Stockholm, Cengiz’in birkaç yıl önce
ayrıldığı halinden çok farklıydı. Kent, sokaklar, binalar ve diğer şeyler yerli
yerindeydi gerçi ama; yine de değişikti işte.
İnsanların gözleri farklıydı en başta.
Artık eskisi gibi rahat ve güven fışkırmıyordu, o çoğu gri-mavi gözlerden.
Ve sonra da yüzleri. Şaşkınlık, hüzün,
hatta panik okunan güzel insan yüzleri.
Suikast derin izler bırakmıştı.
Geldiklerinin ertesi günü Sveavägen
Caddesi’nin Tunnelgatan Sokağı ile kesiştiği noktaya, yani Palme’nin
öldürüldüğü yere gitmişlerdi karısı ve çocuklarla birlikte. Başbakan’ın
öldürüldüğü andan itibaren oraya akmaya başlayan onbinlerce İsveçli, suikast
yerini bir kırmızı karanfil dağına çevirmişti. Birkaç yüz kişilik kalabalığın
arasına girip, yavaş yavaş ön sıralara ilerlemişlerdi. İnanılmaz sessiz
duruyordu insanlar. Ve bu sessizlik, yüzlerindeki derin acı izleriyle
birleştiğinde, korkunç bir çığlığa dönüşüyordu adeta. İnsanın içini acıtan bir
çığlığa.
Sonra da Palme’nin suikast yerinden bir taş
atımı uzaklıktaki Adolf Fredrik Kilisesi bahçesindeki mezarına gitmişlerdi hep
birlikte. Sanki daha da kalabalıktı burası. Hiç yontulmamış, doğadan çıktığı
gibi getirilip buraya dikilmiş uzunca bir granit kayasıydı mezar taşı. Tıpkı
eski Viking’lerde olduğu gibi. Yalnızca ‘Olof Palme’ yazıyordu üstünde.
Yaşarkenki sadelik ve duruluğu, mezarına da aynen yansımıştı.
Cengiz de, karısı da, çocuklar da son
derece etkilenmişlerdi. Oradan ayrılıp eve dönmek üzere metroya yürürken de,
tekrar Palme’nin vurulduğu yerin önünden geçmek zorunda kalmışlardı. Sanki daha
da kalabalıktı. Sonra da, Başbakan’ın öldürülmeden hemen önce girmeyi
planladığı kapıdan geçip, aşağıya metroya inen yürüyen merdivenlere
yönelmişlerdi.
Yol boyu değişik düşüncelerle boğuşmuştu
Cengiz. Bir taraftan tüm eski tanıdıklarıyla konuşup bir şeyler öğrenmeye
çalışması gerektiğinin, diğer taraftan ailenin yaşamını sürdürebilmesi için
para kazanmanın yollarını aramak zorunluluğunun üstüne çöktüğünü hissediyordu.
Cebindeki para giderek azalıyordu. Gerçi borç isteyebileceği yakın arkadaşları
vardı Stockholm’de ama, bunun kısa vadeli bir çözüm olmaktan öteye gitmeyeceği
de kesindi.
Eve geldiklerinde oturup Dagens Nyheter
gazetesinin ‘eleman aranıyor’ ilanlarına bakmaya başlamıştı. Öyle bir şey
bulmalıydı ki, oraya harcayacağı enerji ve zaman asıl işini engellememeliydi.
İmkânsız gibi bir şeydi yani. Ama yaşamı boyunca imkânsızlıklar arasından bir
şeyler yakalamaya çalışmıştı Cengiz. Gözleri, Dagens Nyheter’in gazete
dağıtımcısı aradığını gösteren ilanına takıldığında da rahatlamıştı birden.
İşte buydu.
İki gün sonra çalışmaya başlamıştı bile.
Sabah saat dörtte kalkıyor, yaklaşık 3 kilometre kadar yürüyüp başka bir
mahalleye gidiyor ve köşeye bırakılmış kocaman bir paket gazeteyi, hurdacıdan
aldığı ve her gün evden gelirken iterek getirdiği bebek arabasının içine
doldurup elindeki listeye göre kapı kapı dolaşıp, birer birer posta kutularına
koyuyordu. Yorucuydu iş. Tam 120 gazetede vardı dağıtılacak. Parası da kötüydü
tabii ama, hiç yoktan iyiydi. En azından Cengiz’e ‘birşeyler üretiyorum işte’
duygusu veriyordu. Her bin kişi başına 830 günlük gazetenin satıldığı bir
ülkeydi İsveç. Bu da, sabahın altısında işe gitmek için kalkanların, posta
kutusunda günlük gazetelerini bulabilmeleri sayesinde mümkün oluyordu elbette
ki. Sistem, isteyenin istediği gazeteye telefon edip ‘abone olmak’ arzusunu
iletmesiyle işlemeye başlıyordu. Ertesi günü de gazete gelmeye başlıyordu.
Ödemeler ise ay sonunda gelen faturalarla, banka ya da posta havalesiyle
yapılıyordu.
Cengiz ilk günün acemiliğiyle kapıdan
kapıya koşuştururken aklına, İsveç’ten Türkiye’ye döndüğünde bu sistemi kendi
gazetesi için de önerdiği gelmişti. O zamanki Genel Müdür Ertan Gelik’in de
aklı yatmıştı başta. Deneme amaçlı olarak Bodrum ve Marmaris gibi tatil
yörelerinde uygulamaya geçmişlerdi ama sonuç tam bir fiyasko olmuştu. Neredeyse
hiç kimse sonradan gönderilen faturaları ödememişti. Parayı peşin alma seçeneği
de işe yaramamıştı. Kimse önceden ödeme yapma fikrine sıcak bakmıyordu.
Günlerin geri kalan kısmını ise istediği
gibi geçiriyordu Cengiz. Önce eve dönüp biraz uyuyor sonra da tanıdıklarını
aramaya başlıyordu. Çoğu zaman telefonla, bazen de bizzat gidip yüzyüze
konuşmayı seçerek. Bir de her gün öğlenden sonra metroyla Merkez İstasyonu’na
gidip, bulabildiği Türkçe gazetelerin hepsini alıyor, dikkatle okuyordu. Kayda
değer hiç bir bilgi yansımıyordu Türk basınına. Hâlbuki İsveç yıkılıyordu.
Böylesine büyük bir olayın peşinden beklenmesi
gerektiği gibi; polis, binlerce ihbar almıştı. Bir kısmı saçmasapan, bir kısmı
hastalıklı ruhların eseri, bir kısmı da incelenmesi gereken binlerce ihbar.
Bunların süzgeçten geçirilmesi gerekiyordu elbette ki. Ama asıl önemli olan,
İsveç Polisi’nin yaşamakta olduğu şaşkınlıktı. Kimsenin, hatta neredeyse
sabıkalı ve azılı suçluların bile büyük kısmının yalan söylemediği bir ülkede
polislik yapmakla, Başbakan’ın öldürülmesinden sonra ortaya çıkan karmaşık
ortamda ipuçları elde etmeye çalışmak birbirinden o kadar farklıydı ki, işler
aksıyordu. Ama yine de bir kısmı kamuoyunun bilgisine sızan, bir kısmını da
Cengiz’in yıllara dayanan ilişkiler sayesinde elde ettiği bilgiler vardı
polisin elinde.
Bunların belki de en önemlisi, suikast
anında oralarda olan görgü tanıklarının ifadelerine göre, katilin İsveçli’ye
pek benzemediği bilgisiydi. Uzun boylu, esmer, hatta bazı görgü tanıklarının
ırkçı bir ifadeyle ‘Allahın belası bir karakafalı’ sözcükleriyle tanımladıkları
biri söz konusuydu. İki el ateş ettiği kesindi. Mermilerin biri Palme’ye isabet
etmiş, ikincisi boşa gitmişti. Polis, ikinci merminin Başbakan’ın karısı
Lisbeth Palme’ye mi ateşlendiği sorusunun bile yanıtını bulamamıştı. Kesin
olan, suikastçının Palme’yi vurduktan ve bir el daha ateş ettikten sonra, yarı
koşar adımlarla Tunnelgatan Sokağı’na dalıp, sondaki merdivenlerden yukarı
Malmskillnadsgatan Caddesi’ne çıkarak kaçtığıydı yalnızca. Bundan sonrası
bilinmiyordu. Suikast silahı da bulunamamıştı, Silahla ilgili olarak tek
bilinen, 357 Magnum çapında bir revolver olduğuydu. Mermiler ise Winchester
markalıydı.
Cengiz bir süre sonra da polisin Irak
pasaportu taşıyan birini aradığını öğrenmişti. Ayid Velid kimliğini kullanan bu
adam, 13 Şubat günü suikastın gerçekleştirildiği Sveavägen Caddesi üzerindeki
AA-Rabatt firmasından, 28 Şubat günü geri getirilmek üzere kırmızı renkli bir
Ford Siearra otomobil kiralamıştı. Firma görevlisi ‘son derece şık biriydi’
diye tanımladığı adamın cebinin Amerikan Doları ile dolu olduğunu
gözlemlemişti. Buna karşılık otomobil 28 Şubat günü geri getirilmemiş, 4 Mart
günü de kiralayıcı firmanın önünde parkedilmiş bir halde bulunmuştu. Bu arada
polis adamın suikast yerinin oldukça yakınındaki Stockholm Plaza otelinin 505
numaralı odasında kaldığını belirlemişti. Resepsiyon memurlarına göre
diplomatik pasaportu vardı ve sivil giyinmiş bir askere benziyordu. Polis
kiralık otomobilin içinde bulduğu bir park biletinden, onun suikast günü saat
23.25’de Stockholm Plaza otelinin park yerinden ayrıldığını da belirlemişti.
İşin ilginç bir yönü de, cebi paralarla dolu bu adamın, 4 Mart günü hesabı
ödemeden otelden ayrılması olmuştu. Buna karşılık Irak Büyükelçiliği bir süre
sonra otele bir mektup göndererek Ayid Velid’in borcunu ödemeyi önermişti. Otel
kayıtlarının incelenmesi sırasında da, Ayid Velid’in 28 Şubat günü odasından 28
yere, 2 Mart günü ise 64 yere telefon ettiğini ortaya çıkmıştı. Otelin temizlik
görevlisi bir kadın, bir kere yatağın üzerinde tomarlarla para gördüğünü
anlatmıştı polise. Onu birçok kişinin ziyarete geldiği de anlaşılmıştı.
Bunların arasında Arap görünüşlü biri ile 3 İsveçli kız da vardı. Hatta
kızlardan biri bir süre Velid’le birlikte kalmış, bir kaç kez de kiralık Ford
Sierra’yı kullanmıştı. Polis kızın kimliğini kolayca belirlemişti bu arada. Adı
Pia Karlsson’du ve Velid’le ilişkisi olmuştu. Polise adamın ona ‘İspanya’daki
firmasında iş teklif ettiğini, hep İspanya’dan söz ettiği için de onun orada
yaşadığı sonucuna vardığını’ anlatmıştı Pia Karlsson. Adamın izi de, bundan
sonra kaybolmuştu. Bilinen tek şey, 4 Mart günü SAS Havayolları’nın SK 527
sefer sayılı uçağıyla, Stockholm Arlanda Havalimanı’ndan Londra’ya uçmuş
olduğuydu.
Suikastte bir ‘Kürt bağlantısı’ olasılığını
ise ilk kez bir akşam televizyon haberlerinde duymuştu Cengiz. Haberde, polisin
şüpheli listesinde PKK’nın da bulunduğu anlatılıyor ve Palme öldürülmeden bir
süre önce PKK’nın Uppsala ve Stockholm’de işlediği cinayetlerle, İsveç
Hükumeti’nin bunlardan sonra PKK’yı ‘Terörist Örgüt’ olarak listelediği
hatırlatılıyordu.
Birden karnının içinde şiddetli bir
karıncalanma hissetmesine neden olmuştu bu haber. O gece geç saatlere kadar
telefonun başından ayrılmamış, ulaşabildiği ve konu hakkında bilgisi
olabileceğini düşündüğü herkesi aramıştı. Televizyon haberinde sözü edilen PKK
cinayetleri sırasında Türkiye’deydi Cengiz. Bu nedenle de ayrıntılı olarak
bilmiyordu bu olayları. İşe önce bu cinayetlerle ilgili bilgi edinerek
başlaması gerektiğinin farkındaydı.
Sonunda, İsveç’in en büyük akşam gazetesi
Expressen’de kriminal muhabir olarak çalışan bir arkadaşı, öğrenmek
istediklerinin tamamını anlatıvermiş, ertesi günü de, elindeki dokümanların
birer kopyasını verebileceğini söylemişti.
İlk cinayet, 20 Haziran 1984’te,
Stockholm’ün kuzeyinde yer alan üniversite kenti Uppsala’da işlenmişti.
Kurbanın adı Enver Ata’ydı. Ali kod adını kullanarak PKK’nın Avrupa Merkez
Komitesi üyesi olarak görev yapmış, 1984’ün Mart ayında da, ters düştüğü için
örgütten ayrılmıştı. Sıkı bir demagog ve etkileyici bir konuşmacı olarak
biliniyordu. Örgütle bağlarını kopardıktan sonra İsveç’e gelmişti. Şehrin
göbeğindeki Stortorget meydanındaki bir bankta otururken arkasından sokulan
biri, 7.65mm çapında bir tabancayla ona birkaç kez ateş etmişti. Ölüm nedeni,
arkadan kafasına giren kurşun olmuştu. Polisin katil zanlısı olarak yakaladığı
kişi, kendini Zülküf Kılınç olarak tanıtmış ve 15 Nisan 1959 doğumlu olduğunu
söylemişti. Batı Alman Polisi ise onun gerçek adının Cevdet Kılınç, gerçek
doğum tarihinin ise 11 Mart 1962 olduğu bilgisini veriyordu.
Hem kendisinin hem de Batı Alman Polisi’nin
üzerinde anlaştığı soyadıyla Kılınç; Uppsala Ağır Ceza Mahkemesi’nde
yargılanırken ‘İsveç’e bir haini öldürmek için geldiğini ve yardımcısının
olmadığını’ söylemişti. Bununla da yetinmiyor ve ‘Ben Kürt halkının bir
kahramanıyım’ diyordu. Mahkeme Kılınç’ı, 26 Temmuz 1984 günü ömürboyu hapse
mahkûm etmiş ve bu ceza 25 Eylül 1985 günü Svea Yüksek Mahkemesi’nce de onaylanmıştı.
Bu arada İsveç Gizli Polisi SÄPO da boş
durmamış ve cinayete karıştıklarından ya da PKK bağlantılı olduklarından kuşku
duyulan Kürt kökenli 12 Türk vatandaşı hakkında kapsamlı bir soruşturma
başlatmıştı. SÄPO, zanlılardan bazılarının katille ilişkilerinin olduğunu,
bazılarının ise cinayete doğrudan karıştığının kesin olduğu kanısındaydı.
Örneğin içlerinden birinin Kılınç’ın 1984 Nisan ayında İsveç’e girmesine
yardımcı olduğunu, birkaçının onu cinayetten bir kaç gün önce Güney İsveç’deki
Skåne bölgesinden otomobille alarak Stockholm’e getirdiğini, bir başkasının ise
ona Stockholm’de yatacak yer sağladığını kesin biçimde belirlemişti. SÄPO,
katili Uppsala’da Enver Ata’nın olduğu yere götüren bir diğerinin de kimliğini
saptamıştı.
İşin en ilginç tarafı, Uppsala Savcısı
Bertil Carrick’in bu kişilerle ilgili dava açmaması olmuştu. Belki de, Amerika
ya da Batı Avrupa ülkelerindeki bazı yasaların İsveç adalet sistemi içinde
bulunmamasından kaynaklanıyordu bu durum. Ama İsveç Gizli Polisi, olaya karıştıkları
belirlenenlerin tamamını gözaltına almıştı yine de. Sonunda da SÄPO, Hükumet’e
resmi bir yazı yazarak ‘PKK’nın, Uppsala cinayeti ve diğer faaliyetleri
nedeniyle bir terör örgütü olarak nitelendirilmesi gerektiği’ yolundaki
görüşünü bildirmişti. Hükumet de, gözaltındaki 12 kişiden 9’unun ‘terörist
faaliyetleri’ nedeniyle ülkeden sınırdışı edilmelerine karar vermişti. Ama bu
karar gerçekleştirilememişti. Bu kişilerin Türkiye’ye gönderilmeleri halinde
kişisel güvenliklerinin olmayacağı kanısına varılarak, sonuçta yine İsveç’te
kalmalarına izin veren, buna karşılık ikamet ettikleri belediyelerin sınırları
dışına çıkmalarını yasaklayan ve haftada 3 kez yerel polis merkezine giderek
bir deftere imza atmak zorunluğu getiren, hilkat garibesi bir karar çıkmıştı
ortaya. Israrlı talepleri üzerine de SÄPO’ya, yeni terör olaylarından
kuşkulanılması halinde bu kişilerin oturdukları yerde arama yapma ve önceden
yetkili mahkemeden izin almak koşuluyla da, telefonlarını dinleme izni vermişti
Hükumet.
PKK terörünün yüzünü İsveç’te bir kere daha
göstermesi ise Enver Ata’nın Uppsala’da öldürülmesinden yaklaşık 16 ay sonra, 2
Kasım 1985 günü Stockholm’de gerçekleşmişti. Bu seferki balık daha da büyüktü
üstelik. Kurban, ‘Semir’ kod adıyla PKK’nın Avrupa Örgütü’nü uzun süre yönetmiş
olan Çetin Güngör’dü. Abdullah Öcalan’la ters düştüğü için Mart 1983’de
örgütten ayrılmıştı. Olay yeri, Stockholm’ün göbeğindeki Merborgarhuset, yani
halkeviydi ve Çetin Güngör orada düzenlenen bir eğlenceye katılmıştı. Katili de
pencereden atlayarak kaçmaya çalışmış ama caddede Güngör’ün hemşerileri
tarafından yakalanıp feci şekilde dövülmüştü. Eğer polis yetişip onu
kurtarmamış olsaydı, linç edileceği kesindi.
Katilin adı, verdiği bilgilere göre Nuri
Candemir’di. Çetin Güngör’e arkadan sokulup, 7.65mm’lik bir silahla, kafasına
iki el ateş etmişti. Hemen ölmüştü Güngör.
Nuri Candemir’in polise verdiği ifade de
ilginçti doğrusu. Cinayeti kendisine verilen emirler uyarınca işlediğini
söylüyordu. Neden siyasiydi ve kendisinin gerçek bir Kürt yurtseveri olduğuna
inanıyor, bir haini öldürerek bunu kanıtladığını düşünüyordu. İsveç’e
cinayetten bir gün önce gelmiş, kullandığı silahı yanında getirmiş ve hiç
kimseden yardım almadan, görevini ifa etmişti. Ama anlattıklarının en azından
cinayet silahı ile ilgili bölümü gerçeklere uymuyordu. Polis bu silahın
1970’lerin sonunda Stockholm’ün banliyölerinden Handen’de gerçekleştirilen bir
soygun sırasında çalınmış olduğunu belirlemişti. 7.65mm’lik tabancanın bundan
sonra kimlerin eline geçtiği ise belli değildi. Polis ayrıca katil Nuri
Candemir’in cebinde ‘ASSA’ marka bir anahtar da bulmuş ve üzerindeki numaradan
yola çıkarak bunun Stockholm’ün bir başka banliyösü olan Sollentuna’da, Malm
Caddesi 6 A adresindeki eve ait olduğunu belirlemişti. Bu ev, kayıtlara göre
Halis İkincisoy adında bir Kürt’ün ikametgâhıydı. Bu, polisi alarma geçirecek
kadar ciddi bir bilgiydi. Çünkü Halis İkincisoy, Uppsala’da Enver Ata’nın
öldürülmesinden sonraki gelişmeler sırasında adı SÄPO tarafından hazırlanan 12
kişilik terör örgütü üyeleri listesine dâhil edilmiş biriydi. Polis, bu
bilgilerin ışığında İkincisoy’u derhal yakalamış ve adam cinayete yardımcı
olmak suçundan sanık olarak tutuklanmıştı.
Olayın bundan sonrası ise biraz komediye
benziyordu. İnanılmaz acılıkta bir komediye hem de. Katil Nuri Candemir
mahkemede anahtarı ‘Hollanda’dan İsveç’e gelirken cebinde getirdiğini’ iddia
etmiş, Halis İkincisoy ise ‘evinin anahtarının Candemir’in eline nasıl geçtiği
hakkında hiç bir fikrinin olmadığını’ söylemişti. İddiasına göre, bundan bir
süre önce bazı Kürtler evinde toplanıp, Hükumet’in 9 PKK’lıya belediye hapsi
ulygulamasını protesto etmek amacıyla toplu açlık grevi yapmışlardı. Anahtarı
bu eyleme katılanlardan biri cebine koyup götürmüştü herhalde. Sonra da bir
biçimde Nuri Candemir’in eline geçmiş olmalıydı.
Mahkeme delil yetersizliğinden Halis
İkincisoy’un beraatine karar vermişti. İşi daha da acıklı bir komedi haline
getiren ise yargılanma sırasında Halis İkincisoy’un cinayet sırasında olay
yerinde, yani Medborgarhuset’te olduğunun ortaya çıkmasıydı. Bundan dolayı
suçlu bulunmuştu mahkeme tarafından. Ama cinayete yardımcı olmak suçundan
değil, yaşadığı belediye sınırları dışına çıkması yasak olduğu halde
Medborgarhuset’e gittiği için. Bunun için bir ay hapsine karar verilmişti ama,
tutuklu olarak kaldığı süre gözönüne alınarak, derhal serbest bırakılmıştı.
Katil Nuri Candemir ise 27 Şubat 1986’da, yani Palme’nin öldürülmesinden bir
gün önce, Stockholm Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ömür boyu hapis cezasına
çarptırılmıştı.
“İşin en enteresan yönü ne biliyor musun?”
demişti Expressen’in kriminal muhabiri arkadaşı Cengiz’e, “2 polis memuru Mart
başlarında Nuri Candemir’i hücresinde ziyaret etmişler. Polisin böyle bir âdeti
vardır. Belki içine düştüğü durumun ümitsizliği ile yeni bir şeyler söyler
diye. Ve Candemir ne demiş biliyor musun polislere? Palme’nin öldürülmesine çok
üzüldüğünü, yardımcı olmak isteğini söylemiş. Ardından da sırf bu nedenle
cinayette kullandığı silah konusunda doğruyu söylemeye karar verdiğini ve
aslında ilk ifadelerinde söylediği gibi silahı Hollanda’dan gelirken yanında
getirmediğini, onu Stockholm’e geldikten sonra Halis İkincisoy’dan aldığını
anlatmış. Son olarak da ‘sakın bunları size anlattığımı Halis duymasın’ demeyi
ihmal etmemiş.”
Cengiz arkadaşından ayrılıp eve dönerken,
kafasını toplamaya çalışmıştı yol boyu. Öğrendikleri akıl alır gibi değildi
gerçekten de. Birey özgürlüğüne yürekten inanan biri olarak kendini
alabildiğine sarsılmış hissediyordu. Kuzey’in dürüst insanlarının kendileri
için koydukları kutsal kurallar, Güney’in kandırmaya yatkın insanları
tarafından bu kadar ustaca kullanılıyor olmamalıydı.
“Biliyor musun,” demişti eve girdiğinde
karısına, “Demokrasi ve özgürlüklerin de bir sınırı olmalı galiba...”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder