal Ortaokulu Oymağı olarak, Ata’nın
önünden geçmelerine izin vermişlerdi. Katafalkın üstündeki ipek bayrağa sarılı
tabutun önüne geldiklerinde, sağ ve sol başucunda birer heykel gibi hiç
kımıldamadan duran askerle takılmıştı Cengiz’in gözü. İkisi de uzun boyluydular.
İkisinin de yanakları sırılsıklamdı. Öylece dimdik duruyor, sessizce ve hiçbir
utanma belirtisi göstermeden ağlıyorlardı. Bunu fark etmek yetmişti Cengiz
için. Gözleri akmaya başladığında, hemen arkasından gelen sınıf arkadaşı
Dilek’e bakmıştı buğulu gözlerle. Hıçkırıklara boğulmuş, hüngür hüngür
ağlıyordu kız da.
Sonra
Ahmet Hoca onları Müze’nin alt katındaki bir salona götürmüştü. Başka
okullardan gelen izcilerle birlikte, burada nöbet sırasının kendilerine
gelmesini bekleyeceklerdi. Oturacak yer yoktu. Hep birlikte öylece dikilmiş,
birbirlerine bakarak ağlıyorlardı. Tıpkı ötekiler gibi.
Onları
sakinleştirmek için Ahmet Hoca’nın epey çaba harcaması gerekmişti. İşin
ilginci, sertliğiyle ünlü adamın da gözlerinin ıslak olmasıydı bu arada. Neyse
ki, bir saatten fazla beklediler orada. Sonunda, herkes biraz sakinleşmişti
böylece.
“Bakın
çocuklar,” demişti sonra Ahmet Hoca, “Sizi anlıyorum. Ama bir şeyi aklınızdan
çıkarmayın lütfen. Nöbet sırası bize geldiğinde, hepimiz kendimize hâkim olmak
zorundayız. Yanlış anlamayın beni. Size ağlamamanız gerektiğini söylemiyorum
asla. Elbette ki ağlayacaksınız. Ama ağlamanın da yakışacağı bir duruş
sergilemenizi istiyorum sizden, nöbet tutarken. O askerleri hatırlıyorsunuz
değil mi? Onlar gibi işte. Evet biliyorum, zor bir şey bu. Ama tıpkı Ata’mızın
dediği gibi, muhtaç olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur.”
Sanki
sihirli sözcüklerdi bunlar.
İkişer
ikişer nöbet tutacaklardı ve yaşları küçük olduğu için, nöbet süreleri yalnızca
15’er dakika olarak belirlenmişti. Hiçbiri de Ahmet Hoca’nın yüzünü kara
çıkartmamıştı nöbet sırasında. Cengiz için inanılmaz bir an olmuştu nöbet.
İçinin acıyla kavrulduğu, ama aynı anda göğsünün gururla kabardığı müthiş bir
an.
Ertesi
gün de tüm Oymak Cenaze Töreni’ne katılmıştı. Burada da, yaşlarının küçük
olmasından kaynaklanan bir avantajları vardı ama. Harp Okulu öğrencilerinin
çektiği top arabasına yüklenmiş tabuta çok yakındı Tören Kıtası’ndaki yerleri.
Hiçbiri gözlerini bu muhteşem manzaradan ayıramamıştı yol boyunca.
Sonra
Anıtkabir’e ulaşılmış ve tabut mozolenin önündeki mermer katafalka yerleştirilmişti.
Alanı dolduran binlerce kişiyle birlikte, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın
konuşmasını dinlemişler, sonra da tabutun oradan alınıp mozolenin bodrumundaki
mezar odasına götürülüşünü izlemişlerdi. Bunun kapısı tunçtan bir oda olduğunu,
okuduklarından biliyorlardı. En sonunda da, mozoleye girip tam o odanın üstüne
yerleştirilmiş büyük mermer taşın önünden saygıyla geçmişlerdi hep
birlikte.
Topluca
ve yine yürüyerek okula dönene kadar, kendini hayal âleminde hissetmeyi
sürdürmüştü Cengiz. Hatta Ahmet Hoca onları serbest bıraktığında eve giderken
bile aynı ruh hali içindeydi.
Daireler
tatildi o gün ve annesiyle babası evde onu bekliyorlardı. Gidip önlerinde
durmuştu dimdik.
“Oğlunuz,
Ata’sına görevini yerine getirmiş bir Cumhuriyet çocuğudur artık,” demişti
sonra da, “Bununla gurur duyuyorum. Annecim ve babacım, siz de oğlunuzla gurur
duyabilirsiniz!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder