Bu sözü hiç unutmuyordu Cengiz.
Gazetecilikteki ustası Semih Baydan’ın ağzından duyduğu andan aklından
çıkmamıştı.
1960’ların ortasıydı. Gazetecilik; hala
alaylıların hâkim olduğu dönemini yaşıyordu yani. Kendini ‘askerliğini yeni
bitirmiş genç bir gazetecilik hevesli’ olarak görüyordu Cengiz. Koşullar, zaten
başka türlüsüne izin de vermezdi. O yıllarda gazeteciliğe, ancak ‘yamak’ olarak
başlanabiliyordu. Doğaldır ki, insanın en azından bir ustası oluyordu o zaman
da. Şanslıysa tabii. Eğer değilse ve birden çok ustası varsa, işi daha da zordu
çünkü.
Ustaları usta yapan, yalnızca gazetecilik
mesleğinde geçirdikleri yıllardı. Kendileri de bir zamanlar ‘yamak’ olan ve tüm
bildiklerini onları ezmekten adeta sadistik bir zevk olan ustalarından almış
ağbilerdi onlar. İlginç bir biçimde,
birilerine bir şeyler öğretmenin yolunun yalnızca onu ezmekten geçtiğine
inanmış kişiler olurlardı genellikle. Bu da, ister istemez ‘yamak’ konumunda
olanın bir tür kâbus sürecinden geçmesini zorunlu hale getirirdi.
Neler yoktu ki bu sürecin içinde?
Büyük bir hevesle yazdığı haberlerle dalga
geçilmesine, yeteneklerinin yerden yere vurulmasına ve bu kafayla asla gazeteci
olamayacağının yüzüne defalarca söylenmesine katlanmayı başaramayanların, hemen
elendiği bir aşamaydı bu. Ancak bundan sonra artık ‘çırak’ sayılmaya başlıyordu
genç gazetecilik heveslisi. Bu da; artık yazdığı haberlerin bir biçimde
gazeteye yansıması anlamına geliyordu. Ama bu da, öyle umutla beklediği türden
bir başarı olmuyordu. Çok büyük olasılıkla, yazdığı haber bir ustanın elinde
yeniden şekilleniyor ve üstelik bir de onun imzasıyla yayınlanıyordu gazetede.
Kısacası, içinden köşeleri olan hiçbir şeyin geçemeyeceği bir tür öğütme
makinesi gibiydi sistem. Üstelik çıraklara para vermek gibi alışkanlığı da
olmayan bir sistemdi bu. Tek getirisi, kurbanının içindeki ‘bir gün gazeteci
olabilme’ umuduydu ama, bunun için de o umudun canlı tutulmasının becerilmesi
gibi ağar bir fatura ödenmesi gerekiyordu.
Çırak için ilk büyük başarı, yazdığı bir
haberin gazeteye olduğu gibi girmesiydi. İmzasız tabii. Zaten kimsenin aklına
bile gelmezdi haberin imzalı çıkması. Üstelik, haberde en azından başka birinin
imzasının olmaması az şey değildi. Tabii arada yanılıp yazdığı habere imza
koyan çıraklar da çıkardı. Bunun sonucu ciddi bir fırçadan başka bir şey
olmazdı. Bir çırağın ilk imzalı
haberinin gazeteye girmesi ise onun yeteri kadar öğütülmüş ve yontulmuş
olduğunu gösterirdi ve çok önemliydi. Çünkü artık maaş almaya bile
başlayabilirdi insan. Ama bu ‘çok dikkatli’ olunması gereken dönemin geçtiğini
göstermezdi yine de. Örneğin yazılan haberlere imza koyma alışkanlığını
edinmemek gerekirdi. Bu insanın ‘kendini bir bok sandığı’ anlamına gelirdi ki,
faturası ağar olabilirdi. Hangi haberin imzalı olacağına karar verme yetkisi,
önce ustalardan, sonra Şef’ten, Haber Müdürü’nden ve Yazıişleri’nden geçen
ilginç bir zincire aitti. Zaten bu imza konusu, daha ileride bile insanın
başına dert olabilecek bir şeydi. Cengiz bu hatayı işlediğinde Şef’inin
söylediği bir sözü hiç unutmamıştı.
“Bir gazetecinin imzası, tıpkı bir mankenin
yüzüne benzer. Öyle cırt pırt her habere koyarsan, eskitirsin.”
Başka zorlukları da vardı tabii genç bir
gazeteci olmanın. Hani insan biraz da safçaysa, kolaylıkla ustaların dalga
geçme malzemesi haline gelebilirdi. Bunlar arasında onları olmayan işlere
göndermek ve doğal olarak başarısızlığının altında ezilmiş bir halde geri
geldiğinde de, makaraya sarmak en yaygın olanıydı. Tabii arada bazen ölçünün
kaçtığı da olurdu. Hatta bir keresinde, az kaldı birinin hayatın sona ermesine
neden oluyordu böyle bir ölçüsüzlük. Kurban; gerçekten hevesli, verilen her
görevi yerine getirmek için canını dişine takan genç bir çocuktu. Her işi çok
ciddiye alıyordu. Bu özelliğinin onu aynı zamanda zayıf hale getirdiğinin de
farkında değildi. Şefi onu, bir bahar günü suya düşmesi beklenen Cemre’nin
resmini çekmesi için Kilyos sahillerine yollamış, sonra da bunu diğerlerine
anlatıp, makaranın tüm ön hazırlıklarını yapmıştı. Ama o akşam geri gelmemişti
genç arkadaş. Ertesi günü de öyle. Sonra annesi telefon edip, oğlunun hastanede
yatmakta olduğunu haber vermişti.
Doğal olarak ortalık biraz karışmıştı. Ne
olmuştu bu çocuğa da hastanedeydi? Bu sorunun yanıtı, durumu öğrenmekle
görevlendirilen Sağlık Muhabiri’nden gelmişti akşama doğru. İki gün Kilyos
sahillerinde dolaşmıştı çocuk. Ama ne kadar beklerse beklesin Cemre’nin suya
düşüşünün resmini çekmeyi başaramamıştı işte. Hatta ‘belki ben yokken düşer de
kaçırırım’ endişesiyle, yemek yemeye bile gidememişti. Sonunda da, bu
başarısızlıkla yaşayamayacağına karar verip, bileklerini kesmişti deniz
kenarında. Neyse ki şansı vardı. Birileri bulmuştu onu öyle ölümü beklerken.
Durum anlaşılınca ortalık biraz daha
karışmıştı tabii ki. Her şeyin nedeni olarak görülen Şef birkaç gün ortadan
kaybolmak zorunda kalmıştı. İyileştikten sonra bir daha asla gazeteye gelmeyen
genç de, gazetecilik hevesinden vazgeçmişti bu arada. Aslında iyi de olmuştu
onun için. Çünkü durumun tüm ölümcül ciddiyetine rağmen, hala gıyabında onunla
dalga geçiliyor, saflığına gülünüyordu.
Sonra ‘mektepliler’ devrinin ilk
belirtileri ortaya çıkmıştı basın dünyasında. Bunların bir kısmı, o zamanlar
çok yeni bir kavram olan gazetecilik yüksek okullarından mezundular. Bir kısmı
da, başka dallarda yüksek eğitim alıp da gazeteciliğe heveslenenlerdi. Ne var
ki, ister istemez bir tür Alaylılar Duvarı’na çarpıyordu hepsi de. Kilit
noktalarında hala alaylılar vardı çünkü. O ilk yıllar, kendilerine ‘mektepli’
denenler için çok sıkıntılı geçmişti bu yüzden. Bunun temel nedeni, hepsinin
alaylılar tarafından potansiyel birer tehlike olarak algılanmasıydı. Çünkü daha
iyi eğitim almışlardı, daha bilgiliydiler, bir olayı izlerken ya da biriyle
röportaj yaparken, bilgisizliklerinden kaynaklanan aptal sorular sormuyorlardı.
Kendilerine söylenenleri daha kolay algılıyor, haberlerine yalan yanlış
yansıtmıyorlardı. Kısacası gelecek onların olacak gibi görünüyordu.
Gerçekten de, bir süre sonra mekteplilerin
basına hâkim olacağı açıkça görülmeye başlamıştı. Bu nedenle, son savaşlar,
eğer deyim yerindeyse çok kanlı geçiyordu. Alaylıların tek avantajı, yılların
tecrübesinden kaynaklanan mesleki refleksleriydi. Mektepliler ise genel kültür
açısından onlardan çok bilgiliydiler ama, daha refleks oluşturacak kadar bir
zaman geçirmemişlerdi gazetecilik mesleğinde. Edinebildikleri tek refleks,
alaylılara karşı korunma refleksiydi.
Bir bakıma, Türk basın dünyası için büyük
bir fırsat olabilecek bir durum söz konusuydu oysa. Tek yapılması gereken,
alaylıların mesleki refleksleri ile mekteplilerin bilgi düzeyleri birleştirecek
bir yolun bulunmasıydı. Ama bunu yapabilecek kimse görünmüyordu ortalıkta.
Mekteplilerin meslek içindeki ilerlemesi sürdükçe de başka durumlar çıkıyordu
ortaya. Artık sözünü geçirebilecek, etkili pozisyonlara gelebilecek kadar
ilerlemiş olanlarının, hiç çaktırmadan başka bir refleks daha geliştirdikleri
anlaşılmıştı.
İntikam refleksiydi bu.
En olmaması gereken şey oluyordu işte.
Genel kültür düzeyleri daha yüksek olduğu
için, sonuçta kendi geleceğini de ilgilendirecek bir ürünün, gazetenin
kalitesini yükseltebilmek için her fırsatı değerlendirmesi beklenenler, bir
zamanlar onlara eziyet etmiş olanları tasfiye ediyordu artık. Üstelik bunu
yaparken onların yeteneklerinden yararlanmayı akıllarına bile getirmedikleri
gibi, tam tersine işler yapıyorlardı.
Kaybedenin çok, kazanın hiç olduğu bir
garip savaştı bu. İşin en ilginci de, her iki tarafından daha iyi hale
getirmeyi hedeflediğini ısrarla söylediği gazetecilik, gazeteler, kısacası koca
bir meslek dalı, en çok kaybeden taraf oluyordu.
El birliğiyle yürünen eğri yol, kimseyi
doğru yere götürmemişti işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder