12 Eylül 2011 Pazartesi

“EĞRİ YOLDAN DOĞRU YERE GİDİLMEZ!”

Bu sözü hiç unutmuyordu Cengiz. Gazetecilikteki ustası Semih Baydan’ın ağzından duyduğu andan aklından çıkmamıştı. 

1960’ların ortasıydı. Gazetecilik; hala alaylıların hâkim olduğu dönemini yaşıyordu yani. Kendini ‘askerliğini yeni bitirmiş genç bir gazetecilik hevesli’ olarak görüyordu Cengiz. Koşullar, zaten başka türlüsüne izin de vermezdi. O yıllarda gazeteciliğe, ancak ‘yamak’ olarak başlanabiliyordu. Doğaldır ki, insanın en azından bir ustası oluyordu o zaman da. Şanslıysa tabii. Eğer değilse ve birden çok ustası varsa, işi daha da zordu çünkü.

Ustaları usta yapan, yalnızca gazetecilik mesleğinde geçirdikleri yıllardı. Kendileri de bir zamanlar ‘yamak’ olan ve tüm bildiklerini onları ezmekten adeta sadistik bir zevk olan ustalarından almış ağbilerdi onlar.  İlginç bir biçimde, birilerine bir şeyler öğretmenin yolunun yalnızca onu ezmekten geçtiğine inanmış kişiler olurlardı genellikle. Bu da, ister istemez ‘yamak’ konumunda olanın bir tür kâbus sürecinden geçmesini zorunlu hale getirirdi. 

Neler yoktu ki bu sürecin içinde?

Büyük bir hevesle yazdığı haberlerle dalga geçilmesine, yeteneklerinin yerden yere vurulmasına ve bu kafayla asla gazeteci olamayacağının yüzüne defalarca söylenmesine katlanmayı başaramayanların, hemen elendiği bir aşamaydı bu. Ancak bundan sonra artık ‘çırak’ sayılmaya başlıyordu genç gazetecilik heveslisi. Bu da; artık yazdığı haberlerin bir biçimde gazeteye yansıması anlamına geliyordu. Ama bu da, öyle umutla beklediği türden bir başarı olmuyordu. Çok büyük olasılıkla, yazdığı haber bir ustanın elinde yeniden şekilleniyor ve üstelik bir de onun imzasıyla yayınlanıyordu gazetede. Kısacası, içinden köşeleri olan hiçbir şeyin geçemeyeceği bir tür öğütme makinesi gibiydi sistem. Üstelik çıraklara para vermek gibi alışkanlığı da olmayan bir sistemdi bu. Tek getirisi, kurbanının içindeki ‘bir gün gazeteci olabilme’ umuduydu ama, bunun için de o umudun canlı tutulmasının becerilmesi gibi ağar bir fatura ödenmesi gerekiyordu.

Çırak için ilk büyük başarı, yazdığı bir haberin gazeteye olduğu gibi girmesiydi. İmzasız tabii. Zaten kimsenin aklına bile gelmezdi haberin imzalı çıkması. Üstelik, haberde en azından başka birinin imzasının olmaması az şey değildi. Tabii arada yanılıp yazdığı habere imza koyan çıraklar da çıkardı. Bunun sonucu ciddi bir fırçadan başka bir şey olmazdı.  Bir çırağın ilk imzalı haberinin gazeteye girmesi ise onun yeteri kadar öğütülmüş ve yontulmuş olduğunu gösterirdi ve çok önemliydi. Çünkü artık maaş almaya bile başlayabilirdi insan. Ama bu ‘çok dikkatli’ olunması gereken dönemin geçtiğini göstermezdi yine de. Örneğin yazılan haberlere imza koyma alışkanlığını edinmemek gerekirdi. Bu insanın ‘kendini bir bok sandığı’ anlamına gelirdi ki, faturası ağar olabilirdi. Hangi haberin imzalı olacağına karar verme yetkisi, önce ustalardan, sonra Şef’ten, Haber Müdürü’nden ve Yazıişleri’nden geçen ilginç bir zincire aitti. Zaten bu imza konusu, daha ileride bile insanın başına dert olabilecek bir şeydi. Cengiz bu hatayı işlediğinde Şef’inin söylediği bir sözü hiç unutmamıştı.

“Bir gazetecinin imzası, tıpkı bir mankenin yüzüne benzer. Öyle cırt pırt her habere koyarsan, eskitirsin.”

Başka zorlukları da vardı tabii genç bir gazeteci olmanın. Hani insan biraz da safçaysa, kolaylıkla ustaların dalga geçme malzemesi haline gelebilirdi. Bunlar arasında onları olmayan işlere göndermek ve doğal olarak başarısızlığının altında ezilmiş bir halde geri geldiğinde de, makaraya sarmak en yaygın olanıydı. Tabii arada bazen ölçünün kaçtığı da olurdu. Hatta bir keresinde, az kaldı birinin hayatın sona ermesine neden oluyordu böyle bir ölçüsüzlük. Kurban; gerçekten hevesli, verilen her görevi yerine getirmek için canını dişine takan genç bir çocuktu. Her işi çok ciddiye alıyordu. Bu özelliğinin onu aynı zamanda zayıf hale getirdiğinin de farkında değildi. Şefi onu, bir bahar günü suya düşmesi beklenen Cemre’nin resmini çekmesi için Kilyos sahillerine yollamış, sonra da bunu diğerlerine anlatıp, makaranın tüm ön hazırlıklarını yapmıştı. Ama o akşam geri gelmemişti genç arkadaş. Ertesi günü de öyle. Sonra annesi telefon edip, oğlunun hastanede yatmakta olduğunu haber vermişti.

Doğal olarak ortalık biraz karışmıştı. Ne olmuştu bu çocuğa da hastanedeydi? Bu sorunun yanıtı, durumu öğrenmekle görevlendirilen Sağlık Muhabiri’nden gelmişti akşama doğru. İki gün Kilyos sahillerinde dolaşmıştı çocuk. Ama ne kadar beklerse beklesin Cemre’nin suya düşüşünün resmini çekmeyi başaramamıştı işte. Hatta ‘belki ben yokken düşer de kaçırırım’ endişesiyle, yemek yemeye bile gidememişti. Sonunda da, bu başarısızlıkla yaşayamayacağına karar verip, bileklerini kesmişti deniz kenarında. Neyse ki şansı vardı. Birileri bulmuştu onu öyle ölümü beklerken.

Durum anlaşılınca ortalık biraz daha karışmıştı tabii ki. Her şeyin nedeni olarak görülen Şef birkaç gün ortadan kaybolmak zorunda kalmıştı. İyileştikten sonra bir daha asla gazeteye gelmeyen genç de, gazetecilik hevesinden vazgeçmişti bu arada. Aslında iyi de olmuştu onun için. Çünkü durumun tüm ölümcül ciddiyetine rağmen, hala gıyabında onunla dalga geçiliyor, saflığına gülünüyordu.

Sonra ‘mektepliler’ devrinin ilk belirtileri ortaya çıkmıştı basın dünyasında. Bunların bir kısmı, o zamanlar çok yeni bir kavram olan gazetecilik yüksek okullarından mezundular. Bir kısmı da, başka dallarda yüksek eğitim alıp da gazeteciliğe heveslenenlerdi. Ne var ki, ister istemez bir tür Alaylılar Duvarı’na çarpıyordu hepsi de. Kilit noktalarında hala alaylılar vardı çünkü. O ilk yıllar, kendilerine ‘mektepli’ denenler için çok sıkıntılı geçmişti bu yüzden. Bunun temel nedeni, hepsinin alaylılar tarafından potansiyel birer tehlike olarak algılanmasıydı. Çünkü daha iyi eğitim almışlardı, daha bilgiliydiler, bir olayı izlerken ya da biriyle röportaj yaparken, bilgisizliklerinden kaynaklanan aptal sorular sormuyorlardı. Kendilerine söylenenleri daha kolay algılıyor, haberlerine yalan yanlış yansıtmıyorlardı. Kısacası gelecek onların olacak gibi görünüyordu.

Gerçekten de, bir süre sonra mekteplilerin basına hâkim olacağı açıkça görülmeye başlamıştı. Bu nedenle, son savaşlar, eğer deyim yerindeyse çok kanlı geçiyordu. Alaylıların tek avantajı, yılların tecrübesinden kaynaklanan mesleki refleksleriydi. Mektepliler ise genel kültür açısından onlardan çok bilgiliydiler ama, daha refleks oluşturacak kadar bir zaman geçirmemişlerdi gazetecilik mesleğinde. Edinebildikleri tek refleks, alaylılara karşı korunma refleksiydi.

Bir bakıma, Türk basın dünyası için büyük bir fırsat olabilecek bir durum söz konusuydu oysa. Tek yapılması gereken, alaylıların mesleki refleksleri ile mekteplilerin bilgi düzeyleri birleştirecek bir yolun bulunmasıydı. Ama bunu yapabilecek kimse görünmüyordu ortalıkta. Mekteplilerin meslek içindeki ilerlemesi sürdükçe de başka durumlar çıkıyordu ortaya. Artık sözünü geçirebilecek, etkili pozisyonlara gelebilecek kadar ilerlemiş olanlarının, hiç çaktırmadan başka bir refleks daha geliştirdikleri anlaşılmıştı.

İntikam refleksiydi bu.

En olmaması gereken şey oluyordu işte.

Genel kültür düzeyleri daha yüksek olduğu için, sonuçta kendi geleceğini de ilgilendirecek bir ürünün, gazetenin kalitesini yükseltebilmek için her fırsatı değerlendirmesi beklenenler, bir zamanlar onlara eziyet etmiş olanları tasfiye ediyordu artık. Üstelik bunu yaparken onların yeteneklerinden yararlanmayı akıllarına bile getirmedikleri gibi, tam tersine işler yapıyorlardı.

Kaybedenin çok, kazanın hiç olduğu bir garip savaştı bu. İşin en ilginci de, her iki tarafından daha iyi hale getirmeyi hedeflediğini ısrarla söylediği gazetecilik, gazeteler, kısacası koca bir meslek dalı, en çok kaybeden taraf oluyordu.

El birliğiyle yürünen eğri yol, kimseyi doğru yere götürmemişti işte. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder