Buluşacakları cafe’nin olduğu meydana çabuk
geldiler. Cengiz de aynı anda kızı farketti yine. Aslında farkedilmemesi de
mümkün değildi. Havanın kararmış olması bile engelleyemezdi bunu. Öyle bir
oturmuştu ki, aynı anda çevredeki masalarda oturan pek çok erkek de, onu
farketmişti zaten. O tarafa doğru gözü kayan herkes; karşısında neredeyse
kalçalarına kadar meydanda olan bir çift güzel bacak buluyordu. İyice
yaklaştıklarında da; kızın hep yaptığı gibi, mümkün olan en küçük ve en az
miktarda giysileri seçmiş olduğunu gördü. Reşad’ın onunla ilgili yargıları
doğruydu galiba. Öyle oturmuş, çevresinde kendini seyreden erkeklere bakıyordu
o da. Bu nedenle de, önce o değil, ötekilerden biri farketti Reşad’la Cengiz’i
ve hafif bir el hareketiyle işaret etti onlara.
Tam ortalardaki bir masaya oturmuşlardı.
Cafe de hala alabildiğine kalabalıktı. Aslında onların nasıl olup da boş bir
masa bulabilmiş olduklarını merak etti Cengiz. Yürüyüp boş iki iskemleye de
onlar oturdular. Cengiz’e yine kızın yanında oturmak zorunda kalmıştı.
“Selam!” dedi Reşad kısaca.
“Selam Reşo. Yeni mi geldiniz?”
“Yok bir saat kadar oldu ama, boş yer
yoktu. Biraz dolaştık biz de.”
Herkes sustu. Bu arada Cengiz, kızın sanki
orada değilmiş gibi davrandığını fark etti birden. Kendini bambaşka bir şeylere
kaptırmış gibiydi. Hala çevre masalardaki erkeklerin üstünde dolaşıyordu
gözleri. Dönüp Reşad'a baktı o zaman. O da farkındaydı durumun. Hafifçe omuz
silkti, ‘aldırma’ dermişçesine. Sonra da yüzünü ötekilere döndü.
“Evet,” dedi, “Nasıl yapıyoruz şimdi.
Düşünüp bir karar verdiniz mi?”
“Kolay olmadı. Ama verdik bir karar işte.”
“Eeeee?”
“Sen parayı getirdin mi Reşo?”
“Lan oğlum söylemedim mi size ben? 25 bin
Mark aldım ve 20’sini size vericem şimdi. Sonra paranın geri kalanını aldığım
zaman da, payınıza düşeni alacaksınız.”
“Şimdi 20 bin, öyle mi Reşo? Ayıp olmuyor
mu?”
“Oğlum manyak mısınız nesiniz siz?” dedi
Reşad, “Kaç kere anlattık size bu konuyu. Şimdi baştan mı başlıycaz?”
Herkes sustu birden. Cengiz, adamların
soran gözlerle kıza baktığını fark etti ve ister istemez o da dikkatini yeniden
kıza verdi. Ama kızın masadaki konuşmalarla hiç ilgisi yok gibiydi. Gözlerini, hemen yakında oturan Arap tipli
bir adama dikmişti artık. Cengiz birden onun gözlerindeki garipliği fark etti o
zaman. Hafif kısık, adeta buğuluydu bakışları. Sonra kızın çantasının yerde,
ikisinin arasında durduğunu gördü. Ağzı açıktı yine çantanın. Ama bu sefer öyle
her an çantaya dalıp içindeki silahları çekebilecekmiş gibi görünmüyordu kız.
Sanki tüm benliğiyle o Arap tipli adama takılmış gibiydi.
Cengiz adamın da adeta kızın içine düşmüş
gibi olduğunu görebiliyordu. Gözleri, tepeden tırnağa onun her tarafında
dolaşıyordu. Tamam, bu kızın gerçekten de Reşad’ın söylediği gibi kafayı seks
konusuna takmış olduğu açıkça belliydi belli olmasına da, o anda içinde
bulundukları durumla hiç uyuşmuyordu yaptığı. Aynı masada oturduğu 4 kişi
arasında hissedilen binlerce voltluk gerilimin bile farkında değilmiş gibiydi kız.
Tüm benliğiyle adama takılmış ve geri kalan her şeyi unutmuş gitmişti işte.
Doğrusu çok rahatsız edeci bir şeydi bu. Üstelik tek rahatsız olan da Cengiz
değildi anlaşılan. İlk kez Almanya-İsviçre sınırında kızla beraber gördüğü adam
da huzursuz görünüyordu.
“Ya bir dakika bize kulak ver de, ne
yapmamız gerektiğini kararlaştıralım,” dedi kıza, “Sanki burada değilmişsin
gibi yani.”
“Biz bu konuyu aramızda konuşup
kararlaştırmamış mıydık?” diye sordu kız, adeta tıslayan bir sesle, “Madem
kararlaştırdık, o zaman ne gerekiyorsa ona yapacaksınız.”
“Evet de, gelişmeleri dinlemiyorsun ki.”
“Gelişmelerin ne önemi varmış ki? Sordunuz
mu, parayı getirmiş mi, üstünde miymiş?”
“Parayı elbette getirdim kızım,” diye araya
girdi Reşad, “Neden merak ettin ki? Sizi tokada getireceğimi mi sanıyorsun
yoksa?”
“Tamam!” dedi kız, “Gidin ve aynen
kararlaştırdığımız gibi yapın o halde.”
“Vaaaay sen gelmeyecek misin?” diye
üsteledi Reşad gülümseyerek.
“Benim burada biraz işim var Reşo. İşleri
bitince çocuklar beni gelip alırlar buradan.”
Gülerek ayağa kalktı Reşad. Sonra dönüp
şaşkın gözlerle ona bakmakta olan Cengiz’e gülümsedi. Yüzündeki ‘ben sana
dememiş miydim’ ifadesi müthişti doğrusu. Öte yandan haksız da sayılmazdı.
Cengiz, onun kızla ilgili saptamasının doğru olduğundan hiç kuşkulanmamıştı
gerçi ama, bu kadarını da beklememişti. O da kalktı yerinden.
En son öbür ikisi kalktılar. Hallerinden
pek de rahat olmadıkları açıkça anlaşılıyordu. Bu rahatsızlığın nedeninin kızın
yaptıkları ve davranış biçiminden kaynaklandığını düşündü Cengiz. Öyle ya, pek
de anlaşılabilir şeyler değildi bunlar. Dördü birlikte parkyerine doğru
yürümeye başladılar. Cengiz son bir kez dönüp kıza doğru baktı. Yerinden kalkıp
o sürekli kesiştiği Arap tipli herifin önünde ayakta duruyordu kız. İkisinin
bir şeyler konuştuğunu görebiliyordu. Sonra adam da kalktı ayağa ve birlikte.
Ters yönde yürümeye başladılar ikisi.
Sonra Reşad’ın da biraz geri kaldığını ve
onunla birlikte kıza bakmakta olduğunu fark etti. Diğerleri birkaç metre
önlerinde ve aralarında alçak sesle konuşarak yürüyorlardı. Başını çevirip
tekrar Reşad’ın yüzüne baktı.
“Bir şey sorma ağbi,” dedi Reşad, “Ben sana
söylemiştim değil mi, bu karının ne manyak olduğunu?”
“Tamam Reşad onu anladım da, neden burada,
neden şimdi onu anlayamadım.”
“Arap’a fena tav oldu herhalde. Ne bileyim
ben Cengiz ağbi.”
“Ne yani Reşad, Arap olunca ne fark ediyor
ki?”
“Ağbi, unutma bu Bekaa’da eğitim gördü
demiştim sana. Orada tanımıştır bu Arap milletini. O nedenledir. Şimdi
konuşturma beni.”
Birden onun demek istediğini kavradı
Cengiz. Gülmeye başladı. Ama doğrusu, her şeye rağmen kızın tam da bu anda her
şeyi bırakacak kadar bu işin hastası olmasını tam anlayamıyordu hala. Kafası
fena takılmıştı olanlara. Parkyerine ulaştıklarında da, hala aynı soruları
soruyordu kendi kendine.
“Ayrı ayrı gidelim,” dedi adamlardan biri,
“Böylesi daha iyi olur.”
Buna itiraz etmek, aklından bile geçmezdi
Cengiz’in. Kendini Mercedes’in direksiyonunda çok daha rahat hissedeceği
kesindi. Reşad yanına oturdu ve Cengiz arabayı çalıştırıp caddeye yöneldi,
sonra da sağa yanaşıp, Renault’un gelmesini bekledi. Az sonra, peşpeşe yola
koyulmuşlardı bile.
“Bu işi pek sevmedim ben,“ dedi Reşad’a,
“Aklım hala kızın gelmemesine takılı Reşad.”
“Takma kafanı ağbi, boş ver.”
“Nereye gittiler o ikisi sence Reşad? Yani
kızla Arap demek istiyorum.”
“Nereye gidecekler ağbi? Herhalde bir otel
filan bulacaklar ve bizim manyak herife verip rahatlayacak işte. Doğrusu neden
kafanı taktın onu da anlamıyorum ya. Belki de ilk kez gördüğündendir böyle bir
şeyi. Ben önceden de gördüğüm için alışkanım.”
“Peki biz nereye gidiyoruz böyle Reşad?”
“Tahminim bizi zulaya götürüyorlar. Öyle ya,
belgeleri verecekler, paralarını alacaklar.”
“Bilmiyorum Reşad,” dedi Cengiz,
“Bilmiyorum ve içim rahat değil.”
“Ağbi, rahat ol lütfen.”
Daha fazla konuşmalarına da imkân kalmadı
zaten. Renault yolun sağ tarağındaki bir park alanına girmişti. Cengiz de
izledi onu. Sonra Renault’un sağ kapısının açıldığını ve adamlardan birinin
inip onlara doğru yürüdüğünü gördüler. Reşad Mercedes’in camını indirdi
konuşabilmek için.
“Hep beraber gitmeyelim bundan sonra,” dedi
gelen adam, “Arkadaş burada kalsın arabasının içinde, biz üçümüz bizim arabayla
gidelim Reşo.”
“Ne tarafa gidiyoruz?” diye sonra Reşad.
“Dağa doğru.” dedi adam, Cengiz’in ancak o
anda fark ettiği sapağı göstererek.
Hâlbuki birçok yol tabelası da vardı
sapakta. Üstelik çok geçmişti buradan Cengiz. En üstte bir tünel işareti vardı
ve ‘İtalya’ yazıyordu. Hemen altında da ‘St.-Gervais’ yazıyordu.
“İtalya’ya mı gidiyorsunuz?” diye sordu
birden.
“Yok yok,” dedi adam, “Reşo, bu senin
arkadaş biraz fazla meraklı galiba.”
“Tamam Cengiz ağbi,” diyerek araya girdi
Reşad, “Sen biraz bekle burada işte. Biz gider geliriz.”
Sonra kapıyı açıp dışarı çıktı ve ikisi
birlikte Renault’a doğru yürümeye başladılar. Tam arabanın yanına geldiklerinde
de, aralarında küçük bir tartışma yaşandığını fark etti Cengiz. Diğer adam arka
kapıyı açmış binmeye çalışıyordu, Reşad da onu kolundan tutmuş engel olmaya.
Sonunda adam vazgeçip ön kapıyı açtı, Reşad da arkaya oturdu. Ancak o zaman
tartışmanın nedenini anladı Cengiz. Her zaman olduğu gibi, arabanın içinde
olaylara hakim olabileceği bir yerde olmaya çalışmıştı Reşad. Sonra Renault
ilerledi, yeniden yola çıktı ve sola sinyal verip, dağlara tırmanan yola döndü.
Öylece kalmıştı arabanın içinde Cengiz. Neden
olduğunu bilmiyordu ama, fena gerilmiş hissediyordu kendini. Ne var ki,
yapabileceği bir şey de yoktu. Çaresiz oturup bekleyecekti işte. CD çaların
sesini biraz daha açtı. İki yan camı da indirmiş, gece iyice serinleyen Alp
havasının Mercedes’in içinde rahatlatıcı bir akım oluşturmasının tadını
çıkarıyordu. Ama gerginliği sürüyordu yine de. Kızın cafe’deki garip
davranışlarını unutamıyordu bir türlü. Bir sigara yakıp, dumanı ciğerlerinin en
dibine kadar çekti.
Sonra birden Kuşbeyaz geldi aklına.
Ne olmuştu ona acaba? Yaşıyor muydu hala?
Onu alıp götüren Helena Wigersted’le yaptığı son telefon görüşmesini hatırladı.
Adını Alicia olarak değiştirdiklerini söylemişti kadın. Frankfurt’a döndüğünde
onu bir arayıp güvercinin durumunu sormayı kararlaştırdı. Bir yerlere
kaydetmişti kadının telefonunu.
“Bakalım öbür güvercinin durumu ne olacak?”
diye mırıldandı sonra da kendi kendine, “Bu kadar yırtınıyorum onun
katillerinin kim olduklarını ortaya çıkarabilmek için, ama bak, yıllar geçti
hala bitmedi iş. Neyse, bu sefer iyice umutluyum ama.”
Sanki kendi gerginliğini atabilmek,
içindeki endişeyi biraz olsun giderebilmek için konuşuyormuş gibi bir duyguya
kaptırdı sonra kendini. Ne kadar olmuştu ki Reşad o adamlarla gittiğinden bu
yana? Daha ne kadar beklemesi gerekecekti burada böyle?
Gecenin karanlığını yırtarak, Alp
vadilerinde yankılanan sesi de tam o anda duydu. Silah sesi gibiydi sanki. Bir
anda tepeden tırnağa dikkat kesildi. Ne oluyordu? Mercedes’in kapısını açıp
aşağı indi. Ama iyice karınlık olmuştu. Hiçbir yel göremiyordu. Zaten ne göreceğiyle
ilgili bir fikri bile yoktu açıkçası. Saatine baktı, neredeyse 11 olmak
üzereydi. Bir sigara daha yaktı ve Mercedes’in çevresinde huzursuz huzursuz
gezinmeye başladı. Yanlış duymuştu galiba. Silah sesi olmamalıydı o ses.
Ama ya gerçekten de silah sesiydiyse?
Mercedes’in bagajını açıp kendi silahını
aramaya boşladı o zaman. Bereket bagaj aydınlatması çok güzeldi. Sonunda
Walther PPK’yı beline taktı ve inanılmaz rahatladığını hissetti nedense.
Aslında bunun saçma bir duygu olduğunun da farkındaydı. Öyle ya, böyle zifiri
karanlıkta hiçbir şeyi göremez bir haldeyken belinde silah olmasının ne yararı
olacaktı ki ona? Galiba en iyisi arabayı çalıştırıp farlarını yakmak olacaktı.
Sonra aynı sesi bir daha duydu.
Artık emindi. Silah sesiydi bu. 5-6 dakika
arayla, iki kere ateş edilmişti fazla uzak olmayan bir yerlerde. Bir şeylerin
ters gittiğine emindi artık. Reşad ve öbürleri arasında bir şeyler olmuştu
kesin. Ama ne olmuştu? Kim kime ateş etmişti? Hepsinden de önemlisi, nerede
cereyan ediyordu tüm bunlar? Tanrım, hiçbir şey bilmiyordu ki.
Neredeyse telaşla daldı Mercedes’in içine.
Arabayı çalıştırıp farlarını yaktı. Şimdi hiç değilse ön tarafı görüyordu. Ama
geri kalan her yer, hala zifiri karanlıktı. Acaba iyi mi yapmıştı farları
yakarak? Karar veremiyordu. O iki genç adam eğer Reşad’a bir şey yapmışlarsa,
şimdi yanına gelip ona da aynısını yaparlar mıydı acaba? Belki de basıp gitmesi
gerekiyordu hemen. Ama içinden bunu yapmak da gelmiyordu doğrusu. Şaşkınlık ve
bunun getirdiği kararsızlık, dev bir karabasan gibi çökmüştü üstüne.
Birden aklına kız ve onun cafe’deki akıl
almaz hali geldi aklına. Acaba tüm bunların ipucu muydu bunlar? Ama doğrusu pek
ilintili de görünmüyordu. Kız Chamonix’de kalmıştı, o Arap’la birlikte. Büyük
olasılıkla da ikisi şu anda bir otel odasında birbirlerinin içine düşmüş
olmalıydılar. Peki, burada ne olmuştu? Acaba her şeye rağmen bir bağlantı söz konusu muydu? Kızın ayrılmadan hemen önce
söylediklerini hatırladı o zaman. Adamlara ‘paranın Reşad’ın üstünde olup
olmadığını’ sormuştu. Bunu iyi hatırlıyordu. Sonra da ‘gidin ve aynen
kararlaştırdığımız gibi yapın’ demişti. Tanrım, yoksa böyle bir şey miydi
kararlaştırdıkları? Amaç parayı alıp Reşad’ı yok etmek miydi? Onun için mi emin
olmak ve paranın Reşad’ın üstünde olup olmadığını öğrenmek istemişti?
Tekrar çıktı Mercedes’den. Ne yapacağını
bilemiyordu. Sonra dağlardan aşağı inen bir arabanın motor sesini duydu.
Hafifçe farlarının ışığını bile fark edebiliyordu. İçinden gelen bir sese
uyarak Mercedes’in uzağına, park alanının kenarındaki büyük ağaçların arasına
çekildi. Eğer gelenler o iki genç adamsa, onu da sağ bırakmazlardı her halde.
Hiç değilse öyle ampul gibi ortalık yerde olmamalıydı. Walther PPK’yı belinden
çıkarıp eline aldı ve beklemeye başladı.
Sonunda Renault göründü kavşakta. Bir an
bile durmadan yolun karşısına geçip park alanına daldı ve Mercedes’in yanında
durdu. Cengiz, arkasına gizlendiği kalın ağaç gövdesinin yanından bakıyordu
olup bitene. Mercedes’in motorunu çalışır bıraktığına pişman olmuştu. Ama sonra
Renault’un şoför tarafındaki kapının açıldığını ve Reşad’ın indiğini gördü.
“Cengiz ağbi neredesin?” diye, adeta
bağırarak sordu.
Birden rahatladı Cengiz. Ağaçların
arasından çıkıp ona doğru yürümeye başladı hızla.
“Buradayım Reşad,” dedi heyecanla,
“Buradayım, merak etme.”
Sonra onun sendelediğini fark etti.
Renault’un arka kapısını açmaya çalışıyordu. Telaşla atılıp kolunu tuttu.
“Hayrola Reşad?” diye sordu telaşla, “İyi
misin sen?”
“İyiyim ağbi, merak etme,” dedi Reşad,
“İbnenin evladı yaraladı beni. Hepsi o kadar.”
“Ne oldu orada Reşad. Ötekiler nerde?”
“Onlar artık gelemezler ağbi. Öldüler.”
“Ne diyorsun sen Reşad?” diye sordu Cengiz
telaşla, “Ne oldu?”
“Cengiz ağbi dur bir hele ya. Anlatırım
nasıl olsa. Önce şu arka koltuktaki torbayı senin arabaya bir aktaralım ve
hemen buradan gidelim. Yolda anlatırım işte.”
Bu arada kapıyı açmış, koltuğa uzanmıştı
bile. Cengiz’in gözleri birden onun sol eline takıldı. Kan içindeydi. Sonra
kanın, montunun dirsekten aşağı her yere yayılmış olduğunu gördü.
“Kötü yaralanmışsın sen Reşad,” dedi
endişeyle, “Doktor bulmamız gerek galiba.”
“Ağbi ne doktoru? Başımızı derde mi sokucaz
yani? Ben iyiyim merak etme. Sıyırdı işte kurşun. Biraz kanıyor o kadar. Sen
şimdi bana bir yardım et şu torbayı atalım senin arabanın bagajına.”
Bayağı ağır, siyah plastikten bir çöp
torbasıydı bu. Cengiz uzanıp dışarı çekti ve Mercedes’in yanına götürdü. Sonra
da bagaj kapağını açmaya çalıştı. Ama hala çalıştığını unutmuştu arabanın.
Açılmıyordu bagaj. Çaresiz önce eğilip kontağı kapadı, sonra kapağı açıp
torbayı kaldırdı.
“Orada iç içe birkaç torba var ağbi,” dedi
Reşad, “En üsttekini ver de koluma sarayım. Şimdi senin arabanın içini de
batırmayalım.”
Gerçekten de, torba torba içine konmuş,
garip bir paketti bu. En içerde iri bir çanta varmış gibi görünüyordu. Cengiz
en dıştaki torbayı aldı ama, üstüne topraklar bulaşmıştı bunun.
“Reşad bu toprak içinde,” dedi, “Olmaz
yani. Mikrop kaparsın.”
“Ağbi bırak ya, ne mikrobu. İçinde toprak
filan yoktur. Ayrıca öyle sarıcam montun üstüne. Maksat arabanın her yerini kan
etmeyelim şimdi.”
Çaresiz elindeki ona uzattı Cengiz. Sonra
da onun önce kolunu torbanın içine sokuşunu, peşinden de plastiği kolunun
çevresine birkaç kez dolayışını izledi. Tüm bu işleri bitirince de, Mercedes’in
kapısını açıp içene oturdu Reşad.
“Hadi Cengiz ağbi,” dedi sonra da, “Bir an
önce gidelim buradan. Çifte cinayet işledim az önce, unutuyor musun?”
Gerçek galiba tam bu anda dank etti
Cengiz’in kafasına. Aynen böyle olmuştu işte. Çifte cinayet işlemişti Reşad.
İki kişiyi öldürmüştü. Telaşla Mercedes’in direksiyonuna yöneldi. Ama son anda
kalakaldı olduğu yerde. Renault hala duruyordu yanıbaşlarında. Kapıları bile
açıktı hatta.
“Bu araba ne olacak peki Reşat?” diye
sordu, “Bunu böyle bırakıcaz mı?”
“Ya sıçıyım arabasının içine be Cengiz
ağbi. Takma kafanı. Hem zaten hadi şurdan uçuruma atalım desem, ‘olmaz bakarsın
tutuşup ormanı yakar’ diye itiraz edersin sen. Onun için hadi geç şu
direksiyona da bir an önce toz olalım buralardan.”
Birden oradan gerçekten uzaklaşmaları
gerektiğini kavradı Cengiz. Öyle ya; şaka değil, gerçekten de iki kişiyi
öldürmüştü Reşad. Yakalanma ihtimali aklına gelince, kalbinin buz adeta
kestiğini hissetti. Hızla bindi Mercedes’e, vitese taktı ve gazladı. Mermi gibi
çıktılar park alanından. Arabanın burnunu Chamonix yönüne değil, onları Mont
Blanc Dağı’ndan aşağıya indirecek yola çevirmişti. Nasıl olsa Chatell’de
geceleyemezlerdi. Gazlamış deli gibi gidiyordu.
“Pardon ama na’pıyorsun Cengiz ağbi?” diye
sordu Reşad.
“Oğlum toz olalım demedin mi? Kaçıyoruz
işte.”
“Ağbi kimse kovalamıyor bizi nasıl olsa.
Ama böyle acayip hızlı gidersen, ilk gören polis durdurur bizi ve anında papaz
oluruz. Bir düşünsene; sende bir bende iki silah var. Kolum kanlar içinde,
bagajda da Palme’nin ölüm emri.”
Aniden çekti ayağını gazdan Cengiz. Bak
işin bu tarafını düşünmemişti hiç. Haklıydı Reşad. Şu anda hiç kimsenin o
adamların öldürüldüğünden bile haberleri olamazdı zaten. Hele olayın
ayrıntılarını, kimlerin karıştığını da bilemezlerdi. Hatta daha o bile
bilmiyordu orada neler olduğunu.
“Anlatsana Reşad,” dedi sonra da, “Ne oldu
da böyle oldu? O kızın bir şeyler tezgâhladığından emindim zaten.”
“Yok ağbi, kızın tezgâhı filan yok. Ama
yine de kızın yüzünden oldu. Aslında suç bende. Kendimi tutamayıp, çocukların
damarına bastım.”
“Anlamadım Reşad.”
“Dur ağbi anlatıcam işte. Kendimi biraz
yorgun hissediyorum, kusura bakma. Kan kaybettiğim için olacak.”
“Bak görüyor musun?” dedi Cengiz telaşla,
“Sana bir doktora ihtiyacın olduğunu söylemiştim.”
“Tamam ağbi onu ben de biliyorum da,
buralarda tanıdık doktoru nasıl bulucaz ki? Biraz da bu yüzden biran önce
Almanya’ya gidelim diyorum zaten.”
“Yani Almanya’da tanıdık doktor var öyle mi
Reşad?”
“Evet ağbi var. Münih’te!”
“Oğlum Münih’e gidene kadar bir şey olmasın
sana. Önümüzde ne kadar yol var biliyor musun?”
“Dayanırız ağbi artık, ne yapalım. Zaten
başka çaremiz de yok.”
Başını çevirip dikkatle baktı ona Cengiz.
Gerçeği söylemek gerekirse, pek de ‘ölüyor’ gibi gözükmüyordu Reşad. Ama biraz
bitkin olduğu açıkça belliydi. Yorgun yorgun gülümsedi.
“Biliyor musun ağbi?” dedi sonra da,
“Aslında hayatımı sana borçluyum.”
“Hoppalaaaa! Nasıl yani?”
“Bana aldığın o bıçak var ya. Eğer o
olmasaydı, şimdi ölmüştüm ben.”
Kalakaldı Cengiz. Böyle bir şeyi hiç
beklemiyordu. Aynı anda da, kendini meraktan ölecekmiş gibi hissediyordu.
“Ya Reşad, konuşmanın seni yorduğunu
görüyorum tamam. Ama sen de benim merakımı anla artık olur mu?” dedi, “O
nedenle; madem konuşuyoruz, boş konuşmayalım hiç olmazsa. Onun yerine anlat
bana neler olduğunu.”
“Tamam ağbi anlatıcam her şeyi. Zaten
anlatmazsam beni sorguya çekerek öldüreceğine inanmaya başladım artık.”
“Oğlum bırak saçmalamayı da, anlat hadi.”
“Şimdi bunlar belgeleri bir yere gömmüşler
ağbi. Senden ayrılınca oraya gittik hep birlikte. Yoldan çıkınca, ağaçların
arasında bir küçük alan var, orada durduk. 50 metre kadar yürüdük ve iri bir
kayanın yanına geldik. Ağar bir taş vardı orda. Bayağı ağır yani. Üçümüz
birlikte ancak oynattık yerinden. Sonra biri bu taşın altındaki geniş kovuğa
girdi beline kadar. Ben de öbürüyle dışarıda kaldım tabii. Bu arada yanımdaki
parayı istedi. Ona belgeleri görmeden parayı vermeyeceğimi söyledim. Sonra da
kendimi tutamadım işte ve ‘artık bu parayı karınızla birlikte yersiniz herhalde
ama o da arada bir başka şeyler yemeyi sürdürür’ dedim. Şaşırdı. Ok yaydan
çıkmıştı artık. Üstüne üstüne gitmeye başladım ve ‘ikisinin de hem manyak hem
de gavat olduklarını’ söyledim bu sefer. Çok sinirlendi. Ama onu delirten şey
‘karınız şimdi o Arap’la neler yapıyordur kim bilir ve eminim siz de bundan
zevk alıyorsunuzdur’ demem oldu. Birden arkama dolanıp silahını kafama dayadı.
Ben davranamadan da elini uzatıp montun cebimden silahımı aldı. Fena
sıkışmıştım yani ağbi. O zaman aklıma belimdeki bıçak geldi. Senin hediye
aldığın bıçak. Çaktırmadan elimi oraya götürüp bıçağı çektim ve dönüp oğlanın
eline yapışmaya çalıştım. O zaman vurdu beni kolumdan işte. Ama ben de onun
boğazını kestim.”
Büyülenmiş gibi dinliyordu Cengiz. Öylesine
sakin bir şekilde anlatıyordu ki Reşad, insanın inanası gelmiyordu neredeyse.
Ama gerçekleri anlattığı da kesindi bu arada. Kanıtı da; plastik bir çöp
torbasının içine gizlenmiş kanlar içindeki bir koldu.
“Peki diğeri?” diye sordu, “O ne yaptı bu
arada? Çünkü ben 2 el silah sesi duydum ama öyle peşpeşe değildi?”
“O hala kovuğun içindeydi bunlar olurken.
Ama hemen çıktı tabii. Bu arada ben de boğazını kestiğimin silahını alıp
kendimi ağaçların arasına atmıştım. Yani dışarı çıktığında beni göremedi hemen.
Ama arkadaşını gördü tabii. Onun öldüğünü anlayınca da bağırmaya başladı.
Küfrediyordu bana. Ortaya çıkmamı istiyordu. İstesem hemen vururdum onu Cengiz
ağbi. Ama istemiyordum. Yere yatıp, öyle sinmiştim. Göremiyordu beni
karanlıkta. Sonra koşarak arabaya gittiğini gördüm ve sevindim. Arabaya atlayıp
kaçacak zannettim. Bence herkes için en iyisi bu olurdu. Öyle ya, elleri boştu
kovuktan çıkarken. Yani belgeler hala orada olmalıydı. O gidince alabilirdim
açıkçası. Ama bir de baktım ki, arabadan bir şey almış geri geliyor. Önce
elindekinin ne olduğunu anlayamadım. Yerdekinin yanına geldiğinde neden arabaya
gittiği ortaya çıktı ama. El feneriydi getirdiği. Önce ona iyice bir baktı,
sonra yeniden bağırıp küfretmeye başladı. Peşinden de, beni aramaya girişti
aklınca. Fenerin ışığını sağa sola tutuyordu. Silahı elindeydi. Ama hıyar gibi
davrandığının farkında değildi. Kolay bir hedef oluşturuyordu benim için.
Benden tarafa doğru yürümeye başladığını gördüğümde de, vurdum onu.”
Sustu Reşad. Cengiz de kendini pek
konuşacak gibi hissetmiyordu gerçi ama, merakını da yenemiyordu hala.
“Sonra ne oldu peki?” diye sordu heyecanla,
“Sonra kovuğa girip torbayı buldun ve arabaya atlayıp aşağıya, benim yanıma
geldin öyle mi?”
“Aynen öyle oldu ağbi. Ama biraz fazlası
var. Bir kere onu vurduğum silahı boğazını kestiğimin eline tutuşturdum, bıçağı
da öbürünün eline verip silahını aldım. Sonrasını biliyorsun işte.”
Gerçek bir profesyonelin yapacağını
yapmıştı yani Reşad. İlk görenin kafasında olayın nasıl meydana geldiğiyle
ilgili yanlış bir izlenim edinmesini sağlayacak bir mizansen oluşturmuştu işte.
Aslında bu bile, tek başına dehşet verici bir durumdu.
“İyi de,” dedi Cengiz, “Bir yığın parmak
izin kalmıştır şimdi senin. Yani bu tezgâhı yemezler bence.”
“Ağbi ölmüş eşek kurttan korkmazmış
bilirsin. Bir eksik bir fazla, ne fark eder ki? Önemli olan cesetleri ilk
bulduklarında olayı iki kişi arasındaki bir hesaplaşma kavgası sanmaları. Yani
biz buradan çıkıp gidene kadar zaman kazanmak. Ondan sonrası için de polisin
fazla önemi yok zaten. Ama kız önemli bak. O yaşıyor biliyorsun.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder