6 Eylül 2011 Salı

SUİKRAST SONRASI İSVEÇ!

Stockholm, Cengiz’in birkaç yıl önce ayrıldığı halinden çok farklıydı. Kent, sokaklar, binalar ve diğer şeyler yerli yerindeydi gerçi ama; yine de değişikti işte.

İnsanların gözleri farklıydı en başta. Artık eskisi gibi rahat ve güven fışkırmıyordu, o çoğu gri-mavi gözlerden.

Ve sonra da yüzleri. Şaşkınlık, hüzün, hatta panik okunan güzel insan yüzleri.

Suikast derin izler bırakmıştı.

Geldiklerinin ertesi günü Sveavägen Caddesi’nin Tunnelgatan Sokağı ile kesiştiği noktaya, yani Palme’nin öldürüldüğü yere gitmişlerdi karısı ve çocuklarla birlikte. Başbakan’ın öldürüldüğü andan itibaren oraya akmaya başlayan onbinlerce İsveçli, suikast yerini bir kırmızı karanfil dağına çevirmişti. Birkaç yüz kişilik kalabalığın arasına girip, yavaş yavaş ön sıralara ilerlemişlerdi. İnanılmaz sessiz duruyordu insanlar. Ve bu sessizlik, yüzlerindeki derin acı izleriyle birleştiğinde, korkunç bir çığlığa dönüşüyordu adeta. İnsanın içini acıtan bir çığlığa. 

Sonra da Palme’nin suikast yerinden bir taş atımı uzaklıktaki Adolf Fredrik Kilisesi bahçesindeki mezarına gitmişlerdi hep birlikte. Sanki daha da kalabalıktı burası. Hiç yontulmamış, doğadan çıktığı gibi getirilip buraya dikilmiş uzunca bir granit kayasıydı mezar taşı. Tıpkı eski Viking’lerde olduğu gibi. Yalnızca ‘Olof Palme’ yazıyordu üstünde. Yaşarkenki sadelik ve duruluğu, mezarına da aynen yansımıştı.

Cengiz de, karısı da, çocuklar da son derece etkilenmişlerdi. Oradan ayrılıp eve dönmek üzere metroya yürürken de, tekrar Palme’nin vurulduğu yerin önünden geçmek zorunda kalmışlardı. Sanki daha da kalabalıktı. Sonra da, Başbakan’ın öldürülmeden hemen önce girmeyi planladığı kapıdan geçip, aşağıya metroya inen yürüyen merdivenlere yönelmişlerdi.

Yol boyu değişik düşüncelerle boğuşmuştu Cengiz. Bir taraftan tüm eski tanıdıklarıyla konuşup bir şeyler öğrenmeye çalışması gerektiğinin, diğer taraftan ailenin yaşamını sürdürebilmesi için para kazanmanın yollarını aramak zorunluluğunun üstüne çöktüğünü hissediyordu. Cebindeki para giderek azalıyordu. Gerçi borç isteyebileceği yakın arkadaşları vardı Stockholm’de ama, bunun kısa vadeli bir çözüm olmaktan öteye gitmeyeceği de kesindi.

Eve geldiklerinde oturup Dagens Nyheter gazetesinin ‘eleman aranıyor’ ilanlarına bakmaya başlamıştı. Öyle bir şey bulmalıydı ki, oraya harcayacağı enerji ve zaman asıl işini engellememeliydi. İmkânsız gibi bir şeydi yani. Ama yaşamı boyunca imkânsızlıklar arasından bir şeyler yakalamaya çalışmıştı Cengiz. Gözleri, Dagens Nyheter’in gazete dağıtımcısı aradığını gösteren ilanına takıldığında da rahatlamıştı birden. İşte buydu.

İki gün sonra çalışmaya başlamıştı bile. Sabah saat dörtte kalkıyor, yaklaşık 3 kilometre kadar yürüyüp başka bir mahalleye gidiyor ve köşeye bırakılmış kocaman bir paket gazeteyi, hurdacıdan aldığı ve her gün evden gelirken iterek getirdiği bebek arabasının içine doldurup elindeki listeye göre kapı kapı dolaşıp, birer birer posta kutularına koyuyordu. Yorucuydu iş. Tam 120 gazetede vardı dağıtılacak. Parası da kötüydü tabii ama, hiç yoktan iyiydi. En azından Cengiz’e ‘birşeyler üretiyorum işte’ duygusu veriyordu. Her bin kişi başına 830 günlük gazetenin satıldığı bir ülkeydi İsveç. Bu da, sabahın altısında işe gitmek için kalkanların, posta kutusunda günlük gazetelerini bulabilmeleri sayesinde mümkün oluyordu elbette ki. Sistem, isteyenin istediği gazeteye telefon edip ‘abone olmak’ arzusunu iletmesiyle işlemeye başlıyordu. Ertesi günü de gazete gelmeye başlıyordu. Ödemeler ise ay sonunda gelen faturalarla, banka ya da posta havalesiyle yapılıyordu.

Cengiz ilk günün acemiliğiyle kapıdan kapıya koşuştururken aklına, İsveç’ten Türkiye’ye döndüğünde bu sistemi kendi gazetesi için de önerdiği gelmişti. O zamanki Genel Müdür Ertan Gelik’in de aklı yatmıştı başta. Deneme amaçlı olarak Bodrum ve Marmaris gibi tatil yörelerinde uygulamaya geçmişlerdi ama sonuç tam bir fiyasko olmuştu. Neredeyse hiç kimse sonradan gönderilen faturaları ödememişti. Parayı peşin alma seçeneği de işe yaramamıştı. Kimse önceden ödeme yapma fikrine sıcak bakmıyordu.

Günlerin geri kalan kısmını ise istediği gibi geçiriyordu Cengiz. Önce eve dönüp biraz uyuyor sonra da tanıdıklarını aramaya başlıyordu. Çoğu zaman telefonla, bazen de bizzat gidip yüzyüze konuşmayı seçerek. Bir de her gün öğlenden sonra metroyla Merkez İstasyonu’na gidip, bulabildiği Türkçe gazetelerin hepsini alıyor, dikkatle okuyordu. Kayda değer hiç bir bilgi yansımıyordu Türk basınına. Hâlbuki İsveç yıkılıyordu.

Böylesine büyük bir olayın peşinden beklenmesi gerektiği gibi; polis, binlerce ihbar almıştı. Bir kısmı saçmasapan, bir kısmı hastalıklı ruhların eseri, bir kısmı da incelenmesi gereken binlerce ihbar. Bunların süzgeçten geçirilmesi gerekiyordu elbette ki. Ama asıl önemli olan, İsveç Polisi’nin yaşamakta olduğu şaşkınlıktı. Kimsenin, hatta neredeyse sabıkalı ve azılı suçluların bile büyük kısmının yalan söylemediği bir ülkede polislik yapmakla, Başbakan’ın öldürülmesinden sonra ortaya çıkan karmaşık ortamda ipuçları elde etmeye çalışmak birbirinden o kadar farklıydı ki, işler aksıyordu. Ama yine de bir kısmı kamuoyunun bilgisine sızan, bir kısmını da Cengiz’in yıllara dayanan ilişkiler sayesinde elde ettiği bilgiler vardı polisin elinde.

Bunların belki de en önemlisi, suikast anında oralarda olan görgü tanıklarının ifadelerine göre, katilin İsveçli’ye pek benzemediği bilgisiydi. Uzun boylu, esmer, hatta bazı görgü tanıklarının ırkçı bir ifadeyle ‘Allahın belası bir karakafalı’ sözcükleriyle tanımladıkları biri söz konusuydu. İki el ateş ettiği kesindi. Mermilerin biri Palme’ye isabet etmiş, ikincisi boşa gitmişti. Polis, ikinci merminin Başbakan’ın karısı Lisbeth Palme’ye mi ateşlendiği sorusunun bile yanıtını bulamamıştı. Kesin olan, suikastçının Palme’yi vurduktan ve bir el daha ateş ettikten sonra, yarı koşar adımlarla Tunnelgatan Sokağı’na dalıp, sondaki merdivenlerden yukarı Malmskillnadsgatan Caddesi’ne çıkarak kaçtığıydı yalnızca. Bundan sonrası bilinmiyordu. Suikast silahı da bulunamamıştı, Silahla ilgili olarak tek bilinen, 357 Magnum çapında bir revolver olduğuydu. Mermiler ise Winchester markalıydı.

Cengiz bir süre sonra da polisin Irak pasaportu taşıyan birini aradığını öğrenmişti. Ayid Velid kimliğini kullanan bu adam, 13 Şubat günü suikastın gerçekleştirildiği Sveavägen Caddesi üzerindeki AA-Rabatt firmasından, 28 Şubat günü geri getirilmek üzere kırmızı renkli bir Ford Siearra otomobil kiralamıştı. Firma görevlisi ‘son derece şık biriydi’ diye tanımladığı adamın cebinin Amerikan Doları ile dolu olduğunu gözlemlemişti. Buna karşılık otomobil 28 Şubat günü geri getirilmemiş, 4 Mart günü de kiralayıcı firmanın önünde parkedilmiş bir halde bulunmuştu. Bu arada polis adamın suikast yerinin oldukça yakınındaki Stockholm Plaza otelinin 505 numaralı odasında kaldığını belirlemişti. Resepsiyon memurlarına göre diplomatik pasaportu vardı ve sivil giyinmiş bir askere benziyordu. Polis kiralık otomobilin içinde bulduğu bir park biletinden, onun suikast günü saat 23.25’de Stockholm Plaza otelinin park yerinden ayrıldığını da belirlemişti. İşin ilginç bir yönü de, cebi paralarla dolu bu adamın, 4 Mart günü hesabı ödemeden otelden ayrılması olmuştu. Buna karşılık Irak Büyükelçiliği bir süre sonra otele bir mektup göndererek Ayid Velid’in borcunu ödemeyi önermişti. Otel kayıtlarının incelenmesi sırasında da, Ayid Velid’in 28 Şubat günü odasından 28 yere, 2 Mart günü ise 64 yere telefon ettiğini ortaya çıkmıştı. Otelin temizlik görevlisi bir kadın, bir kere yatağın üzerinde tomarlarla para gördüğünü anlatmıştı polise. Onu birçok kişinin ziyarete geldiği de anlaşılmıştı. Bunların arasında Arap görünüşlü biri ile 3 İsveçli kız da vardı. Hatta kızlardan biri bir süre Velid’le birlikte kalmış, bir kaç kez de kiralık Ford Sierra’yı kullanmıştı. Polis kızın kimliğini kolayca belirlemişti bu arada. Adı Pia Karlsson’du ve Velid’le ilişkisi olmuştu. Polise adamın ona ‘İspanya’daki firmasında iş teklif ettiğini, hep İspanya’dan söz ettiği için de onun orada yaşadığı sonucuna vardığını’ anlatmıştı Pia Karlsson. Adamın izi de, bundan sonra kaybolmuştu. Bilinen tek şey, 4 Mart günü SAS Havayolları’nın SK 527 sefer sayılı uçağıyla, Stockholm Arlanda Havalimanı’ndan Londra’ya uçmuş olduğuydu.

Suikastte bir ‘Kürt bağlantısı’ olasılığını ise ilk kez bir akşam televizyon haberlerinde duymuştu Cengiz. Haberde, polisin şüpheli listesinde PKK’nın da bulunduğu anlatılıyor ve Palme öldürülmeden bir süre önce PKK’nın Uppsala ve Stockholm’de işlediği cinayetlerle, İsveç Hükumeti’nin bunlardan sonra PKK’yı ‘Terörist Örgüt’ olarak listelediği hatırlatılıyordu.

Birden karnının içinde şiddetli bir karıncalanma hissetmesine neden olmuştu bu haber. O gece geç saatlere kadar telefonun başından ayrılmamış, ulaşabildiği ve konu hakkında bilgisi olabileceğini düşündüğü herkesi aramıştı. Televizyon haberinde sözü edilen PKK cinayetleri sırasında Türkiye’deydi Cengiz. Bu nedenle de ayrıntılı olarak bilmiyordu bu olayları. İşe önce bu cinayetlerle ilgili bilgi edinerek başlaması gerektiğinin farkındaydı.

Sonunda, İsveç’in en büyük akşam gazetesi Expressen’de kriminal muhabir olarak çalışan bir arkadaşı, öğrenmek istediklerinin tamamını anlatıvermiş, ertesi günü de, elindeki dokümanların birer kopyasını verebileceğini söylemişti.

İlk cinayet, 20 Haziran 1984’te, Stockholm’ün kuzeyinde yer alan üniversite kenti Uppsala’da işlenmişti. Kurbanın adı Enver Ata’ydı. Ali kod adını kullanarak PKK’nın Avrupa Merkez Komitesi üyesi olarak görev yapmış, 1984’ün Mart ayında da, ters düştüğü için örgütten ayrılmıştı. Sıkı bir demagog ve etkileyici bir konuşmacı olarak biliniyordu. Örgütle bağlarını kopardıktan sonra İsveç’e gelmişti. Şehrin göbeğindeki Stortorget meydanındaki bir bankta otururken arkasından sokulan biri, 7.65mm çapında bir tabancayla ona birkaç kez ateş etmişti. Ölüm nedeni, arkadan kafasına giren kurşun olmuştu. Polisin katil zanlısı olarak yakaladığı kişi, kendini Zülküf Kılınç olarak tanıtmış ve 15 Nisan 1959 doğumlu olduğunu söylemişti. Batı Alman Polisi ise onun gerçek adının Cevdet Kılınç, gerçek doğum tarihinin ise 11 Mart 1962 olduğu bilgisini veriyordu.

Hem kendisinin hem de Batı Alman Polisi’nin üzerinde anlaştığı soyadıyla Kılınç; Uppsala Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanırken ‘İsveç’e bir haini öldürmek için geldiğini ve yardımcısının olmadığını’ söylemişti. Bununla da yetinmiyor ve ‘Ben Kürt halkının bir kahramanıyım’ diyordu. Mahkeme Kılınç’ı, 26 Temmuz 1984 günü ömürboyu hapse mahkûm etmiş ve bu ceza 25 Eylül 1985 günü Svea Yüksek Mahkemesi’nce de onaylanmıştı.

Bu arada İsveç Gizli Polisi SÄPO da boş durmamış ve cinayete karıştıklarından ya da PKK bağlantılı olduklarından kuşku duyulan Kürt kökenli 12 Türk vatandaşı hakkında kapsamlı bir soruşturma başlatmıştı. SÄPO, zanlılardan bazılarının katille ilişkilerinin olduğunu, bazılarının ise cinayete doğrudan karıştığının kesin olduğu kanısındaydı. Örneğin içlerinden birinin Kılınç’ın 1984 Nisan ayında İsveç’e girmesine yardımcı olduğunu, birkaçının onu cinayetten bir kaç gün önce Güney İsveç’deki Skåne bölgesinden otomobille alarak Stockholm’e getirdiğini, bir başkasının ise ona Stockholm’de yatacak yer sağladığını kesin biçimde belirlemişti. SÄPO, katili Uppsala’da Enver Ata’nın olduğu yere götüren bir diğerinin de kimliğini saptamıştı.

İşin en ilginç tarafı, Uppsala Savcısı Bertil Carrick’in bu kişilerle ilgili dava açmaması olmuştu. Belki de, Amerika ya da Batı Avrupa ülkelerindeki bazı yasaların İsveç adalet sistemi içinde bulunmamasından kaynaklanıyordu bu durum. Ama İsveç Gizli Polisi, olaya karıştıkları belirlenenlerin tamamını gözaltına almıştı yine de. Sonunda da SÄPO, Hükumet’e resmi bir yazı yazarak ‘PKK’nın, Uppsala cinayeti ve diğer faaliyetleri nedeniyle bir terör örgütü olarak nitelendirilmesi gerektiği’ yolundaki görüşünü bildirmişti. Hükumet de, gözaltındaki 12 kişiden 9’unun ‘terörist faaliyetleri’ nedeniyle ülkeden sınırdışı edilmelerine karar vermişti. Ama bu karar gerçekleştirilememişti. Bu kişilerin Türkiye’ye gönderilmeleri halinde kişisel güvenliklerinin olmayacağı kanısına varılarak, sonuçta yine İsveç’te kalmalarına izin veren, buna karşılık ikamet ettikleri belediyelerin sınırları dışına çıkmalarını yasaklayan ve haftada 3 kez yerel polis merkezine giderek bir deftere imza atmak zorunluğu getiren, hilkat garibesi bir karar çıkmıştı ortaya. Israrlı talepleri üzerine de SÄPO’ya, yeni terör olaylarından kuşkulanılması halinde bu kişilerin oturdukları yerde arama yapma ve önceden yetkili mahkemeden izin almak koşuluyla da, telefonlarını dinleme izni vermişti Hükumet.

PKK terörünün yüzünü İsveç’te bir kere daha göstermesi ise Enver Ata’nın Uppsala’da öldürülmesinden yaklaşık 16 ay sonra, 2 Kasım 1985 günü Stockholm’de gerçekleşmişti. Bu seferki balık daha da büyüktü üstelik. Kurban, ‘Semir’ kod adıyla PKK’nın Avrupa Örgütü’nü uzun süre yönetmiş olan Çetin Güngör’dü. Abdullah Öcalan’la ters düştüğü için Mart 1983’de örgütten ayrılmıştı. Olay yeri, Stockholm’ün göbeğindeki Merborgarhuset, yani halkeviydi ve Çetin Güngör orada düzenlenen bir eğlenceye katılmıştı. Katili de pencereden atlayarak kaçmaya çalışmış ama caddede Güngör’ün hemşerileri tarafından yakalanıp feci şekilde dövülmüştü. Eğer polis yetişip onu kurtarmamış olsaydı, linç edileceği kesindi.

Katilin adı, verdiği bilgilere göre Nuri Candemir’di. Çetin Güngör’e arkadan sokulup, 7.65mm’lik bir silahla, kafasına iki el ateş etmişti. Hemen ölmüştü Güngör. 

Nuri Candemir’in polise verdiği ifade de ilginçti doğrusu. Cinayeti kendisine verilen emirler uyarınca işlediğini söylüyordu. Neden siyasiydi ve kendisinin gerçek bir Kürt yurtseveri olduğuna inanıyor, bir haini öldürerek bunu kanıtladığını düşünüyordu. İsveç’e cinayetten bir gün önce gelmiş, kullandığı silahı yanında getirmiş ve hiç kimseden yardım almadan, görevini ifa etmişti. Ama anlattıklarının en azından cinayet silahı ile ilgili bölümü gerçeklere uymuyordu. Polis bu silahın 1970’lerin sonunda Stockholm’ün banliyölerinden Handen’de gerçekleştirilen bir soygun sırasında çalınmış olduğunu belirlemişti. 7.65mm’lik tabancanın bundan sonra kimlerin eline geçtiği ise belli değildi. Polis ayrıca katil Nuri Candemir’in cebinde ‘ASSA’ marka bir anahtar da bulmuş ve üzerindeki numaradan yola çıkarak bunun Stockholm’ün bir başka banliyösü olan Sollentuna’da, Malm Caddesi 6 A adresindeki eve ait olduğunu belirlemişti. Bu ev, kayıtlara göre Halis İkincisoy adında bir Kürt’ün ikametgâhıydı. Bu, polisi alarma geçirecek kadar ciddi bir bilgiydi. Çünkü Halis İkincisoy, Uppsala’da Enver Ata’nın öldürülmesinden sonraki gelişmeler sırasında adı SÄPO tarafından hazırlanan 12 kişilik terör örgütü üyeleri listesine dâhil edilmiş biriydi. Polis, bu bilgilerin ışığında İkincisoy’u derhal yakalamış ve adam cinayete yardımcı olmak suçundan sanık olarak tutuklanmıştı.

Olayın bundan sonrası ise biraz komediye benziyordu. İnanılmaz acılıkta bir komediye hem de. Katil Nuri Candemir mahkemede anahtarı ‘Hollanda’dan İsveç’e gelirken cebinde getirdiğini’ iddia etmiş, Halis İkincisoy ise ‘evinin anahtarının Candemir’in eline nasıl geçtiği hakkında hiç bir fikrinin olmadığını’ söylemişti. İddiasına göre, bundan bir süre önce bazı Kürtler evinde toplanıp, Hükumet’in 9 PKK’lıya belediye hapsi ulygulamasını protesto etmek amacıyla toplu açlık grevi yapmışlardı. Anahtarı bu eyleme katılanlardan biri cebine koyup götürmüştü herhalde. Sonra da bir biçimde Nuri Candemir’in eline geçmiş olmalıydı.

Mahkeme delil yetersizliğinden Halis İkincisoy’un beraatine karar vermişti. İşi daha da acıklı bir komedi haline getiren ise yargılanma sırasında Halis İkincisoy’un cinayet sırasında olay yerinde, yani Medborgarhuset’te olduğunun ortaya çıkmasıydı. Bundan dolayı suçlu bulunmuştu mahkeme tarafından. Ama cinayete yardımcı olmak suçundan değil, yaşadığı belediye sınırları dışına çıkması yasak olduğu halde Medborgarhuset’e gittiği için. Bunun için bir ay hapsine karar verilmişti ama, tutuklu olarak kaldığı süre gözönüne alınarak, derhal serbest bırakılmıştı. Katil Nuri Candemir ise 27 Şubat 1986’da, yani Palme’nin öldürülmesinden bir gün önce, Stockholm Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı.

“İşin en enteresan yönü ne biliyor musun?” demişti Expressen’in kriminal muhabiri arkadaşı Cengiz’e, “2 polis memuru Mart başlarında Nuri Candemir’i hücresinde ziyaret etmişler. Polisin böyle bir âdeti vardır. Belki içine düştüğü durumun ümitsizliği ile yeni bir şeyler söyler diye. Ve Candemir ne demiş biliyor musun polislere? Palme’nin öldürülmesine çok üzüldüğünü, yardımcı olmak isteğini söylemiş. Ardından da sırf bu nedenle cinayette kullandığı silah konusunda doğruyu söylemeye karar verdiğini ve aslında ilk ifadelerinde söylediği gibi silahı Hollanda’dan gelirken yanında getirmediğini, onu Stockholm’e geldikten sonra Halis İkincisoy’dan aldığını anlatmış. Son olarak da ‘sakın bunları size anlattığımı Halis duymasın’ demeyi ihmal etmemiş.”

Cengiz arkadaşından ayrılıp eve dönerken, kafasını toplamaya çalışmıştı yol boyu. Öğrendikleri akıl alır gibi değildi gerçekten de. Birey özgürlüğüne yürekten inanan biri olarak kendini alabildiğine sarsılmış hissediyordu. Kuzey’in dürüst insanlarının kendileri için koydukları kutsal kurallar, Güney’in kandırmaya yatkın insanları tarafından bu kadar ustaca kullanılıyor olmamalıydı.

“Biliyor musun,” demişti eve girdiğinde karısına, “Demokrasi ve özgürlüklerin de bir sınırı olmalı galiba...”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder