Devlet yönetmenin ince ve dikkatli
yapılması gereken bir iş olduğunu, bu nedenle de, yönetime gelenlerin öyle pek
de fazla manevra alanları bulamayacaklarını; İsveç’de 44 yıl iktidarda kalan
Sosyal Demokratlar’ın seçimlerini kaybetmesinden sonra gözlemledikleriyle iyice
anlamıştı Cengiz. Basın ve tüm kamuoyunda “Burjuva Partiler” olarak
adlandırılan 3 parti, Olof Palme’nin Sosyal Demokrat Partisi’ni ciddi bir
yenilgiye uğratmış ve iktidara gelmişti. Gerçi hala en çok oy alan İsveç Sosyal
Demokrat İşçi Partisi olmuştu ama, 3 burjuva parti, bir koalisyonda
birleşmeleri halinde hükumeti kuracak çoğunluğu elde etmiş durumdaydılar.
Bunların arasında en çok oyu çiftçilerin temsilcisi olan Center Partiet almış,
isminin kelime anlamı ‘ılımlı’ olmasına arşın ülkenin en tutucu partisi olan
sağ eğilimli Moderata Partiet ikinci, liberal eğilimli Folk Partiet ise üçüncü
olmuştu. Sonunda Center Partiet’in lideri Thorbjörn Fälldin başkanlığında ve 44
yıl aradan ilk kez, sosyal demokrat olmayan bir hükumet kurulmuştu. Bu;
sokaktaki İsveçli açısından inanılmaz bir değişim anlamına geliyordu. En
azından ilk başta, böyle olduğunu varsayıyordu Cengiz.
O
yıllar, büyük ağırlıkla dünyaca ünlü İsveç çelik ve gemi inşa sanayisinin
düşüşe geçtiği yıllardı. Japonya ve Güney Kore gibi Uzakdoğu ülkeleri, çok daha
ucuza ürettikleri çelikle büyük bir yükselişe geçmişlerdi. Yaptıkları gemileri
de, İsveç’de yapılanların neredeyse üçte biri fiyatına sürüyorlardı piyasaya.
İşler kötüye gidiyordu kısacası ve Sosyal Demokratlar’ın karşısındaki burjuva
muhalefet, bunun en büyük nedeninin ‘durmadan artan işçi ücretleri ile
işverenlere yüklenen sosyal sorumluluk harcamalarının maliyetleri çok
yükseltmesi’ olduğu tezini işliyordu.
Göteborg kentinin en büyük sanayi kuruluşlarından Götaverket Gemi İnşa
tesislerinin, ürettiklerini satamamak yüzünden kapatıldığı günlerdi bunlar.
Burjuva
partiler vergi yükünün de çok yüksek olduğunu öne sürüyordu sürekli olarak.
Sosyal Demokratların kurduğu Sosyal Güvenlik Sistemi’nin çok masraflı olduğu
vurgulanıyordu. Yani, İsveç’de yaşayan herkesin en büyük güvencesi olan o
müthiş sistem de hedefteydi ciddi şekilde. Cengiz o günlerde böylesine ince
ince, adeta oya gibi işleyerek kurulmuş bir düzenin bozulmasıyla, ülkede bir
kaos doğabileceğine bile inanmıştı bir ara. Nasıl olmasındı ki zaten?
İsveç’de
doğan herkesi, daha doğduğu andan itibaren şemsiyesi altına alan, üstelik
İsveç’de oturma izni almış yabancıların tümünü de kapsayan bu sistem; herkesi,
hem de bir tek kuruş bile prim ödemeden, sağlık sigortası kapsamına dahil
ediyordu. Hiç bir sınırlaması olmayan bir sağlık sigortasıydı söz konusu olan.
Her hangi bir sorunu olanlar, semt polikliniklerine gittiklerinde,
kendilerinden 10 Kron ücret alınıyordu. Burada pratisyen bir doktor tarafından
muayene ediliyor ve eğer bir uzmanın incelemesini gerektiren bir sağlık sorunu
söz konusuysa, oralara sevkediliyorlardı. Ve o sorun bitene kadar; birçok kez
doktora gitmeleri, tahliller yaptırmaları, hatta ameliyat olmaları ya da
hastanede yatmaları gerekse de, asla tek bir kuruş daha ödemek zorunda
değildiler. Doktorlar tarafından verilen her reçete karşılığında ilaçlarını
alırken de, yalnızca 10 Kron ödemekle yükümlüydüler. Kaç para olursa olsun;
bunun geri kalan kısmını Försäkringskassan denilen Sağlık Sigortası Kurumu
karşılıyordu. Hastalık nedeniyle kendilerini çalışamayacak hissedenler için de
müthiş bir yöntem uygulanıyordu. İlk 7 gün için bir doktordan rapor almaya
gerek yoktu buna göre. Ancak hastalık uzarsa; sekizinci günden itibaren, herhangi
bir doktordan rapor alınması yükümlülüğü vardı. Devlet vatandaşına güveniyordu
yani.
Aslında
bu ‘raporsuz 7 gün istirahat’ konusu, ilk öğrendiğinde Cengiz’in kafasını biraz
karıştırmıştı. Kötü niyetliler tarafından kolaylıkla istismar edilebilecek bir
şeydi bu. Ama bu konuyu tartışmaya kalkıştığı ilk İsveçli, çok utanmasına neden
olmuştu Cengiz’in.
“Nasıl
yani istismar?” demişti adam, “Hasta olmayan biri durup durduğu yerde neden
‘hastayım’ deyip işten kaçsın ki?”
Emeklilik
konusunu da ilginç bir biçimde çözmüştü Sosyal Demokrat iktidarlar. Doğaldır
ki, çalışanlar emeklilik primi ödüyordu tabii ama, hayatları boyunca hiç
çalışmamış olanlar, örneğin ev kadınları da 65 yaşını doldurunca emekli
oluyordu. Gerçi hiç çalışmayanlar, çalışıp da emekli olanlara göre daha az maaş
alıyorlardı ama, sistem bunların karşılanmamış hiç bir maddi ihtiyacının
kalmamasını sağlamak üzerine kurulmuştu. Sosyal Yardım Büroları böyle
durumlarda devreye giriyor ve söz konusu kişinin ev kirasından yiyecek
gereksinimine kadar her şeyi hesaplıyor ve maaşı bunları karşılamaya
yetmeyenlere, gereken yardımı yapıyordu. Evde sağlık bakımı hatta temizlik
yardımı bile sağlıyordu bu Sosyal Yardım Büroları. Ama Sosyal Güvenlik Sistemi’nin böyle saat gibi tıkır tıkır işlemesi,
işverenlere biraz yük getiriyordu tabii. Çalıştırdıkları her kişi için prim
ödüyorlardı.
Seçimler
öncesinde muhalefetin öne sürdüğü ‘yüksek maliyet nedeniyle rekabet olanağının
kaybolması” tezleri, İsveçliler’in aklını karıştırmıştı doğal olarak. Oylarıyla
nasıl olacağını pek de kestiremedikleri bir değişimin önünü açmışlardı ve bunu
gerçekten de büyük bir merakla bekliyorlardı.
Onlar
açısından bir diğer merak konusu da, Sosyal Demokratlar’ın mali sıkıntıya giren
büyük sanayi kuruluşlarını devletleştirerek kurtarmasını çok eleştiren
muhalefetin, artık iktidarı ele geçirdiğine göre, ne gibi alternatif çözümler
bulacağıydı. Örneğin devletleştirdiği çelik sanayisinin devlerinin yeniden
ayaklarının üzerinde doğrulmasını sağlamak işini ciddi biçimde başarmıştı Sosyal
Demokratlar. Bulunan yöntem, İsveç’in yapısal özelliklerinin çok akıllıca
değerlendirilmesinden başka bir şey değildi aslında. Artık herkesin onlardan
daha ucuza üretebildiği sıradan paslanmaz çelik levhalar değil, çok ileri
teknolojiye sahip, çok pahalı ve başkalarının yapamayacağı çelik türleri
üretmeye başlamaktı bu.
Yeni
Hükumet’in göreve başladığı ilk günlerde, Cengiz kendini hala ‘Burjuva
Hükumeti’ kavramına alıştırmaya çalışıyordu. Örneğin bu Türkiye’de asla
görülemeyecek bir durum gibi geliyordu ona. Türkiye’de geçerli siyasi
terminoloji buna izin veremezdi herhalde. Hele ki, sol eğilimli siyasetçilerin
‘burjuva’ sözcüğünü bir tür aşağılama, hatta hakaret varsayarak kullandıklarını
düşününce. Ama İsveç’de böyle değildi işte. Adamlar burjuvaydılar ve bunun dile
getirilmesine aldırmadıkları bir yana, kendileri göğüslerini gere gere söylüyorlardı.
Ama
o çok eleştirdikleri Sosyal Demokrat sistemi
değiştirmek için pek kayda değer bir şey yapamayacakları çabuk çıkmıştı
ortaya. En başta, devlet makinesinin dişlileri olan bürokratlara hiç
dokunmamışlardı. Bunların tamamı Sosyal Demokrat’lar tarafından atanan,
kendileri de parti içinde aktif siyasi rol oynamış kişilerdi. Ama
yerlerindeydiler işte. Çünkü deneyimliydiler. Yaptıkları işi iyi biliyorlardı.
Cengiz bir süre yeni Hükumet’in ‘partizanlık’ yakıştırmasına uğramamak için
böyle davrandığını ve böyle değişikliklere şimdilik cesaret edemediğini
sanmıştı ama, sonra yanıldığını anlamıştı. İşini iyi yapanları değiştirmek
kimsenin aklına bile gelmiyordu. Her iktidar değişikliğinde, müsteşarından
genel müdürüne, sekreterden odacıya tüm kadroların çil yavrusu gibi
dağıtılmasına alışık biri için, akıl alır gibi değildi bu tutum yani.
Burjuva
Hükumet; o çok eleştirdiği, maliyetlerin artmasına neden olarak gösterdiği
Sosyal Güvenlik Sistemi’yle ilgili kayda değer bir değişiklik de yapamamıştı bu
arada. En küçük bir nabız yoklama bile, sistemle oynamaya kalkmanın
taşınamayacak kadar ağır siyasi yükler getireceğini gösteriyordu. Batmaya doğru
yönelmiş önemli şirketlerin devletleştirilmesini konusunda yapılanlar ise daha
da ilginçti. Burjuva Hükumet, kısacık bir sürede Sosyal Demokratlar’dan daha
çok sayıda şirketi devletleştirerek kurtarmıştı.
Bu
saptamaları yapmak, Cengiz’in ciddi bir ikileme düşmesine de neden olmuştu
tabii. Eğer doğru olan buysa, ki sonuçta öyle olduğu açıkça belliydi,
Türkiye’de görmeye alışık olduklarını nasıl tanımlayacaktı o zaman? Aslında
yanıtını kendi içinde barındıran bir soruydu bu ama, o yanıt, ister istemez
insanı karamsarlığa sürükleyecek türdendi.
Dikkat
çekici olan, İsveçliler’in genelde aradıkları değişimi kısmen de olsa
bulduklarını düşünmeleriydi. Bu da, Cengiz’in alışık olduğu değişim anlayışıyla
onlarınkinin pek birbirini tutmamasından kaynaklanan bir durumdu sonuçta.
Cengiz’in gözünde; İsveç’in sosyal manzarası,yani iktidar değişikliğini
sağlayan sıradan İsveçliler’in günlük yaşamları hiç değişmemişti. Yeni Başbakan
Thorbjörn Fälldin de çok uzakta olmayan evinden başbakanlığa her gün bisikletle
gidiyordu örneğin. Öyle tek başına, korumaları filan olmadan hem de. Üstelik
her hafta Cuma günü öğlenden sonra kendi kullandığı otomobiliyle ülkenin orta
kesimlerindeki çiftliğine gidip, toprak çapalıyor, ağaç buduyor, odun kesiyordu
adam. Başbakan Yardımcısı sağ eğilimli Moderata Partiet’in Genel Başkanı Gösta
Bohman ise ‘bıçak taşımanın her İsveçli’nin en geleneksel alışkanlıklarından
biri ve esasen de bıçağın son derece pratik bir alet olduğu” gerekçesiyle,
getirilmek istenen yasaklama önerisine karşı çıkmak dışında, pek öne
çıkmamıştı. Kendi de, İsveç’in o ünlü Mora bıçaklarından birini sürekli olarak
belinde taşıyordu zaten.
Ama Cengiz’e en çarpıcı gelen, buna
karşılık sıradan İsveçliler’in alabildiğine doğal karşıladığı olayın kahramanı,
Burjuva Hükumet’in diğer Başbakan Yardımcısı, Liberal Folk Partiet’in Genel
Başkanı Per Ahlmark olmuştu. Genelde beğenilen, ve özellikle de gençlerin
hoşlandığı bir siyasetçiydi Ahlmark. İsveç’in ünlü film yıldızı Bibi
Andersson’la aşk yaşamaya başladığında, doğal olarak bu biraz ilgi çekmişti.
Hem Ahlmark, hem de ünlü yıldız bekârdılar ve beraber yaşamaya başlamalarında
hiç bir yasal ya da ahlaki engel de yoktu zaten. Ama ikisi de ünlüydüler.
Üstelik biri Başbakan Yardımcısı’ydı. Bu meraklı gözlerin üstlerine dikilmesine
neden olmuştu tabii. Aslında biraz da hoşlanarak bakılıyordu onlara. Ama ikili
nereye gitse, etrafları adeta çevriliyordu bu merakla bakan insanlar
tarafından. Per Ahlmark bundan sıkıldığını belli ediyordu. Sonra bir gün
beklenmedik bir basın açıklaması yaparak son noktayı koymuştu.
“Ben siyasetten sıkıldım. Konumum, beni
özel hayatımda istediğim hiç bir şeyi yapamaz hale getirdi. Düşünün, sevgilimle
elele tutuşup mantar toplamaya bile gidemiyorum rahat rahat. Bundan sonra
Bibi’ye başbaşa, sakin ve dikkatlerden uzak bir hayat yaşamak istiyorum. Bunu
yapabilmek için de, şu andan geçerli olmak üzere, bütün görevlerimden istifa
ediyorum.”
Henüz 50 yaşında bile değildi o sırada.
Hızla tırmandığı kariyer merdivenin ancak
ortalarına gelmişti ve daha tırmanabileceği çok basamak vardı. Yolu
alabildiğine açıktı. Ama o, sıradan bir insan olmayı, dilediği gibi özgürce
yaşamayı seçmişti. Kendi ülkesinin insanları da onu anlayışla karşılamışlar ve
hatta sevenlerinin sayısı iyice artmıştı bu yaptığı nedeniyle. Adam, en önemli
değerin insanca yaşamak olduğuna inanan; bu hedefe ulaşacak tek yolun da tam
bir demokratik düzene dayalı açık bir toplumdan geçtiğinin bilincindeki İsveç
halkının ne kadar haklı olduğunu kanıtlamıştı, bir kez daha.
Ama dünyanın başka yerlerindeki siyasi
liderlerin Per Ahlmark’ı ‘ahmak’ ya da ‘liderlik niteliklerinden yoksun biri’
olarak etiketleyeceklerinin de farkındaydı Cengiz. Onların böyle bir şeyi asla
yapamayacaklarını biliyordu. Hatta içlerinde kovulsalar bile gitmeyi kabul
etmeyecekler vardı. Hem de bol bol.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder