24 Eylül 2011 Cumartesi

“KIZ ÖNEMLİ BAK, O YAŞIYOR BİLİYORSUN!”

Buluşacakları cafe’nin olduğu meydana çabuk geldiler. Cengiz de aynı anda kızı farketti yine. Aslında farkedilmemesi de mümkün değildi. Havanın kararmış olması bile engelleyemezdi bunu. Öyle bir oturmuştu ki, aynı anda çevredeki masalarda oturan pek çok erkek de, onu farketmişti zaten. O tarafa doğru gözü kayan herkes; karşısında neredeyse kalçalarına kadar meydanda olan bir çift güzel bacak buluyordu. İyice yaklaştıklarında da; kızın hep yaptığı gibi, mümkün olan en küçük ve en az miktarda giysileri seçmiş olduğunu gördü. Reşad’ın onunla ilgili yargıları doğruydu galiba. Öyle oturmuş, çevresinde kendini seyreden erkeklere bakıyordu o da. Bu nedenle de, önce o değil, ötekilerden biri farketti Reşad’la Cengiz’i ve hafif bir el hareketiyle işaret etti onlara.  

Tam ortalardaki bir masaya oturmuşlardı. Cafe de hala alabildiğine kalabalıktı. Aslında onların nasıl olup da boş bir masa bulabilmiş olduklarını merak etti Cengiz. Yürüyüp boş iki iskemleye de onlar oturdular. Cengiz’e yine kızın yanında oturmak zorunda kalmıştı. 

“Selam!” dedi Reşad kısaca.

“Selam Reşo. Yeni mi geldiniz?”

“Yok bir saat kadar oldu ama, boş yer yoktu. Biraz dolaştık biz de.”

Herkes sustu. Bu arada Cengiz, kızın sanki orada değilmiş gibi davrandığını fark etti birden. Kendini bambaşka bir şeylere kaptırmış gibiydi. Hala çevre masalardaki erkeklerin üstünde dolaşıyordu gözleri. Dönüp Reşad'a baktı o zaman. O da farkındaydı durumun. Hafifçe omuz silkti, ‘aldırma’ dermişçesine. Sonra da yüzünü ötekilere döndü.

“Evet,” dedi, “Nasıl yapıyoruz şimdi. Düşünüp bir karar verdiniz mi?”

“Kolay olmadı. Ama verdik bir karar işte.”

“Eeeee?”

“Sen parayı getirdin mi Reşo?”

“Lan oğlum söylemedim mi size ben? 25 bin Mark aldım ve 20’sini size vericem şimdi. Sonra paranın geri kalanını aldığım zaman da, payınıza düşeni alacaksınız.”

“Şimdi 20 bin, öyle mi Reşo? Ayıp olmuyor mu?”

“Oğlum manyak mısınız nesiniz siz?” dedi Reşad, “Kaç kere anlattık size bu konuyu. Şimdi baştan mı başlıycaz?”

Herkes sustu birden. Cengiz, adamların soran gözlerle kıza baktığını fark etti ve ister istemez o da dikkatini yeniden kıza verdi. Ama kızın masadaki konuşmalarla hiç ilgisi yok gibiydi.  Gözlerini, hemen yakında oturan Arap tipli bir adama dikmişti artık. Cengiz birden onun gözlerindeki garipliği fark etti o zaman. Hafif kısık, adeta buğuluydu bakışları. Sonra kızın çantasının yerde, ikisinin arasında durduğunu gördü. Ağzı açıktı yine çantanın. Ama bu sefer öyle her an çantaya dalıp içindeki silahları çekebilecekmiş gibi görünmüyordu kız. Sanki tüm benliğiyle o Arap tipli adama takılmış gibiydi.

Cengiz adamın da adeta kızın içine düşmüş gibi olduğunu görebiliyordu. Gözleri, tepeden tırnağa onun her tarafında dolaşıyordu. Tamam, bu kızın gerçekten de Reşad’ın söylediği gibi kafayı seks konusuna takmış olduğu açıkça belliydi belli olmasına da, o anda içinde bulundukları durumla hiç uyuşmuyordu yaptığı. Aynı masada oturduğu 4 kişi arasında hissedilen binlerce voltluk gerilimin bile farkında değilmiş gibiydi kız. Tüm benliğiyle adama takılmış ve geri kalan her şeyi unutmuş gitmişti işte. Doğrusu çok rahatsız edeci bir şeydi bu. Üstelik tek rahatsız olan da Cengiz değildi anlaşılan. İlk kez Almanya-İsviçre sınırında kızla beraber gördüğü adam da huzursuz görünüyordu.

“Ya bir dakika bize kulak ver de, ne yapmamız gerektiğini kararlaştıralım,” dedi kıza, “Sanki burada değilmişsin gibi yani.”

“Biz bu konuyu aramızda konuşup kararlaştırmamış mıydık?” diye sordu kız, adeta tıslayan bir sesle, “Madem kararlaştırdık, o zaman ne gerekiyorsa ona yapacaksınız.”

“Evet de, gelişmeleri dinlemiyorsun ki.”

“Gelişmelerin ne önemi varmış ki? Sordunuz mu, parayı getirmiş mi, üstünde miymiş?”

“Parayı elbette getirdim kızım,” diye araya girdi Reşad, “Neden merak ettin ki? Sizi tokada getireceğimi mi sanıyorsun yoksa?”

“Tamam!” dedi kız, “Gidin ve aynen kararlaştırdığımız gibi yapın o halde.”

“Vaaaay sen gelmeyecek misin?” diye üsteledi Reşad gülümseyerek.

“Benim burada biraz işim var Reşo. İşleri bitince çocuklar beni gelip alırlar buradan.”

Gülerek ayağa kalktı Reşad. Sonra dönüp şaşkın gözlerle ona bakmakta olan Cengiz’e gülümsedi. Yüzündeki ‘ben sana dememiş miydim’ ifadesi müthişti doğrusu. Öte yandan haksız da sayılmazdı. Cengiz, onun kızla ilgili saptamasının doğru olduğundan hiç kuşkulanmamıştı gerçi ama, bu kadarını da beklememişti. O da kalktı yerinden.

En son öbür ikisi kalktılar. Hallerinden pek de rahat olmadıkları açıkça anlaşılıyordu. Bu rahatsızlığın nedeninin kızın yaptıkları ve davranış biçiminden kaynaklandığını düşündü Cengiz. Öyle ya, pek de anlaşılabilir şeyler değildi bunlar. Dördü birlikte parkyerine doğru yürümeye başladılar. Cengiz son bir kez dönüp kıza doğru baktı. Yerinden kalkıp o sürekli kesiştiği Arap tipli herifin önünde ayakta duruyordu kız. İkisinin bir şeyler konuştuğunu görebiliyordu. Sonra adam da kalktı ayağa ve birlikte. Ters yönde yürümeye başladılar ikisi.

Sonra Reşad’ın da biraz geri kaldığını ve onunla birlikte kıza bakmakta olduğunu fark etti. Diğerleri birkaç metre önlerinde ve aralarında alçak sesle konuşarak yürüyorlardı. Başını çevirip tekrar Reşad’ın yüzüne baktı.

“Bir şey sorma ağbi,” dedi Reşad, “Ben sana söylemiştim değil mi, bu karının ne manyak olduğunu?”

“Tamam Reşad onu anladım da, neden burada, neden şimdi onu anlayamadım.”

“Arap’a fena tav oldu herhalde. Ne bileyim ben Cengiz ağbi.”

“Ne yani Reşad, Arap olunca ne fark ediyor ki?”

“Ağbi, unutma bu Bekaa’da eğitim gördü demiştim sana. Orada tanımıştır bu Arap milletini. O nedenledir. Şimdi konuşturma beni.”

Birden onun demek istediğini kavradı Cengiz. Gülmeye başladı. Ama doğrusu, her şeye rağmen kızın tam da bu anda her şeyi bırakacak kadar bu işin hastası olmasını tam anlayamıyordu hala. Kafası fena takılmıştı olanlara. Parkyerine ulaştıklarında da, hala aynı soruları soruyordu kendi kendine.

“Ayrı ayrı gidelim,” dedi adamlardan biri, “Böylesi daha iyi olur.”

Buna itiraz etmek, aklından bile geçmezdi Cengiz’in. Kendini Mercedes’in direksiyonunda çok daha rahat hissedeceği kesindi. Reşad yanına oturdu ve Cengiz arabayı çalıştırıp caddeye yöneldi, sonra da sağa yanaşıp, Renault’un gelmesini bekledi. Az sonra, peşpeşe yola koyulmuşlardı bile.

“Bu işi pek sevmedim ben,“ dedi Reşad’a, “Aklım hala kızın gelmemesine takılı Reşad.”

“Takma kafanı ağbi, boş ver.”

“Nereye gittiler o ikisi sence Reşad? Yani kızla Arap demek istiyorum.”

“Nereye gidecekler ağbi? Herhalde bir otel filan bulacaklar ve bizim manyak herife verip rahatlayacak işte. Doğrusu neden kafanı taktın onu da anlamıyorum ya. Belki de ilk kez gördüğündendir böyle bir şeyi. Ben önceden de gördüğüm için alışkanım.”

“Peki biz nereye gidiyoruz böyle Reşad?”

 “Tahminim bizi zulaya götürüyorlar. Öyle ya, belgeleri verecekler, paralarını alacaklar.”

“Bilmiyorum Reşad,” dedi Cengiz, “Bilmiyorum ve içim rahat değil.”

“Ağbi, rahat ol lütfen.”

Daha fazla konuşmalarına da imkân kalmadı zaten. Renault yolun sağ tarağındaki bir park alanına girmişti. Cengiz de izledi onu. Sonra Renault’un sağ kapısının açıldığını ve adamlardan birinin inip onlara doğru yürüdüğünü gördüler. Reşad Mercedes’in camını indirdi konuşabilmek için.

“Hep beraber gitmeyelim bundan sonra,” dedi gelen adam, “Arkadaş burada kalsın arabasının içinde, biz üçümüz bizim arabayla gidelim Reşo.”

“Ne tarafa gidiyoruz?” diye sonra Reşad.

“Dağa doğru.” dedi adam, Cengiz’in ancak o anda fark ettiği sapağı göstererek.

Hâlbuki birçok yol tabelası da vardı sapakta. Üstelik çok geçmişti buradan Cengiz. En üstte bir tünel işareti vardı ve ‘İtalya’ yazıyordu. Hemen altında da ‘St.-Gervais’ yazıyordu.

“İtalya’ya mı gidiyorsunuz?” diye sordu birden.

“Yok yok,” dedi adam, “Reşo, bu senin arkadaş biraz fazla meraklı galiba.”

“Tamam Cengiz ağbi,” diyerek araya girdi Reşad, “Sen biraz bekle burada işte. Biz gider geliriz.”

Sonra kapıyı açıp dışarı çıktı ve ikisi birlikte Renault’a doğru yürümeye başladılar. Tam arabanın yanına geldiklerinde de, aralarında küçük bir tartışma yaşandığını fark etti Cengiz. Diğer adam arka kapıyı açmış binmeye çalışıyordu, Reşad da onu kolundan tutmuş engel olmaya. Sonunda adam vazgeçip ön kapıyı açtı, Reşad da arkaya oturdu. Ancak o zaman tartışmanın nedenini anladı Cengiz. Her zaman olduğu gibi, arabanın içinde olaylara hakim olabileceği bir yerde olmaya çalışmıştı Reşad. Sonra Renault ilerledi, yeniden yola çıktı ve sola sinyal verip, dağlara tırmanan yola döndü.

 Öylece kalmıştı arabanın içinde Cengiz. Neden olduğunu bilmiyordu ama, fena gerilmiş hissediyordu kendini. Ne var ki, yapabileceği bir şey de yoktu. Çaresiz oturup bekleyecekti işte. CD çaların sesini biraz daha açtı. İki yan camı da indirmiş, gece iyice serinleyen Alp havasının Mercedes’in içinde rahatlatıcı bir akım oluşturmasının tadını çıkarıyordu. Ama gerginliği sürüyordu yine de. Kızın cafe’deki garip davranışlarını unutamıyordu bir türlü. Bir sigara yakıp, dumanı ciğerlerinin en dibine kadar çekti.

Sonra birden Kuşbeyaz geldi aklına.

Ne olmuştu ona acaba? Yaşıyor muydu hala? Onu alıp götüren Helena Wigersted’le yaptığı son telefon görüşmesini hatırladı. Adını Alicia olarak değiştirdiklerini söylemişti kadın. Frankfurt’a döndüğünde onu bir arayıp güvercinin durumunu sormayı kararlaştırdı. Bir yerlere kaydetmişti kadının telefonunu.

“Bakalım öbür güvercinin durumu ne olacak?” diye mırıldandı sonra da kendi kendine, “Bu kadar yırtınıyorum onun katillerinin kim olduklarını ortaya çıkarabilmek için, ama bak, yıllar geçti hala bitmedi iş. Neyse, bu sefer iyice umutluyum ama.”

Sanki kendi gerginliğini atabilmek, içindeki endişeyi biraz olsun giderebilmek için konuşuyormuş gibi bir duyguya kaptırdı sonra kendini. Ne kadar olmuştu ki Reşad o adamlarla gittiğinden bu yana? Daha ne kadar beklemesi gerekecekti burada böyle?

Gecenin karanlığını yırtarak, Alp vadilerinde yankılanan sesi de tam o anda duydu. Silah sesi gibiydi sanki. Bir anda tepeden tırnağa dikkat kesildi. Ne oluyordu? Mercedes’in kapısını açıp aşağı indi. Ama iyice karınlık olmuştu. Hiçbir yel göremiyordu. Zaten ne göreceğiyle ilgili bir fikri bile yoktu açıkçası. Saatine baktı, neredeyse 11 olmak üzereydi. Bir sigara daha yaktı ve Mercedes’in çevresinde huzursuz huzursuz gezinmeye başladı. Yanlış duymuştu galiba. Silah sesi olmamalıydı o ses.

Ama ya gerçekten de silah sesiydiyse?

Mercedes’in bagajını açıp kendi silahını aramaya boşladı o zaman. Bereket bagaj aydınlatması çok güzeldi. Sonunda Walther PPK’yı beline taktı ve inanılmaz rahatladığını hissetti nedense. Aslında bunun saçma bir duygu olduğunun da farkındaydı. Öyle ya, böyle zifiri karanlıkta hiçbir şeyi göremez bir haldeyken belinde silah olmasının ne yararı olacaktı ki ona? Galiba en iyisi arabayı çalıştırıp farlarını yakmak olacaktı.

Sonra aynı sesi bir daha duydu.

Artık emindi. Silah sesiydi bu. 5-6 dakika arayla, iki kere ateş edilmişti fazla uzak olmayan bir yerlerde. Bir şeylerin ters gittiğine emindi artık. Reşad ve öbürleri arasında bir şeyler olmuştu kesin. Ama ne olmuştu? Kim kime ateş etmişti? Hepsinden de önemlisi, nerede cereyan ediyordu tüm bunlar? Tanrım, hiçbir şey bilmiyordu ki.

Neredeyse telaşla daldı Mercedes’in içine. Arabayı çalıştırıp farlarını yaktı. Şimdi hiç değilse ön tarafı görüyordu. Ama geri kalan her yer, hala zifiri karanlıktı. Acaba iyi mi yapmıştı farları yakarak? Karar veremiyordu. O iki genç adam eğer Reşad’a bir şey yapmışlarsa, şimdi yanına gelip ona da aynısını yaparlar mıydı acaba? Belki de basıp gitmesi gerekiyordu hemen. Ama içinden bunu yapmak da gelmiyordu doğrusu. Şaşkınlık ve bunun getirdiği kararsızlık, dev bir karabasan gibi çökmüştü üstüne.

Birden aklına kız ve onun cafe’deki akıl almaz hali geldi aklına. Acaba tüm bunların ipucu muydu bunlar? Ama doğrusu pek ilintili de görünmüyordu. Kız Chamonix’de kalmıştı, o Arap’la birlikte. Büyük olasılıkla da ikisi şu anda bir otel odasında birbirlerinin içine düşmüş olmalıydılar. Peki, burada ne olmuştu? Acaba her şeye rağmen bir bağlantı  söz konusu muydu? Kızın ayrılmadan hemen önce söylediklerini hatırladı o zaman. Adamlara ‘paranın Reşad’ın üstünde olup olmadığını’ sormuştu. Bunu iyi hatırlıyordu. Sonra da ‘gidin ve aynen kararlaştırdığımız gibi yapın’ demişti. Tanrım, yoksa böyle bir şey miydi kararlaştırdıkları? Amaç parayı alıp Reşad’ı yok etmek miydi? Onun için mi emin olmak ve paranın Reşad’ın üstünde olup olmadığını öğrenmek istemişti?

Tekrar çıktı Mercedes’den. Ne yapacağını bilemiyordu. Sonra dağlardan aşağı inen bir arabanın motor sesini duydu. Hafifçe farlarının ışığını bile fark edebiliyordu. İçinden gelen bir sese uyarak Mercedes’in uzağına, park alanının kenarındaki büyük ağaçların arasına çekildi. Eğer gelenler o iki genç adamsa, onu da sağ bırakmazlardı her halde. Hiç değilse öyle ampul gibi ortalık yerde olmamalıydı. Walther PPK’yı belinden çıkarıp eline aldı ve beklemeye başladı.

Sonunda Renault göründü kavşakta. Bir an bile durmadan yolun karşısına geçip park alanına daldı ve Mercedes’in yanında durdu. Cengiz, arkasına gizlendiği kalın ağaç gövdesinin yanından bakıyordu olup bitene. Mercedes’in motorunu çalışır bıraktığına pişman olmuştu. Ama sonra Renault’un şoför tarafındaki kapının açıldığını ve Reşad’ın indiğini gördü.

“Cengiz ağbi neredesin?” diye, adeta bağırarak sordu.

Birden rahatladı Cengiz. Ağaçların arasından çıkıp ona doğru yürümeye başladı hızla.

“Buradayım Reşad,” dedi heyecanla, “Buradayım, merak etme.”

Sonra onun sendelediğini fark etti. Renault’un arka kapısını açmaya çalışıyordu. Telaşla atılıp kolunu tuttu.

“Hayrola Reşad?” diye sordu telaşla, “İyi misin sen?”

“İyiyim ağbi, merak etme,” dedi Reşad, “İbnenin evladı yaraladı beni. Hepsi o kadar.”

“Ne oldu orada Reşad. Ötekiler nerde?”

“Onlar artık gelemezler ağbi. Öldüler.”

“Ne diyorsun sen Reşad?” diye sordu Cengiz telaşla, “Ne oldu?”

“Cengiz ağbi dur bir hele ya. Anlatırım nasıl olsa. Önce şu arka koltuktaki torbayı senin arabaya bir aktaralım ve hemen buradan gidelim. Yolda anlatırım işte.”

Bu arada kapıyı açmış, koltuğa uzanmıştı bile. Cengiz’in gözleri birden onun sol eline takıldı. Kan içindeydi. Sonra kanın, montunun dirsekten aşağı her yere yayılmış olduğunu gördü.

“Kötü yaralanmışsın sen Reşad,” dedi endişeyle, “Doktor bulmamız gerek galiba.”

“Ağbi ne doktoru? Başımızı derde mi sokucaz yani? Ben iyiyim merak etme. Sıyırdı işte kurşun. Biraz kanıyor o kadar. Sen şimdi bana bir yardım et şu torbayı atalım senin arabanın bagajına.”

Bayağı ağır, siyah plastikten bir çöp torbasıydı bu. Cengiz uzanıp dışarı çekti ve Mercedes’in yanına götürdü. Sonra da bagaj kapağını açmaya çalıştı. Ama hala çalıştığını unutmuştu arabanın. Açılmıyordu bagaj. Çaresiz önce eğilip kontağı kapadı, sonra kapağı açıp torbayı kaldırdı.

“Orada iç içe birkaç torba var ağbi,” dedi Reşad, “En üsttekini ver de koluma sarayım. Şimdi senin arabanın içini de batırmayalım.”

Gerçekten de, torba torba içine konmuş, garip bir paketti bu. En içerde iri bir çanta varmış gibi görünüyordu. Cengiz en dıştaki torbayı aldı ama, üstüne topraklar bulaşmıştı bunun.

“Reşad bu toprak içinde,” dedi, “Olmaz yani. Mikrop kaparsın.”

“Ağbi bırak ya, ne mikrobu. İçinde toprak filan yoktur. Ayrıca öyle sarıcam montun üstüne. Maksat arabanın her yerini kan etmeyelim şimdi.”

Çaresiz elindeki ona uzattı Cengiz. Sonra da onun önce kolunu torbanın içine sokuşunu, peşinden de plastiği kolunun çevresine birkaç kez dolayışını izledi. Tüm bu işleri bitirince de, Mercedes’in kapısını açıp içene oturdu Reşad.

“Hadi Cengiz ağbi,” dedi sonra da, “Bir an önce gidelim buradan. Çifte cinayet işledim az önce, unutuyor musun?”

Gerçek galiba tam bu anda dank etti Cengiz’in kafasına. Aynen böyle olmuştu işte. Çifte cinayet işlemişti Reşad. İki kişiyi öldürmüştü. Telaşla Mercedes’in direksiyonuna yöneldi. Ama son anda kalakaldı olduğu yerde. Renault hala duruyordu yanıbaşlarında. Kapıları bile açıktı hatta.

“Bu araba ne olacak peki Reşat?” diye sordu, “Bunu böyle bırakıcaz mı?”

“Ya sıçıyım arabasının içine be Cengiz ağbi. Takma kafanı. Hem zaten hadi şurdan uçuruma atalım desem, ‘olmaz bakarsın tutuşup ormanı yakar’ diye itiraz edersin sen. Onun için hadi geç şu direksiyona da bir an önce toz olalım buralardan.”

Birden oradan gerçekten uzaklaşmaları gerektiğini kavradı Cengiz. Öyle ya; şaka değil, gerçekten de iki kişiyi öldürmüştü Reşad. Yakalanma ihtimali aklına gelince, kalbinin buz adeta kestiğini hissetti. Hızla bindi Mercedes’e, vitese taktı ve gazladı. Mermi gibi çıktılar park alanından. Arabanın burnunu Chamonix yönüne değil, onları Mont Blanc Dağı’ndan aşağıya indirecek yola çevirmişti. Nasıl olsa Chatell’de geceleyemezlerdi. Gazlamış deli gibi gidiyordu.

“Pardon ama na’pıyorsun Cengiz ağbi?” diye sordu Reşad.

“Oğlum toz olalım demedin mi? Kaçıyoruz işte.”

“Ağbi kimse kovalamıyor bizi nasıl olsa. Ama böyle acayip hızlı gidersen, ilk gören polis durdurur bizi ve anında papaz oluruz. Bir düşünsene; sende bir bende iki silah var. Kolum kanlar içinde, bagajda da Palme’nin ölüm emri.”

Aniden çekti ayağını gazdan Cengiz. Bak işin bu tarafını düşünmemişti hiç. Haklıydı Reşad. Şu anda hiç kimsenin o adamların öldürüldüğünden bile haberleri olamazdı zaten. Hele olayın ayrıntılarını, kimlerin karıştığını da bilemezlerdi. Hatta daha o bile bilmiyordu orada neler olduğunu.

“Anlatsana Reşad,” dedi sonra da, “Ne oldu da böyle oldu? O kızın bir şeyler tezgâhladığından emindim zaten.”

“Yok ağbi, kızın tezgâhı filan yok. Ama yine de kızın yüzünden oldu. Aslında suç bende. Kendimi tutamayıp, çocukların damarına bastım.”

“Anlamadım Reşad.”

“Dur ağbi anlatıcam işte. Kendimi biraz yorgun hissediyorum, kusura bakma. Kan kaybettiğim için olacak.”

“Bak görüyor musun?” dedi Cengiz telaşla, “Sana bir doktora ihtiyacın olduğunu söylemiştim.”

“Tamam ağbi onu ben de biliyorum da, buralarda tanıdık doktoru nasıl bulucaz ki? Biraz da bu yüzden biran önce Almanya’ya gidelim diyorum zaten.”

“Yani Almanya’da tanıdık doktor var öyle mi Reşad?”

“Evet ağbi var. Münih’te!”

“Oğlum Münih’e gidene kadar bir şey olmasın sana. Önümüzde ne kadar yol var biliyor musun?”

“Dayanırız ağbi artık, ne yapalım. Zaten başka çaremiz de yok.”

Başını çevirip dikkatle baktı ona Cengiz. Gerçeği söylemek gerekirse, pek de ‘ölüyor’ gibi gözükmüyordu Reşad. Ama biraz bitkin olduğu açıkça belliydi. Yorgun yorgun gülümsedi.

“Biliyor musun ağbi?” dedi sonra da, “Aslında hayatımı sana borçluyum.”

“Hoppalaaaa! Nasıl yani?”

“Bana aldığın o bıçak var ya. Eğer o olmasaydı, şimdi ölmüştüm ben.”

Kalakaldı Cengiz. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Aynı anda da, kendini meraktan ölecekmiş gibi hissediyordu.

“Ya Reşad, konuşmanın seni yorduğunu görüyorum tamam. Ama sen de benim merakımı anla artık olur mu?” dedi, “O nedenle; madem konuşuyoruz, boş konuşmayalım hiç olmazsa. Onun yerine anlat bana neler olduğunu.”

“Tamam ağbi anlatıcam her şeyi. Zaten anlatmazsam beni sorguya çekerek öldüreceğine inanmaya başladım artık.”

“Oğlum bırak saçmalamayı da, anlat hadi.”

 “Şimdi bunlar belgeleri bir yere gömmüşler ağbi. Senden ayrılınca oraya gittik hep birlikte. Yoldan çıkınca, ağaçların arasında bir küçük alan var, orada durduk. 50 metre kadar yürüdük ve iri bir kayanın yanına geldik. Ağar bir taş vardı orda. Bayağı ağır yani. Üçümüz birlikte ancak oynattık yerinden. Sonra biri bu taşın altındaki geniş kovuğa girdi beline kadar. Ben de öbürüyle dışarıda kaldım tabii. Bu arada yanımdaki parayı istedi. Ona belgeleri görmeden parayı vermeyeceğimi söyledim. Sonra da kendimi tutamadım işte ve ‘artık bu parayı karınızla birlikte yersiniz herhalde ama o da arada bir başka şeyler yemeyi sürdürür’ dedim. Şaşırdı. Ok yaydan çıkmıştı artık. Üstüne üstüne gitmeye başladım ve ‘ikisinin de hem manyak hem de gavat olduklarını’ söyledim bu sefer. Çok sinirlendi. Ama onu delirten şey ‘karınız şimdi o Arap’la neler yapıyordur kim bilir ve eminim siz de bundan zevk alıyorsunuzdur’ demem oldu. Birden arkama dolanıp silahını kafama dayadı. Ben davranamadan da elini uzatıp montun cebimden silahımı aldı. Fena sıkışmıştım yani ağbi. O zaman aklıma belimdeki bıçak geldi. Senin hediye aldığın bıçak. Çaktırmadan elimi oraya götürüp bıçağı çektim ve dönüp oğlanın eline yapışmaya çalıştım. O zaman vurdu beni kolumdan işte. Ama ben de onun boğazını kestim.”

Büyülenmiş gibi dinliyordu Cengiz. Öylesine sakin bir şekilde anlatıyordu ki Reşad, insanın inanası gelmiyordu neredeyse. Ama gerçekleri anlattığı da kesindi bu arada. Kanıtı da; plastik bir çöp torbasının içine gizlenmiş kanlar içindeki bir koldu.

“Peki diğeri?” diye sordu, “O ne yaptı bu arada? Çünkü ben 2 el silah sesi duydum ama öyle peşpeşe değildi?”

“O hala kovuğun içindeydi bunlar olurken. Ama hemen çıktı tabii. Bu arada ben de boğazını kestiğimin silahını alıp kendimi ağaçların arasına atmıştım. Yani dışarı çıktığında beni göremedi hemen. Ama arkadaşını gördü tabii. Onun öldüğünü anlayınca da bağırmaya başladı. Küfrediyordu bana. Ortaya çıkmamı istiyordu. İstesem hemen vururdum onu Cengiz ağbi. Ama istemiyordum. Yere yatıp, öyle sinmiştim. Göremiyordu beni karanlıkta. Sonra koşarak arabaya gittiğini gördüm ve sevindim. Arabaya atlayıp kaçacak zannettim. Bence herkes için en iyisi bu olurdu. Öyle ya, elleri boştu kovuktan çıkarken. Yani belgeler hala orada olmalıydı. O gidince alabilirdim açıkçası. Ama bir de baktım ki, arabadan bir şey almış geri geliyor. Önce elindekinin ne olduğunu anlayamadım. Yerdekinin yanına geldiğinde neden arabaya gittiği ortaya çıktı ama. El feneriydi getirdiği. Önce ona iyice bir baktı, sonra yeniden bağırıp küfretmeye başladı. Peşinden de, beni aramaya girişti aklınca. Fenerin ışığını sağa sola tutuyordu. Silahı elindeydi. Ama hıyar gibi davrandığının farkında değildi. Kolay bir hedef oluşturuyordu benim için. Benden tarafa doğru yürümeye başladığını gördüğümde de, vurdum onu.”

Sustu Reşad. Cengiz de kendini pek konuşacak gibi hissetmiyordu gerçi ama, merakını da yenemiyordu hala.

“Sonra ne oldu peki?” diye sordu heyecanla, “Sonra kovuğa girip torbayı buldun ve arabaya atlayıp aşağıya, benim yanıma geldin öyle mi?”

“Aynen öyle oldu ağbi. Ama biraz fazlası var. Bir kere onu vurduğum silahı boğazını kestiğimin eline tutuşturdum, bıçağı da öbürünün eline verip silahını aldım. Sonrasını biliyorsun işte.”

Gerçek bir profesyonelin yapacağını yapmıştı yani Reşad. İlk görenin kafasında olayın nasıl meydana geldiğiyle ilgili yanlış bir izlenim edinmesini sağlayacak bir mizansen oluşturmuştu işte. Aslında bu bile, tek başına dehşet verici bir durumdu.

“İyi de,” dedi Cengiz, “Bir yığın parmak izin kalmıştır şimdi senin. Yani bu tezgâhı yemezler bence.”

“Ağbi ölmüş eşek kurttan korkmazmış bilirsin. Bir eksik bir fazla, ne fark eder ki? Önemli olan cesetleri ilk bulduklarında olayı iki kişi arasındaki bir hesaplaşma kavgası sanmaları. Yani biz buradan çıkıp gidene kadar zaman kazanmak. Ondan sonrası için de polisin fazla önemi yok zaten. Ama kız önemli bak. O yaşıyor biliyorsun.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder