Tanıştıklarında 60 yaşının üstündeydi
İsveçli Profesör Jan-Erik Samuelsson. Avrupa tarihi uzmanıydı. Bir dost
toplantısında ilk kez karşılaşmışlar, birbirlerini sevmişler ve defalarca
oturup konuşmuşlardı. Aslında onu bir “Türk dostu” olarak tanımlamak yanlış
olurdu her halde. Ama dürüst, gerçekçi ve düşüncelerini açık söylemekten
çekinmeyen biri olduğu kesindi.
“Siz Türkler’in en önemli yanılgılarından
biri, Avrupalı olabileceğinizi sanmanız,” demişti bir keresinde, “Hatta eksik
söyledim galiba, bunu sanmıyorsunuz çünkü. Yürekten inanıyorsunuz.”
“İyi de Jan-Erik, Türkiye’nin bir bölümü,
coğrafi olarak baktığımızda, Avrupa’da biliyorsun,” demişti Cengiz, “Bunu
unutuyorsun galiba.”
“Hayır dostum unutmuyorum. Nasıl
unutabilirim ki. Bu en önemli unsurlardan biri. Ama senin sandığın gibi,
Türkler’in Avrupalı olduğunu kanıtlayabileceği açısından değil. Tam tersine,
Türkler’in neden Avrupalı olmaması gerektiğini göstermesi açısından önemli bir
gerçek bu.”
“Nasıl yani? Biraz açar mısın Jan-Erik?”
“Galiba en başından başlayarak anlatmam
gerekiyor dostum. Çünkü sorunun en önemli yeri, çıkış noktası doğal olarak.
Biliyor musun, Türkler Avrupa’daki pek çok gelişmenin temel nedeni, bir anlamda
tetikleyicisi olmuşlardır tarih boyunca. Dünyayı değiştiren iki önemli olayın,
reform ve Rönesans hareketlerinin itici gücü Türkler olmuştur mesela.”
“İyi ya, demek ki Türkler Avrupalılar için
faydalı olmuşlar. Bunun için bize minnet borcu olması gerekmez mi Avrupa’nın?”
diye sormuştu o zaman Cengiz, “Ama sen tutup bizim Avrupalı olmaya çalışmamızı,
içine düştüğümüz en büyük yanılgı olarak tanımlıyorsun. Bence çelişkili bir
durum bu.”
“Dostum acele etme. Bırak da anlatayım. Ya
da istersen en önce şu katı gerçeği söyleyeyim sana. Türkler, Avrupa’nın kadim
düşmanıdır. Ama yanlış anlama yine beni. Siz düşmanca duygular besliyorsunuz
demek istemiyorum. Biz Avrupalılar bunu böyle algılıyoruz. Hatta bu da az oldu,
algılamıyoruz. Bu inanç, adeta bizim genlerimize işlemiş durumda.”
“Abartıyor gibisin sanki Jan-Erik.”
“Abartmıyorum. Yoksa sen sıradan bir
Avrupalı’nın ‘Türk’ dendiğinde ne anladığının farkında değil misin dostum? Çok
klişe gibi gelecek ama; İtalya’da, özellikle de İtalya’nın Güney kesimlerinde,
bugün bile annelerin çocuklarını ‘Türkler geliyor’ diye korkuttuklarını unuttun
mu?”
“Şaka yapıyorsun değil mi Jan-Erik?”
“Hayır dostum, asla şaka yapmıyorum. Bak
şimdi, bu söz nereden geliyor hiç düşündün mü?”
“Tahmin edebiliyorum,” demişti o zaman
Cengiz, “İtalya’nın küçük şehir devletleri halinde yaşadığı dönemlerdeki deniz savaşları,
denizden gelen istila girişimleri filan olmalı bunların nedeni.”
“Doğru yoldasın dostum. Doğru yoldasın. Ama
bu bütünün küçücük bir parçası yalnızca. Bir kere kesinlikle başlangıç noktası
değil. Daha öncelere, çok daha öncelere dayanıyor bu. Şimdi bak, ortalama
Avrupalı’nın hiç hoşlanmadığı, barbar olarak tanımladığı iki kavim var. Biri;
her yere saldıran, işgal eden ve ele geçirdiği herşeyi yakıp yıkıp yok eden
Vandallar. Onların bu davranışları giderek öylesine büyük bir nefret
yerleştirmiş ki ortalama Avrupalı’nın benliğine; yakıp yıkma, yok etme
eğilimini kısaca Vandalizm olarak tanımlayıp, dillerine yerleştirmişler. Sözünü
ettiğim ikinci kavim ise Türkler dostum. Ne yazık ki.”
“Bir dakika Jan-Erik. Şimdi sen herhalde
Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleme döneminde Avrupa’daki savaşlarını,
fetihlerini kastediyorsun ama...”
“Hayır dostum, acele etme,” demişti İsveçli
profesör, “Elbette ki önemli Osmanlı’nın o dönemde yaptıkları ama, bu işin daha
sonra ortaya çıkan ve yalnızca daha önceden varılmış yargıları desteklemeye
yarayan bölümü. Gerçek başlangıç anını bulabilmek için; Hun İmparatorluğu’na ve
bugün bile sıradan her Avrupalı’nın adını duyduğunda yüzünün buruşmasına neden
olan İmparator Atilla’ya kadar geriye dönmemiz gerekiyor. Tıpkı Vandallar gibi;
herkesi öldüren, yakıp yıkan, yok eden bir kavim olarak algılanır Hunlar
Avrupa’da. Olaya bu açıdan bakınca, İmparator Atilla’nın da tüm bu
barbarlıkların, kötülüklerin başı olarak görülmesi kaçınılmaz oluyor. Ama ben
biliyorum ki, siz Türkler, bugün bile Atilla’yı bambaşka bir yere koyuyorsunuz.
O sizin için bir kahraman. Bir fatih. Hatta bir idol.”
“Evet,” demişti Cengiz, “Atilla bizim için
adı iftiharla anılması gereken biri gerçekten de”
“Biliyorum dostum. Bak sana ilginç bir
örnek vereyim. 1974’de Türkiye Kıbrıs’a asker çıkarttıktan ve operasyonun ilk
bölümünü tamamladıktan sonra geçici bir güvenlik hattı oluşturmuştu,
hatırlarsın. Türk yetkililer Kıbrıs’a asker çıkarmalarının, oraya barış
götürmek isteklerinden kaynaklandığı söylüyorlardı herkese. Ama kurulan bu
geçici güvenlik hattının adını “Atilla” koymuşlardı. İnanılmaz bir hataydı bu
bence. Barışı götürmek iddiasıyla asker çıkardığın bir ülkedeki güvenlik
hattının adı Atilla olursa, hiç bir Avrupalı senin gerçekten barışı amaçladığına
inanmaz, hatta istese de inanamaz. Çünkü Atilla demek; onun gözünde savaş
demek, işgal demek, ölüm demek, yakılıp yıkılmak demek, yok edilmek demek
anlamına geliyor. Yüzyıllardan beri inandığı gibi yani.”
“Olaya hiç böyle bakmamıştım Jan-Erik.”
“Biliyorum dostum. Yalnız sen değil, belki
de hiç bir Türk bakmamıştır bu açıdan. Neyse, konumuz Kıbrıs’daki stratejik
isimleme hatası değildi zaten. Türklerin Avrupa’nın kadim düşmanı olmasından ve
bunun Avrupa’daki pek çok olumlu gelişmenin tetikleyicisi olmasından söz
ediyorduk. Hemen göze çarpan, Türkler’in bu işlevlerinin hiç farkına varmamış
olmaları. Küçük ve bağımsız prensliklerin, beyliklerin birleşerek ilk ulus
devletçikleri oluşturmaya girişmelerinin nedeni, Türk istilasını durdurmak için
değil mi? Avrupa’nın güçlenmeye başladığı andan söz ediyorum şu anda ben.
Güçlenmeye ve buna güvenerek direnmeye başladığı andan. Bunlar, günümüzün güçlü
Avrupa’sının kuruluşu yönünde atılan ilk adımlardı. Başarılı olmanın getirdiği
güven duygusu, giderek Rönesans ve Reform’un yolunu açtı sonunda. Ve dostum,
tüm bunlar, kadim düşman Türkler’e karşı bir savunma oluşturabilmek için atılan
ilk adımlar olarak, ondan sonraki adımları hazırladı yani. Osmanlı dönemi ise
bir anlamda Türk tehdidini hep gündemde tutarak, Avrupa açısından olumlu
gelişmelerin bir tür süreklilik kazanmasını sağladı.”
“İlginç şeyler söylüyorsun
Jan-Erik,”demişti Cengiz o zaman, “Ama bu Osmanlı tarafını algılamakta biraz
zorlanıyorum doğrusu. Osmanlı Devleti kendini hiç bir zaman “Türk” olarak
tanımlamadı ki. Saray’ın gözünde Türk olmak hiç de iyi bir şey değildi üstelik.
Onlara göre imparatorluğun adı Devlet-i Osmanî’ydi. Türkler ise yalnızca
Anadolu’da yaşayan bir tür azınlık gibiydi. Bu durumda nasıl oluyor da Avrupa
Osmanlı’yı Türk olarak nitelendirilebiliyor peki? Bence çarpık bir şeyler söz
konusu burada.”
“Saray’ın imparatorluğu nasıl
nitelendirdiğinin Avrupa açısından hiç önemi yoktu ki dostum. Sonuçta Osmanlı
Doğu’dan gelen tehdidin mirasçısıydı. Ve Doğu’dan gelebilecek tek tehdit de
Türk tehdidiydi. Tüm o haçlı seferleri bu tehdidi durdurmayı amaçlamamış mıydı
zaten. Evet, Osmanlı Sarayı kendini Türk olarak nitelemiyordu ama, Avrupa
onları öyle niteliyordu. İngiltere’den başlayarak tüm Avrupalı uluslar,
Osmanlıdan söz ederken kısaca ‘Türkler’ diyordu. Ve düşünecek olursak sen ciddi
oranda haklısın aslında. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun en vurucu, en gaddar
ve acımasız askeri gücü bile Türkler’den oluşmuyordu. Bir anlamda günümüzün çok
uluslu şirketleri gibiydi Osmanlı. Bulabilecekleri en yırtıcı ve gaddar insan
gücünün Sırbistan’da olduğunu çok erken bir evrede keşfetmişlerdi örneğin.
Sistematik olarak oradan toparlayıp İstanbul’a getirdikleri genç Sırp
çocuklarını eğitip Müslümanlaştırarak Yeniçeriler denilen o muhteşem savaş
makinesini yaratmışlardı. Yani Avrupalı’nın korkunç bir saldırgan olarak
gördüğü Osmanlı Ordusu’nun aslında Avrupalılar’dan oluşması bile, ortalama
Avrupalı’nın adeta genlerine işlemiş algılama biçimini etkilemiyordu. Tarihin
daha sonraki evrelerinde bunu değerlendiren Avrupalılar da oldu elbette ki.
Bunun getirdiği sonuç ise yalnızca Balkan ülkelerinin de dışlanmasına, bir
türlü Anti-Avrupalı olarak algılanmasına yönelik düşünce akımlarının ortaya
çıkmasından öteye geçemedi.”
Cengiz susmuş ve İsveçli profesörün söylediklerini sindirmeye çalışmıştı
süre. Kulağa aykırı gelen, rahatsız edici, adeta insanı kahreden şeyler
söylüyordu adam.
“Peki ama,” demişti sonra da, “Artık tüm
bunların bitmiş olması gerekmiyor mu Jan-Erik? Tamam, tarih böyleymiş, ya da en
azından Avrupa’da böyle algılanmış. Ama şu andaki durumun bambaşka olduğunu
unutuyor gibisin sanki. Artık Batılı anlamda uygar, ya da en azından tüm
gücüyle öyle olmaya çabalayan bir Türkiye Cumhuriyeti söz konusu. Bambaşka bir
Devlet yani. Batı’nın en önemli ittifaklarından birinin, NATO’nun, en azından
askeri açıdan yeri doldurulamaz üyesi bu Devlet. Bunu yok sayıp hala Türkler’i
kadim düşman olarak tanımlamak, biraz insafsızlık olmuyor mu şimdi?”
“Aslında sorduğun sorunun yanıtı da içinde
dostum. Askeri açıdan yeri doldurulamaz, evet. Ama düşünürsen bu, Osmanlı’nın
Sırplar’la ilgili düşüncesini getiriyor akla. Yani, kontrol altına alınmazsa
tehlikeli olabilecek, ama kontrol edilebilirse sayısız faydaları olabilecek bir
güçten söz ediyoruz. Avrupa’da, şu anda bunu yapıyor zaten. Bu gücü kontrol
altında tutuyor. Bunun için ne yapması gerekirse onu yapıyor. Sınırlı bir hoş
tutma ile Türkiye’yi el altında bulundurmak, ama bunu asla kontrolü kaçıracak
boyuta getirmemek. Bugünkü tutumu bu Avrupa’nın.”
“Ama,” diye itiraz etmişti o zaman Cengiz,
“Biliyorsun Türkiye Ortak Pazar’a girmek için başvurdu. Bununla ilgili olarak
1968’de Ankara Anlaşması imza altına alındı. Bu nasıl oluyor peki?”
“Dostum, ne kadar iyi niyetlisin. Evet, bir
Ankara Anlaşması var biliyorum. Ama sen de söyledin ki, bu 1968’de imzalandı.
Yani neredeyse on yıl geçti aradan. Peki, Türkiye Ortak Pazar’a üye oldu mu bu
arada? Ya da, ‘o anlaşmada vadedilen herhangi bir şeyi alabildi mi’ diye
sorayım eğer istersen. İşte sana az önce sözünü ettiğim o ‘sınırlı hoş tutma’
kavramının en çarpıcı örneklerinden biri. İşin en çarpıcı yönü de, senin
ülkendeki siyasetçilerin çoğunluğunun bu durumu kavramıyor olması. Hâlbuki
Birinci Dünya Savaşı sonrasında ülkenizin tümüyle yok edilmesini mucizevî bir
biçimde engelleyen müthiş lideriniz, yani Atatürk, sanki sezmiş gibi uyarmıştı
da hepinizi. Hatırla bak, gelecekti olası tehlike ve tehditlere karşı uyanık
olunmasını vurguladığı o sözlerini. Ne demişti? Eğer yanlış hatırlamıyorsam
şöyleydi galiba. ‘İktidardakiler, gaflet, delalet ve hıyanet içinde
bulunabilirler.’ Böyleydi değil mi? Üzgünüm ama senin ülkeni yönetenler;
hıyanet diyemem elbette ki ama, en azından gaflet içindeler bu açılardan.”
“Jan-Erik, sen bana Türkiye’nin hiç bir
zaman Ortak Pazar üyesi olamayacağını mı söylemek istiyorsun yani? Kısacası ve
daha da kötü bakarsak, açıkçası bu mu yani?”
“Aynen
böyle dostum. Ne yazık ki böyle. Zaman zaman Avrupa ülkelerinde Türkiye ve
Türkler’e sıcak bakabilecek siyasetçiler çıkabilir elbette ki. Ama inan ki,
hâkim güçler Türkiye’nin Avrupa’ya bu kadar yakınlaşmasına, bir anlamda içine
girmesine asla izin vermeyecektir. Asla!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder