İnanılmaz bir şekilde, salonun tam ortasında
oturuyorlardı Baum ve İsveçliler. Yanlarında da, neredeyse sarışın biri vardı.
Takım elbiseli ve kravatlı biri. Bu da tercüman olmalıydı. En azından
getireceği adamın tipi konusunda önerdiklerini dinlemişti Klaus Baum. Masaya
doğru yürürlerken çevresine bakındı Cengiz. Onlara en yakın durumda ve set
üstünde Ergin Girginer oturuyordu. İyi yer bulmuştu doğrusu. Gerçi önünde büyük
bir bardak viski duruyordu sabah sabah ama, buna aldırmamaya karar verdi
Cengiz. İbrahim Sağnak da, setin en ucundaki bir masadaydı ama başkaları da
vardı onunla birlikte oturan. Herhalde birileri oturacak yer bulamayınca ondan
izin alıp yanına oturmuşlardı ki, bunun zararı değil faydası vardı aslında.
İsmail Karanfil’i ise tam Baum ve İsveçliler’le el sıkışırken farketti. İki
masa ileride oturuyorlardı, ailecek.
Herkesin önünde boşalmış kahve fincanları vardı. Onların
geldiğini gören bir garson da hemen yanlarında bitivermişti bu arada. Reşad her
zamanki gibi çay istedi, Cengiz ve tüm ötekiler de kahve. Oturdular.
“Herr Baum, Bengt ve Jan, sizleri Raşad’la tanıştırayım.
Bizi şu anda bu masanın etrafında bir araya getiren Reşad bu işte!”
İngilizce konuşuyordu. Sonra Türkçe’ye geçip Reşad’a
döndü.
“Reşad, bu uzun boylu olan Bundeskriminalamt Terörle
Mücadele Bölümü Başkanı Klaus Baum, diğerleri ise İsveç Kriminal Polisi’nden
Müfettiş Bengt Eriksson ve Müfettiş Jan Svensson.”
Göz ucuyla da tercümana bakıyordu bu arada. Dikkatle
dinliyordu adam. Sonra ötekiler de girdiler devreye. Peşpeşe sorular geliyordu
ve ilk baştakiler Reşad’ın kişiliğiyle ilgili şeylerdi doğal olarak. Onun
gerçek kimliğini anlamaya çalışıyor gibiydiler ama Cengiz boş yere zaman
harcadıklarını bilerek eğleniyordu aslında.
Gerçi bir Türkçe bir İngilizce konuşmak, bu yetmiyormuş gibi, hiç bir
ayrıntıyı kaçırmamak için herkesin ağzından her çıkana dikkat etmek ve bunların
içinden önemi olmayanlarını ayıklayıp önemli olanlarını da, yanlarına ‘mutlaka
ileride hatırlaması gerektiğini’ belirtecek küçük mental notlar ekleyerek
belleğine aktarmak bayağı yorucu bir işti ama, keyif alıyordu bundan.
“Cengiz ağbi, bu adamlarda söyle de, gereksiz gereksiz
konuşmaya bir son versinler ve işin aslına gelelim bir an önce,” dedi Reşad
birden, “Nasıl olsa boşa kürek çekiyorlar. Nasıl olsa umdukları, hani bir ümit
bekledikleri şeyleri alamayacaklar benden. İyisi mi konuya gelelim!”
Bir anda masanın çevresindeki herkesin yüzü
ciddileşiverdi. Klaus Baum garsona kahveleri ve Reşad’ın çayını tazelemesini
işaret etti önce. Sonra da konuşmaya başladı.
“Bu sizin elinizde olduğunu söylediğiniz rapordan söz
edelim biraz. Şimdi bunun gerçek olduğuna emin olmamız gerektiğini
anlayacağınızı sanıyorum. Çünkü istediğiniz para büyük. Kaldı ki, küçük de olsa
kimse kandırılmayı istemez öyle değil mi?”
“Rapor gerçek”, dedi Raşad. “Buna emin olabilirsiniz.”
“Ama biz, bu ‘emin olma’ işini kendi birtakım
incelemelerimizden sonraya bırakmaktan yanayız. Yani paradan önce bu belgeyi
görüp, gerçek olduğuna emin olmamız lazım.”
“Anlıyorum. Ama siz de benim ‘paraların gerçek olduğundan
emin olmam gerektiğini’ anlıyorsunuzdur umarım.”
“Nasıl yani, size sahte para verilebileceğini mi söylemek
istiyorsunuz?”
“Yok canım, o kadarını yapmazsınız her halde. Ama parayı
görmeden size hiç bir şey vermeyeceğimi de anlamanız gerekir.”
“Bu konuda bir çözüm bulabiliriz. Zaten sizinle
buluşmadan önce İsveçli dostlarımızla bu konuyu aramızda uzun uzun konuştuk.
Şöyle yapmayı önereceğim. Siz ve Herr Eriksson’la Herr Svensson, notere gidip
aranızda bir anlaşma imzalayacaksınız. Bu anlaşma gereğince, İsveç Devleti, o
noterin banka hesabına 25 bin Mark para yatıracak, yani bir anlamda ona emanet
edecek. Karşılığında da siz, bu kalın raporun birinci ve sonuncu sayfalarını
götürüp yine o notere vereceksiniz. O da Bundeskriminalamt’a aktaracak bunları.
Amaç, bunlar üstünde uzmanların laboratuar araştırmaları yapmalarını sağlamak.
Eğer bu araştırmaların sonucunda belgelerin gerçek olduğu yargısına varılırsa,
noter bankadaki 25 bin Mark’ı size teslim edecek.”
“Ben 25 bin değil, 2 milyon Mark istiyorum!”
“Acele etmeyin lütfen anlatıyorum. Çünkü bundan sonrası
önemli. Belgelerin gerçek olduğu anlaşılıp siz 25 bin Mark’ı alınca, İsveç
Devleti bu sefer 1 milyon 975 bin Mark daha yatıracak noterin hesabına. Bunu
da, belgenin geri kalan kısmını, daha doğrusu tamamını teslim ettiğinizde size
verecek noter. Yalnız bu sefer de küçük bir ‘gerçeklik testi’ gerekecektir
elbette ki. Ama öncekine göre çok daha kolay ve çabuk olacak bir iş. 24 saat
içinde bitecek bir testten söz ediyorum.”
“Peki ya siz, ‘bu ikinci getirdiklerin gerçek değil,
parayı vermiyoruz’ derseniz ne olacak? O zaman size herşeyi 25 bin Mark’a
vermiş mi olacağım yani? Bunu kabul etmek için biraz salak olmak lazım.”
Biran herkes sustu. Aslında en can alıcı soruyu sormuştu
Reşad ve adamlar kendilerini buna hiç hazırlamamış gibi duruyorlardı.
“Kusura bakmayın ama bu soruya bir yanıtınız yok gibi
duruyorsunuz ve bunu kesinlikle amatörce buldum,” dedi Cengiz birden, “Bana
göre planınız çok güzel ama, Reşad’ın aradığı garantiyi de içermesi gerekirdi.
Hayret doğrusu. Ama telaşlanmayın. Ben konuşurken çözüm yolunu buldum bile.”
Sonra dönüp sözlerini Türkçe olarak Reşad’a da
tekrarladı. Şimdi herkes ona bakıyordu.
“Çözüm şu. Noter’de yapılan anlaşmanın taraflarından
biri, ya da tanığı olarak benim adım da eklenir ve bu anlaşmanın bir kopyasını
da ben alırım. Eğer ilerde taraflardan biri, herhangi biri, anlaşmaya aykırı
işler yaparsa; mükemmel bir haber olur bu. Reşad açısından bakarsak, Alman ve
İsveç polisleri bir PKK itirafçısını dolandırıp, vadettikleri parayı vermeden
elindeki belgeleri aldılar şeklinde bir haber olur. Sizin açınızdan bakarsak
da; bir uyanık İsveç ve Alman polislerini dolandırmaya kalktı ama beceremedi
diye bir haber.”
Yine söylediklerini Türkçe olarak aktardı Reşad’a ve her
iki tarafa birden sordu, sonra da;
“Evet ne diyorsunuz aklınız yattı mı?”
Herkes susuyordu. Herkes kafasının içinden Cengiz’in
önerisini tartıyor gibiydi. Aslında akıllıca bir şey önermişti. Yüzde yüz
kesinlikle olmasa bile, her iki tarafından da kendini güvende hissetmesini
sağlayabilecek bir öneriydi bu.
Tam o sırada gözünün içine bir flaş patladı Cengiz’in.
Şaşkınlıkla başını kaldırdı. Masanın etrafındakilerin
hepsi de dönmüş aynı yere, iki masa ötesine bakıyorlardı. İsmail Karanfil vardı
orada. Ayaktaydı ve sık sık ‘akıllı bıdık’ diye tanımladığı küçük bir amatör
fotoğraf makinesini tutuyordu elinde. Tam karşısında oturan karısı Çiğdem’le,
onun yanında ayakta durup boynuna sarılan oğlunun resmini çekmiş gibiydi. Ama
öyle bir açısı vardı ki, aynı karenin içine Baum’u da, Reşad’ı da, İsveçliler’i
de sığdırdığına emindi Cengiz.
Ne yapıyordu bu herif böyle. Kafayı mı yemişti yoksa.
Ama hala ayakta duruyordu İsmail, direktifler vererek
karısıyla oğlunun pozlarını biraz değiştirmiş ve deklanşöre bir daha basmıştı.
Sonra da bir daha ve bir daha. Sonunda gülerek yerine oturdu. Cengiz onun
fotoğraf makinesini gömlek cebine koyduğunu gördü göz ucuyla. Masadakilerin
arasında İsmail’i tek tanıyan Reşad’tı ama o da hiç bir şey çaktırmıyordu
doğrusu. Öte yandan hem İsveçliler, hem de Baum rahatsız olmuşlardı. Cengiz göz
ucuyla yakın masalardan birilerinin kalkıp İsmail masasına doğru sokulduğunu da
görebiliyordu. Ama müdahale etmediler adamlar. Kimse İsmail’le konuşmayı, ne
yaptığını sormayı denemedi. Onun nasıl olsa buradan çıkamayacağını
düşünüyorlardı her halde.
“Benim aklım yattı!” dedi Reşad birdenbire.
“Bence de olabilir,” diye mırıldandı İsveçli Bengt
Eriksson.
“O zaman mesele yok!”
Son söz Klaus Baum’dan gelmişti.
Sonra da işin ayrıntılarını konuşmaya başladılar.
Cengiz’e göre en önemli konu noterin seçilmesiydi. Almanya’da biraz farklıydı
noterlik müessesesi. Öyle özel noter ofisleri yoktu. Buna karşılık bazı
deneyimli avukatlara noterlik yapma hakkı veriliyordu. Sonunda, gazetenin böyle
noterlik yetkisine de sahip olan avukatının üzerinde anlaştılar.
Bu arada göz ucuyla İsmail Sağnak’ın yerinden kalktığını
ve oğluna sarılıp birlikte kapıya doğru yürüdüğünü gördü. Karısı hala
oturuyordu ama. İlk bakışta, sanki oğlunu tuvalete götürüyor gibiydi fahişe.
Cengiz hemen onun peşinden seğirten iki kişiyi de farketti.
“Artık bana hangi otelde kaldığınızı söyleyin ki, ben de
Pazartesi günü size nerede ve nasıl buluşacağımızı bildirebileyim,” dedi
Cengiz.
İsveçliler’e söylüyordu bunları. Jan Svensson ceplerine
karıştırmaya başlamıştı bile. Sonra da bir kart çıkarıp Cengiz’e uzattı. Kent
merkezindeki Sheraton’un kartıydı bu. Cebine koydu Cengiz.
“Eminim beni tüm olup bitenler konusunda sık sık
bilgilendirmeyi unutmazsınız,” dedi Klaus Baum, “Burası Federal Almanya
unutmayın ve her şeyin kontrolümüzde olmasını istemek yasal hakkımız.”
“Merak etmeyin Herr Baum. Çok ayrıntılı olmasa da, sizi
bilgilendireceğim elbette ki.”
“Bazen ayrıntıların önemi olabilir!”
“Evet ama bu işte sonuç almak o kadar önemli ki, bunun
ayrıntıların taşıyabileceği önemin çok önüne geçtiğini düşünüyorum ben. Neyse
bu konuyu oturup ikimiz uzun uzun konuşuruz sonra. Eğer isterseniz tabii.”
İsmail Karanfil’in masaya dönmekte olduğunu gördü bu
arada. Yine oğluna sarılmıştı ve tam bir baba gibi görünüyordu. Geçip karısının
karşısına oturdu.
“O zaman biz gidelim artık,” dedi Cengiz, “Konuşacaklarımız
bitti nasıl olsa.”
Kalktılar ve el sıkışıp ayrıldılar. Kapıya yürürlerken
başını çevirip onlara baktı Cengiz. O ona kadar sessiz kalıp yalnızca her şeyi
dikkatle dinlemiş olan tercümanla konuşuyordu Klaus Baum. Sonra Ergin
Girginer’in de kalkmış olduğunu ve hızla kapıya doğru yürüdüğünü gördü.
Onlara tüp geçitte yetişti Ergin.
“Vay be,” dedi, “Tam 14 kişi saydım. Dördü hemen
yanınızdaki masadaydılar.”
“Normal Ergin, hiç şaşırmadım. Bence daha bile
fazladırlar da, bir kısmını sen farketmemişsindir.”
Yine kalabalığı yara yara C Salonu’na doğru yürüyorlardı.
Cengiz etrafına bakınmaya gerek bile görmüyordu. Nasıl olsa Reşad yapıyordu bu
işi ve bilet bankolarının üstünden geçerek salonu boydan boya kateden
balkonumsu yerde, onlarla aynı hızda yürüyen adamları saymaya başlamıştı bile.
“7 kişi var Cengiz ağbi,” dedi, 3 kişi yukarda, 4’ü
arkamızda.”
“Önemi yok Reşad. Yürümeye devam et sen.”
Tam o sırada, B Salonu’nun ortasındaki giriş kapılarının
birinin önünden geçiyorlardı. Birden biri atladı önlerine.
“Vay be sizi Allah gönderdi kardaşım. Mainzerland
Strasse’ye nasıl gidecez? Bi anlatıverseniz kuzum.”
“Alt kata inip taksiye bin hemşerim,” dedi Cengiz.
Bir taraftan da, durup 55-60 yaşlarındaki bu adama
yardımcı olamadığına üzülüyordu. Ama hiç şansı yoktu ki. Biran önce
çıkmalıydılar Havaalanı binasından.
“Yandı gülüm keten helva,” dediğini duydu Ergin’in,
“Herifi kaptılar bile.”
Arkalarından gelen Bundeskriminalamt detektifleri, adamın
onlarla konuşmasından kuşkulanmışlardı anlaşıldığı kadarıyla. Bu daha da üzdü
Cengiz’i ama, ne yapabilirdi ki. Aksi gibi onları aşağı indirecek asansörün önü
de iyice kalabalıktı. Sıra bekleyenler vardı. Yürüyen merdivenlere yöneldiler.
Reşad hala peşindekilerin sayısını saptamakla meşguldü.
“3 kişiye indiler ağbi. Aralarında telsizle de
konuşuyorlar.”
Arabaya bindiklerinde hemen hareket etti Cengiz. O sırada
peşlerinde kalan son adamı da iyice gördü. Elindeki telsizden Citroen’in
plakasını bildiriyordu birilerine.
Neyse ki, çıkış kolay oldu. İlk araba da orada, tam
dışarı çıktıkları noktada takıldı peşlerine. Bej renkli bir BMW’ydi bu. Cengiz
acele etmeden onları Darmstadt Otobanı’na çıkaracak bağlantı yoluna saptı. Gözü
dikiz aynasındaydı ve pek çok araba vardı arkalarında. Gerçi bunların hepsinin
onları takip ettiğini söyleyemezdi ama yine de iyice rahatsız olmuştu.
Reşad bu sefer ön tarafa onun yanına oturmuştu, Ergin de
arkaya. Koltukta yan dönmüş, bir kartalın bakışlarıyla arkalarındaki trafiği
inceliyordu Reşad.
“Tam 9 tane var Cengiz ağbi”, dedi sonra da, “3 BMW, 4
Mercedes ve 2’si de Opel.”
Artık Darmstadt Otobanı’na çıkmışlardı. İlk çıkıştan
sağa, Zeppelinheim’a sapması gerekiyordu Cengiz’in. En sağ şeride geçmiş, iyice
yavaşlamıştı. Hatta o kadar yavaşlamıştı ki, normalde arkasındaki arabaların
onu sollayıp geçmeleri gerekiyordu. Ama dikiz aynasından arkasındaki küçük
konvoyun da yavaşladığını görebiliyordu. Gerçi sayamıyordu arabaları ama, Reşad
mutlaka doğru söylüyordu. Bir taraftan da kapı aynasından sol şeridin durumunu
kontrol ediyordu. Çıkışa 30 metre kalmıştı. Üçüncü vitese taktı Citroen’i ve
sağ sinyal vermeye başladı. Peşindekiler de sinyal veriyordu. Birden gazı
kökledi Cengiz ve sol şeride, ondan çok daha hızlı gelen bir Mercedes’in önüne
fırladı. Sonra da sola sinyal vermeye başladı. Aralara giriyor ve 6 şeritli
otobanın en sol şeridine geçmeye çalışıyordu.
“Of ağbi, arkası ne biçim karıştı,” dedi Reşad, “Adamları
darmadağın ettin yani. Ama toparlanmaya çalışıyorlar onlar da. Hepsi peşimizde
yine.”
Citroen’in motoru patlama noktasına devirlenmişti artık,
Önce 4 sonra da 5’inci vitese geçti Cengiz. Kilometre saati 200’ü gösteriyordu.
Dikiz aynasını, arka koltuğun tam ortasına kaymış Ergin’in yüzü kaplamıştı
şimdi. Bembeyazdı.
“Onlardan kaçmaya çalışmıyorum,” dedi, “Bunun anlamı
olmaz. Yalnızca istersem kaçabileceğimi anlasınlar istiyorum o kadar.”
“İyi de,” dedi Ergin Girginer, “Bunu onlara anlatırken
bizi öldürmesen diyorum.”
“Korkma oğlum korkma, az sonra bitecek!”
Giraffenhausen çıkışı vardı önlerinde. Birden ve sinyal
bile vermeden sağa daldı Cengiz. Son anda fren yapmaya başladı. Arka taraf yine
karışmıştı tabii. Reşad kahkahalarla gülüyordu.
Sonra iyice yavaşladı Cengiz. Otobanın üstünden geçen
köprüye girip geri döndü tekrar Frankfurt yönüne. Yine en sağdan ve yine çok
yavaş gidiyordu. Hiç acele etmeden, tekrar Zeppelinheim sapağına geldiler.
Sonra da otobandan çıkıp yavaş yavaş gazeteye yönüne gitmeye başladılar.
Takipçilerin bir kısmı peşindeydi otoban çıkışında ama Cengiz iyice yavaşlayıp
ötekilerin de yetişmesini bekledi. Sonra da gazetenin olduğu sanayi bölgesine
saptı. Takipçilerin hepsi durdu yolun kenarında. Artık gelmiyorlardı. Demek ki,
buraya kadardı.
Arabadan inerlerken Ergin Girginer’in renginin hala
düzelmemiş olduğu farketti Cengiz.
“Tanrım yaşıyorum,” diye bağırdı Ergin, “Yaşıyorum!
Ölmedik demek ki...”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder