13 Eylül 2011 Salı

BULUŞMA VE PAZARLIK

İnanılmaz bir şekilde, salonun tam ortasında oturuyorlardı Baum ve İsveçliler. Yanlarında da, neredeyse sarışın biri vardı. Takım elbiseli ve kravatlı biri. Bu da tercüman olmalıydı. En azından getireceği adamın tipi konusunda önerdiklerini dinlemişti Klaus Baum. Masaya doğru yürürlerken çevresine bakındı Cengiz. Onlara en yakın durumda ve set üstünde Ergin Girginer oturuyordu. İyi yer bulmuştu doğrusu. Gerçi önünde büyük bir bardak viski duruyordu sabah sabah ama, buna aldırmamaya karar verdi Cengiz. İbrahim Sağnak da, setin en ucundaki bir masadaydı ama başkaları da vardı onunla birlikte oturan. Herhalde birileri oturacak yer bulamayınca ondan izin alıp yanına oturmuşlardı ki, bunun zararı değil faydası vardı aslında. İsmail Karanfil’i ise tam Baum ve İsveçliler’le el sıkışırken farketti. İki masa ileride oturuyorlardı, ailecek.  

Herkesin önünde boşalmış kahve fincanları vardı. Onların geldiğini gören bir garson da hemen yanlarında bitivermişti bu arada. Reşad her zamanki gibi çay istedi, Cengiz ve tüm ötekiler de kahve. Oturdular.

“Herr Baum, Bengt ve Jan, sizleri Raşad’la tanıştırayım. Bizi şu anda bu masanın etrafında bir araya getiren Reşad bu işte!”

İngilizce konuşuyordu. Sonra Türkçe’ye geçip Reşad’a döndü.

“Reşad, bu uzun boylu olan Bundeskriminalamt Terörle Mücadele Bölümü Başkanı Klaus Baum, diğerleri ise İsveç Kriminal Polisi’nden Müfettiş Bengt Eriksson ve Müfettiş Jan Svensson.”

Göz ucuyla da tercümana bakıyordu bu arada. Dikkatle dinliyordu adam. Sonra ötekiler de girdiler devreye. Peşpeşe sorular geliyordu ve ilk baştakiler Reşad’ın kişiliğiyle ilgili şeylerdi doğal olarak. Onun gerçek kimliğini anlamaya çalışıyor gibiydiler ama Cengiz boş yere zaman harcadıklarını bilerek eğleniyordu aslında.  Gerçi bir Türkçe bir İngilizce konuşmak, bu yetmiyormuş gibi, hiç bir ayrıntıyı kaçırmamak için herkesin ağzından her çıkana dikkat etmek ve bunların içinden önemi olmayanlarını ayıklayıp önemli olanlarını da, yanlarına ‘mutlaka ileride hatırlaması gerektiğini’ belirtecek küçük mental notlar ekleyerek belleğine aktarmak bayağı yorucu bir işti ama, keyif alıyordu bundan.

“Cengiz ağbi, bu adamlarda söyle de, gereksiz gereksiz konuşmaya bir son versinler ve işin aslına gelelim bir an önce,” dedi Reşad birden, “Nasıl olsa boşa kürek çekiyorlar. Nasıl olsa umdukları, hani bir ümit bekledikleri şeyleri alamayacaklar benden. İyisi mi konuya gelelim!”

Bir anda masanın çevresindeki herkesin yüzü ciddileşiverdi. Klaus Baum garsona kahveleri ve Reşad’ın çayını tazelemesini işaret etti önce. Sonra da konuşmaya başladı.

“Bu sizin elinizde olduğunu söylediğiniz rapordan söz edelim biraz. Şimdi bunun gerçek olduğuna emin olmamız gerektiğini anlayacağınızı sanıyorum. Çünkü istediğiniz para büyük. Kaldı ki, küçük de olsa kimse kandırılmayı istemez öyle değil mi?”

“Rapor gerçek”, dedi Raşad. “Buna emin olabilirsiniz.”

“Ama biz, bu ‘emin olma’ işini kendi birtakım incelemelerimizden sonraya bırakmaktan yanayız. Yani paradan önce bu belgeyi görüp, gerçek olduğuna emin olmamız lazım.”

“Anlıyorum. Ama siz de benim ‘paraların gerçek olduğundan emin olmam gerektiğini’ anlıyorsunuzdur umarım.”

“Nasıl yani, size sahte para verilebileceğini mi söylemek istiyorsunuz?”

“Yok canım, o kadarını yapmazsınız her halde. Ama parayı görmeden size hiç bir şey vermeyeceğimi de anlamanız gerekir.”

“Bu konuda bir çözüm bulabiliriz. Zaten sizinle buluşmadan önce İsveçli dostlarımızla bu konuyu aramızda uzun uzun konuştuk. Şöyle yapmayı önereceğim. Siz ve Herr Eriksson’la Herr Svensson, notere gidip aranızda bir anlaşma imzalayacaksınız. Bu anlaşma gereğince, İsveç Devleti, o noterin banka hesabına 25 bin Mark para yatıracak, yani bir anlamda ona emanet edecek. Karşılığında da siz, bu kalın raporun birinci ve sonuncu sayfalarını götürüp yine o notere vereceksiniz. O da Bundeskriminalamt’a aktaracak bunları. Amaç, bunlar üstünde uzmanların laboratuar araştırmaları yapmalarını sağlamak. Eğer bu araştırmaların sonucunda belgelerin gerçek olduğu yargısına varılırsa, noter bankadaki 25 bin Mark’ı size teslim edecek.”

“Ben 25 bin değil, 2 milyon Mark istiyorum!”

“Acele etmeyin lütfen anlatıyorum. Çünkü bundan sonrası önemli. Belgelerin gerçek olduğu anlaşılıp siz 25 bin Mark’ı alınca, İsveç Devleti bu sefer 1 milyon 975 bin Mark daha yatıracak noterin hesabına. Bunu da, belgenin geri kalan kısmını, daha doğrusu tamamını teslim ettiğinizde size verecek noter. Yalnız bu sefer de küçük bir ‘gerçeklik testi’ gerekecektir elbette ki. Ama öncekine göre çok daha kolay ve çabuk olacak bir iş. 24 saat içinde bitecek bir testten söz ediyorum.”

“Peki ya siz, ‘bu ikinci getirdiklerin gerçek değil, parayı vermiyoruz’ derseniz ne olacak? O zaman size herşeyi 25 bin Mark’a vermiş mi olacağım yani? Bunu kabul etmek için biraz salak olmak lazım.”

Biran herkes sustu. Aslında en can alıcı soruyu sormuştu Reşad ve adamlar kendilerini buna hiç hazırlamamış gibi duruyorlardı.

“Kusura bakmayın ama bu soruya bir yanıtınız yok gibi duruyorsunuz ve bunu kesinlikle amatörce buldum,” dedi Cengiz birden, “Bana göre planınız çok güzel ama, Reşad’ın aradığı garantiyi de içermesi gerekirdi. Hayret doğrusu. Ama telaşlanmayın. Ben konuşurken çözüm yolunu buldum bile.”

Sonra dönüp sözlerini Türkçe olarak Reşad’a da tekrarladı. Şimdi herkes ona bakıyordu.

“Çözüm şu. Noter’de yapılan anlaşmanın taraflarından biri, ya da tanığı olarak benim adım da eklenir ve bu anlaşmanın bir kopyasını da ben alırım. Eğer ilerde taraflardan biri, herhangi biri, anlaşmaya aykırı işler yaparsa; mükemmel bir haber olur bu. Reşad açısından bakarsak, Alman ve İsveç polisleri bir PKK itirafçısını dolandırıp, vadettikleri parayı vermeden elindeki belgeleri aldılar şeklinde bir haber olur. Sizin açınızdan bakarsak da; bir uyanık İsveç ve Alman polislerini dolandırmaya kalktı ama beceremedi diye bir haber.”

Yine söylediklerini Türkçe olarak aktardı Reşad’a ve her iki tarafa birden sordu, sonra da;

“Evet ne diyorsunuz aklınız yattı mı?”

Herkes susuyordu. Herkes kafasının içinden Cengiz’in önerisini tartıyor gibiydi. Aslında akıllıca bir şey önermişti. Yüzde yüz kesinlikle olmasa bile, her iki tarafından da kendini güvende hissetmesini sağlayabilecek bir öneriydi bu.

Tam o sırada gözünün içine bir flaş patladı Cengiz’in.

Şaşkınlıkla başını kaldırdı. Masanın etrafındakilerin hepsi de dönmüş aynı yere, iki masa ötesine bakıyorlardı. İsmail Karanfil vardı orada. Ayaktaydı ve sık sık ‘akıllı bıdık’ diye tanımladığı küçük bir amatör fotoğraf makinesini tutuyordu elinde. Tam karşısında oturan karısı Çiğdem’le, onun yanında ayakta durup boynuna sarılan oğlunun resmini çekmiş gibiydi. Ama öyle bir açısı vardı ki, aynı karenin içine Baum’u da, Reşad’ı da, İsveçliler’i de sığdırdığına emindi Cengiz.

Ne yapıyordu bu herif böyle. Kafayı mı yemişti yoksa.

Ama hala ayakta duruyordu İsmail, direktifler vererek karısıyla oğlunun pozlarını biraz değiştirmiş ve deklanşöre bir daha basmıştı. Sonra da bir daha ve bir daha. Sonunda gülerek yerine oturdu. Cengiz onun fotoğraf makinesini gömlek cebine koyduğunu gördü göz ucuyla. Masadakilerin arasında İsmail’i tek tanıyan Reşad’tı ama o da hiç bir şey çaktırmıyordu doğrusu. Öte yandan hem İsveçliler, hem de Baum rahatsız olmuşlardı. Cengiz göz ucuyla yakın masalardan birilerinin kalkıp İsmail masasına doğru sokulduğunu da görebiliyordu. Ama müdahale etmediler adamlar. Kimse İsmail’le konuşmayı, ne yaptığını sormayı denemedi. Onun nasıl olsa buradan çıkamayacağını düşünüyorlardı her halde.

“Benim aklım yattı!” dedi Reşad birdenbire.

“Bence de olabilir,” diye mırıldandı İsveçli Bengt Eriksson.

“O zaman mesele yok!”

Son söz Klaus Baum’dan gelmişti.

Sonra da işin ayrıntılarını konuşmaya başladılar. Cengiz’e göre en önemli konu noterin seçilmesiydi. Almanya’da biraz farklıydı noterlik müessesesi. Öyle özel noter ofisleri yoktu. Buna karşılık bazı deneyimli avukatlara noterlik yapma hakkı veriliyordu. Sonunda, gazetenin böyle noterlik yetkisine de sahip olan avukatının üzerinde anlaştılar.

Bu arada göz ucuyla İsmail Sağnak’ın yerinden kalktığını ve oğluna sarılıp birlikte kapıya doğru yürüdüğünü gördü. Karısı hala oturuyordu ama. İlk bakışta, sanki oğlunu tuvalete götürüyor gibiydi fahişe. Cengiz hemen onun peşinden seğirten iki kişiyi de farketti.

“Artık bana hangi otelde kaldığınızı söyleyin ki, ben de Pazartesi günü size nerede ve nasıl buluşacağımızı bildirebileyim,” dedi Cengiz.

İsveçliler’e söylüyordu bunları. Jan Svensson ceplerine karıştırmaya başlamıştı bile. Sonra da bir kart çıkarıp Cengiz’e uzattı. Kent merkezindeki Sheraton’un kartıydı bu. Cebine koydu Cengiz.

“Eminim beni tüm olup bitenler konusunda sık sık bilgilendirmeyi unutmazsınız,” dedi Klaus Baum, “Burası Federal Almanya unutmayın ve her şeyin kontrolümüzde olmasını istemek yasal hakkımız.”

“Merak etmeyin Herr Baum. Çok ayrıntılı olmasa da, sizi bilgilendireceğim elbette ki.”

“Bazen ayrıntıların önemi olabilir!”

“Evet ama bu işte sonuç almak o kadar önemli ki, bunun ayrıntıların taşıyabileceği önemin çok önüne geçtiğini düşünüyorum ben. Neyse bu konuyu oturup ikimiz uzun uzun konuşuruz sonra. Eğer isterseniz tabii.”

İsmail Karanfil’in masaya dönmekte olduğunu gördü bu arada. Yine oğluna sarılmıştı ve tam bir baba gibi görünüyordu. Geçip karısının karşısına oturdu.

“O zaman biz gidelim artık,” dedi Cengiz, “Konuşacaklarımız bitti nasıl olsa.”

Kalktılar ve el sıkışıp ayrıldılar. Kapıya yürürlerken başını çevirip onlara baktı Cengiz. O ona kadar sessiz kalıp yalnızca her şeyi dikkatle dinlemiş olan tercümanla konuşuyordu Klaus Baum. Sonra Ergin Girginer’in de kalkmış olduğunu ve hızla kapıya doğru yürüdüğünü gördü.

Onlara tüp geçitte yetişti Ergin.

“Vay be,” dedi, “Tam 14 kişi saydım. Dördü hemen yanınızdaki masadaydılar.”

“Normal Ergin, hiç şaşırmadım. Bence daha bile fazladırlar da, bir kısmını sen farketmemişsindir.”

Yine kalabalığı yara yara C Salonu’na doğru yürüyorlardı. Cengiz etrafına bakınmaya gerek bile görmüyordu. Nasıl olsa Reşad yapıyordu bu işi ve bilet bankolarının üstünden geçerek salonu boydan boya kateden balkonumsu yerde, onlarla aynı hızda yürüyen adamları saymaya başlamıştı bile.

“7 kişi var Cengiz ağbi,” dedi, 3 kişi yukarda, 4’ü arkamızda.”

“Önemi yok Reşad. Yürümeye devam et sen.”

Tam o sırada, B Salonu’nun ortasındaki giriş kapılarının birinin önünden geçiyorlardı. Birden biri atladı önlerine.

“Vay be sizi Allah gönderdi kardaşım. Mainzerland Strasse’ye nasıl gidecez? Bi anlatıverseniz kuzum.”

“Alt kata inip taksiye bin hemşerim,” dedi Cengiz.

Bir taraftan da, durup 55-60 yaşlarındaki bu adama yardımcı olamadığına üzülüyordu. Ama hiç şansı yoktu ki. Biran önce çıkmalıydılar Havaalanı binasından.

“Yandı gülüm keten helva,” dediğini duydu Ergin’in, “Herifi kaptılar bile.”

Arkalarından gelen Bundeskriminalamt detektifleri, adamın onlarla konuşmasından kuşkulanmışlardı anlaşıldığı kadarıyla. Bu daha da üzdü Cengiz’i ama, ne yapabilirdi ki. Aksi gibi onları aşağı indirecek asansörün önü de iyice kalabalıktı. Sıra bekleyenler vardı. Yürüyen merdivenlere yöneldiler. Reşad hala peşindekilerin sayısını saptamakla meşguldü.

“3 kişiye indiler ağbi. Aralarında telsizle de konuşuyorlar.”

Arabaya bindiklerinde hemen hareket etti Cengiz. O sırada peşlerinde kalan son adamı da iyice gördü. Elindeki telsizden Citroen’in plakasını bildiriyordu birilerine.

Neyse ki, çıkış kolay oldu. İlk araba da orada, tam dışarı çıktıkları noktada takıldı peşlerine. Bej renkli bir BMW’ydi bu. Cengiz acele etmeden onları Darmstadt Otobanı’na çıkaracak bağlantı yoluna saptı. Gözü dikiz aynasındaydı ve pek çok araba vardı arkalarında. Gerçi bunların hepsinin onları takip ettiğini söyleyemezdi ama yine de iyice rahatsız olmuştu.

Reşad bu sefer ön tarafa onun yanına oturmuştu, Ergin de arkaya. Koltukta yan dönmüş, bir kartalın bakışlarıyla arkalarındaki trafiği inceliyordu Reşad.

“Tam 9 tane var Cengiz ağbi”, dedi sonra da, “3 BMW, 4 Mercedes ve 2’si de Opel.”

Artık Darmstadt Otobanı’na çıkmışlardı. İlk çıkıştan sağa, Zeppelinheim’a sapması gerekiyordu Cengiz’in. En sağ şeride geçmiş, iyice yavaşlamıştı. Hatta o kadar yavaşlamıştı ki, normalde arkasındaki arabaların onu sollayıp geçmeleri gerekiyordu. Ama dikiz aynasından arkasındaki küçük konvoyun da yavaşladığını görebiliyordu. Gerçi sayamıyordu arabaları ama, Reşad mutlaka doğru söylüyordu. Bir taraftan da kapı aynasından sol şeridin durumunu kontrol ediyordu. Çıkışa 30 metre kalmıştı. Üçüncü vitese taktı Citroen’i ve sağ sinyal vermeye başladı. Peşindekiler de sinyal veriyordu. Birden gazı kökledi Cengiz ve sol şeride, ondan çok daha hızlı gelen bir Mercedes’in önüne fırladı. Sonra da sola sinyal vermeye başladı. Aralara giriyor ve 6 şeritli otobanın en sol şeridine geçmeye çalışıyordu.

“Of ağbi, arkası ne biçim karıştı,” dedi Reşad, “Adamları darmadağın ettin yani. Ama toparlanmaya çalışıyorlar onlar da. Hepsi peşimizde yine.”

Citroen’in motoru patlama noktasına devirlenmişti artık, Önce 4 sonra da 5’inci vitese geçti Cengiz. Kilometre saati 200’ü gösteriyordu. Dikiz aynasını, arka koltuğun tam ortasına kaymış Ergin’in yüzü kaplamıştı şimdi. Bembeyazdı. 

“Onlardan kaçmaya çalışmıyorum,” dedi, “Bunun anlamı olmaz. Yalnızca istersem kaçabileceğimi anlasınlar istiyorum o kadar.”

“İyi de,” dedi Ergin Girginer, “Bunu onlara anlatırken bizi öldürmesen diyorum.”

“Korkma oğlum korkma, az sonra bitecek!”

Giraffenhausen çıkışı vardı önlerinde. Birden ve sinyal bile vermeden sağa daldı Cengiz. Son anda fren yapmaya başladı. Arka taraf yine karışmıştı tabii. Reşad kahkahalarla gülüyordu.

Sonra iyice yavaşladı Cengiz. Otobanın üstünden geçen köprüye girip geri döndü tekrar Frankfurt yönüne. Yine en sağdan ve yine çok yavaş gidiyordu. Hiç acele etmeden, tekrar Zeppelinheim sapağına geldiler. Sonra da otobandan çıkıp yavaş yavaş gazeteye yönüne gitmeye başladılar. Takipçilerin bir kısmı peşindeydi otoban çıkışında ama Cengiz iyice yavaşlayıp ötekilerin de yetişmesini bekledi. Sonra da gazetenin olduğu sanayi bölgesine saptı. Takipçilerin hepsi durdu yolun kenarında. Artık gelmiyorlardı. Demek ki, buraya kadardı. 

Arabadan inerlerken Ergin Girginer’in renginin hala düzelmemiş olduğu farketti Cengiz.

“Tanrım yaşıyorum,” diye bağırdı Ergin, “Yaşıyorum! Ölmedik demek ki...”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder