23 Eylül 2011 Cuma

AÇIK TOPLUMDA YAŞAMAK

Devlet yönetmenin ince ve dikkatli yapılması gereken bir iş olduğunu, bu nedenle de, yönetime gelenlerin öyle pek de fazla manevra alanları bulamayacaklarını; İsveç’de 44 yıl iktidarda kalan Sosyal Demokratlar’ın seçimlerini kaybetmesinden sonra gözlemledikleriyle iyice anlamıştı Cengiz. Basın ve tüm kamuoyunda “Burjuva Partiler” olarak adlandırılan 3 parti, Olof Palme’nin Sosyal Demokrat Partisi’ni ciddi bir yenilgiye uğratmış ve iktidara gelmişti. Gerçi hala en çok oy alan İsveç Sosyal Demokrat İşçi Partisi olmuştu ama, 3 burjuva parti, bir koalisyonda birleşmeleri halinde hükumeti kuracak çoğunluğu elde etmiş durumdaydılar. Bunların arasında en çok oyu çiftçilerin temsilcisi olan Center Partiet almış, isminin kelime anlamı ‘ılımlı’ olmasına arşın ülkenin en tutucu partisi olan sağ eğilimli Moderata Partiet ikinci, liberal eğilimli Folk Partiet ise üçüncü olmuştu. Sonunda Center Partiet’in lideri Thorbjörn Fälldin başkanlığında ve 44 yıl aradan ilk kez, sosyal demokrat olmayan bir hükumet kurulmuştu. Bu; sokaktaki İsveçli açısından inanılmaz bir değişim anlamına geliyordu. En azından ilk başta, böyle olduğunu varsayıyordu Cengiz.

        O yıllar, büyük ağırlıkla dünyaca ünlü İsveç çelik ve gemi inşa sanayisinin düşüşe geçtiği yıllardı. Japonya ve Güney Kore gibi Uzakdoğu ülkeleri, çok daha ucuza ürettikleri çelikle büyük bir yükselişe geçmişlerdi. Yaptıkları gemileri de, İsveç’de yapılanların neredeyse üçte biri fiyatına sürüyorlardı piyasaya. İşler kötüye gidiyordu kısacası ve Sosyal Demokratlar’ın karşısındaki burjuva muhalefet, bunun en büyük nedeninin ‘durmadan artan işçi ücretleri ile işverenlere yüklenen sosyal sorumluluk harcamalarının maliyetleri çok yükseltmesi’  olduğu tezini işliyordu. Göteborg kentinin en büyük sanayi kuruluşlarından Götaverket Gemi İnşa tesislerinin, ürettiklerini satamamak yüzünden kapatıldığı günlerdi bunlar.

        Burjuva partiler vergi yükünün de çok yüksek olduğunu öne sürüyordu sürekli olarak. Sosyal Demokratların kurduğu Sosyal Güvenlik Sistemi’nin çok masraflı olduğu vurgulanıyordu. Yani, İsveç’de yaşayan herkesin en büyük güvencesi olan o müthiş sistem de hedefteydi ciddi şekilde. Cengiz o günlerde böylesine ince ince, adeta oya gibi işleyerek kurulmuş bir düzenin bozulmasıyla, ülkede bir kaos doğabileceğine bile inanmıştı bir ara. Nasıl olmasındı ki zaten?

        İsveç’de doğan herkesi, daha doğduğu andan itibaren şemsiyesi altına alan, üstelik İsveç’de oturma izni almış yabancıların tümünü de kapsayan bu sistem; herkesi, hem de bir tek kuruş bile prim ödemeden, sağlık sigortası kapsamına dahil ediyordu. Hiç bir sınırlaması olmayan bir sağlık sigortasıydı söz konusu olan. Her hangi bir sorunu olanlar, semt polikliniklerine gittiklerinde, kendilerinden 10 Kron ücret alınıyordu. Burada pratisyen bir doktor tarafından muayene ediliyor ve eğer bir uzmanın incelemesini gerektiren bir sağlık sorunu söz konusuysa, oralara sevkediliyorlardı. Ve o sorun bitene kadar; birçok kez doktora gitmeleri, tahliller yaptırmaları, hatta ameliyat olmaları ya da hastanede yatmaları gerekse de, asla tek bir kuruş daha ödemek zorunda değildiler. Doktorlar tarafından verilen her reçete karşılığında ilaçlarını alırken de, yalnızca 10 Kron ödemekle yükümlüydüler. Kaç para olursa olsun; bunun geri kalan kısmını Försäkringskassan denilen Sağlık Sigortası Kurumu karşılıyordu. Hastalık nedeniyle kendilerini çalışamayacak hissedenler için de müthiş bir yöntem uygulanıyordu. İlk 7 gün için bir doktordan rapor almaya gerek yoktu buna göre. Ancak hastalık uzarsa; sekizinci günden itibaren, herhangi bir doktordan rapor alınması yükümlülüğü vardı. Devlet vatandaşına güveniyordu yani.

        Aslında bu ‘raporsuz 7 gün istirahat’ konusu, ilk öğrendiğinde Cengiz’in kafasını biraz karıştırmıştı. Kötü niyetliler tarafından kolaylıkla istismar edilebilecek bir şeydi bu. Ama bu konuyu tartışmaya kalkıştığı ilk İsveçli, çok utanmasına neden olmuştu Cengiz’in.

        “Nasıl yani istismar?” demişti adam, “Hasta olmayan biri durup durduğu yerde neden ‘hastayım’ deyip işten kaçsın ki?”

        Emeklilik konusunu da ilginç bir biçimde çözmüştü Sosyal Demokrat iktidarlar. Doğaldır ki, çalışanlar emeklilik primi ödüyordu tabii ama, hayatları boyunca hiç çalışmamış olanlar, örneğin ev kadınları da 65 yaşını doldurunca emekli oluyordu. Gerçi hiç çalışmayanlar, çalışıp da emekli olanlara göre daha az maaş alıyorlardı ama, sistem bunların karşılanmamış hiç bir maddi ihtiyacının kalmamasını sağlamak üzerine kurulmuştu. Sosyal Yardım Büroları böyle durumlarda devreye giriyor ve söz konusu kişinin ev kirasından yiyecek gereksinimine kadar her şeyi hesaplıyor ve maaşı bunları karşılamaya yetmeyenlere, gereken yardımı yapıyordu. Evde sağlık bakımı hatta temizlik yardımı bile sağlıyordu bu Sosyal Yardım Büroları. Ama     Sosyal Güvenlik Sistemi’nin böyle saat gibi tıkır tıkır işlemesi, işverenlere biraz yük getiriyordu tabii. Çalıştırdıkları her kişi için prim ödüyorlardı.

        Seçimler öncesinde muhalefetin öne sürdüğü ‘yüksek maliyet nedeniyle rekabet olanağının kaybolması” tezleri, İsveçliler’in aklını karıştırmıştı doğal olarak. Oylarıyla nasıl olacağını pek de kestiremedikleri bir değişimin önünü açmışlardı ve bunu gerçekten de büyük bir merakla bekliyorlardı.

        Onlar açısından bir diğer merak konusu da, Sosyal Demokratlar’ın mali sıkıntıya giren büyük sanayi kuruluşlarını devletleştirerek kurtarmasını çok eleştiren muhalefetin, artık iktidarı ele geçirdiğine göre, ne gibi alternatif çözümler bulacağıydı. Örneğin devletleştirdiği çelik sanayisinin devlerinin yeniden ayaklarının üzerinde doğrulmasını sağlamak işini ciddi biçimde başarmıştı Sosyal Demokratlar. Bulunan yöntem, İsveç’in yapısal özelliklerinin çok akıllıca değerlendirilmesinden başka bir şey değildi aslında. Artık herkesin onlardan daha ucuza üretebildiği sıradan paslanmaz çelik levhalar değil, çok ileri teknolojiye sahip, çok pahalı ve başkalarının yapamayacağı çelik türleri üretmeye başlamaktı bu.

        Yeni Hükumet’in göreve başladığı ilk günlerde, Cengiz kendini hala ‘Burjuva Hükumeti’ kavramına alıştırmaya çalışıyordu. Örneğin bu Türkiye’de asla görülemeyecek bir durum gibi geliyordu ona. Türkiye’de geçerli siyasi terminoloji buna izin veremezdi herhalde. Hele ki, sol eğilimli siyasetçilerin ‘burjuva’ sözcüğünü bir tür aşağılama, hatta hakaret varsayarak kullandıklarını düşününce. Ama İsveç’de böyle değildi işte. Adamlar burjuvaydılar ve bunun dile getirilmesine aldırmadıkları bir yana, kendileri  göğüslerini gere gere söylüyorlardı.

        Ama o çok eleştirdikleri Sosyal Demokrat sistemi  değiştirmek için pek kayda değer bir şey yapamayacakları çabuk çıkmıştı ortaya. En başta, devlet makinesinin dişlileri olan bürokratlara hiç dokunmamışlardı. Bunların tamamı Sosyal Demokrat’lar tarafından atanan, kendileri de parti içinde aktif siyasi rol oynamış kişilerdi. Ama yerlerindeydiler işte. Çünkü deneyimliydiler. Yaptıkları işi iyi biliyorlardı. Cengiz bir süre yeni Hükumet’in ‘partizanlık’ yakıştırmasına uğramamak için böyle davrandığını ve böyle değişikliklere şimdilik cesaret edemediğini sanmıştı ama, sonra yanıldığını anlamıştı. İşini iyi yapanları değiştirmek kimsenin aklına bile gelmiyordu. Her iktidar değişikliğinde, müsteşarından genel müdürüne, sekreterden odacıya tüm kadroların çil yavrusu gibi dağıtılmasına alışık biri için, akıl alır gibi değildi bu tutum yani.

        Burjuva Hükumet; o çok eleştirdiği, maliyetlerin artmasına neden olarak gösterdiği Sosyal Güvenlik Sistemi’yle ilgili kayda değer bir değişiklik de yapamamıştı bu arada. En küçük bir nabız yoklama bile, sistemle oynamaya kalkmanın taşınamayacak kadar ağır siyasi yükler getireceğini gösteriyordu. Batmaya doğru yönelmiş önemli şirketlerin devletleştirilmesini konusunda yapılanlar ise daha da ilginçti. Burjuva Hükumet, kısacık bir sürede Sosyal Demokratlar’dan daha çok sayıda şirketi devletleştirerek kurtarmıştı.

        Bu saptamaları yapmak, Cengiz’in ciddi bir ikileme düşmesine de neden olmuştu tabii. Eğer doğru olan buysa, ki sonuçta öyle olduğu açıkça belliydi, Türkiye’de görmeye alışık olduklarını nasıl tanımlayacaktı o zaman? Aslında yanıtını kendi içinde barındıran bir soruydu bu ama, o yanıt, ister istemez insanı karamsarlığa sürükleyecek türdendi.  

        Dikkat çekici olan, İsveçliler’in genelde aradıkları değişimi kısmen de olsa bulduklarını düşünmeleriydi. Bu da, Cengiz’in alışık olduğu değişim anlayışıyla onlarınkinin pek birbirini tutmamasından kaynaklanan bir durumdu sonuçta. Cengiz’in gözünde; İsveç’in sosyal manzarası,yani iktidar değişikliğini sağlayan sıradan İsveçliler’in günlük yaşamları hiç değişmemişti. Yeni Başbakan Thorbjörn Fälldin de çok uzakta olmayan evinden başbakanlığa her gün bisikletle gidiyordu örneğin. Öyle tek başına, korumaları filan olmadan hem de. Üstelik her hafta Cuma günü öğlenden sonra kendi kullandığı otomobiliyle ülkenin orta kesimlerindeki çiftliğine gidip, toprak çapalıyor, ağaç buduyor, odun kesiyordu adam. Başbakan Yardımcısı sağ eğilimli Moderata Partiet’in Genel Başkanı Gösta Bohman ise ‘bıçak taşımanın her İsveçli’nin en geleneksel alışkanlıklarından biri ve esasen de bıçağın son derece pratik bir alet olduğu” gerekçesiyle, getirilmek istenen yasaklama önerisine karşı çıkmak dışında, pek öne çıkmamıştı. Kendi de, İsveç’in o ünlü Mora bıçaklarından birini sürekli olarak belinde taşıyordu zaten.

Ama Cengiz’e en çarpıcı gelen, buna karşılık sıradan İsveçliler’in alabildiğine doğal karşıladığı olayın kahramanı, Burjuva Hükumet’in diğer Başbakan Yardımcısı, Liberal Folk Partiet’in Genel Başkanı Per Ahlmark olmuştu. Genelde beğenilen, ve özellikle de gençlerin hoşlandığı bir siyasetçiydi Ahlmark. İsveç’in ünlü film yıldızı Bibi Andersson’la aşk yaşamaya başladığında, doğal olarak bu biraz ilgi çekmişti. Hem Ahlmark, hem de ünlü yıldız bekârdılar ve beraber yaşamaya başlamalarında hiç bir yasal ya da ahlaki engel de yoktu zaten. Ama ikisi de ünlüydüler. Üstelik biri Başbakan Yardımcısı’ydı. Bu meraklı gözlerin üstlerine dikilmesine neden olmuştu tabii. Aslında biraz da hoşlanarak bakılıyordu onlara. Ama ikili nereye gitse, etrafları adeta çevriliyordu bu merakla bakan insanlar tarafından. Per Ahlmark bundan sıkıldığını belli ediyordu. Sonra bir gün beklenmedik bir basın açıklaması yaparak son noktayı koymuştu.

“Ben siyasetten sıkıldım. Konumum, beni özel hayatımda istediğim hiç bir şeyi yapamaz hale getirdi. Düşünün, sevgilimle elele tutuşup mantar toplamaya bile gidemiyorum rahat rahat. Bundan sonra Bibi’ye başbaşa, sakin ve dikkatlerden uzak bir hayat yaşamak istiyorum. Bunu yapabilmek için de, şu andan geçerli olmak üzere, bütün görevlerimden istifa ediyorum.”

Henüz 50 yaşında bile değildi o sırada.

Hızla tırmandığı kariyer merdivenin ancak ortalarına gelmişti ve daha tırmanabileceği çok basamak vardı. Yolu alabildiğine açıktı. Ama o, sıradan bir insan olmayı, dilediği gibi özgürce yaşamayı seçmişti. Kendi ülkesinin insanları da onu anlayışla karşılamışlar ve hatta sevenlerinin sayısı iyice artmıştı bu yaptığı nedeniyle. Adam, en önemli değerin insanca yaşamak olduğuna inanan; bu hedefe ulaşacak tek yolun da tam bir demokratik düzene dayalı açık bir toplumdan geçtiğinin bilincindeki İsveç halkının ne kadar haklı olduğunu kanıtlamıştı, bir kez daha.

Ama dünyanın başka yerlerindeki siyasi liderlerin Per Ahlmark’ı ‘ahmak’ ya da ‘liderlik niteliklerinden yoksun biri’ olarak etiketleyeceklerinin de farkındaydı Cengiz. Onların böyle bir şeyi asla yapamayacaklarını biliyordu. Hatta içlerinde kovulsalar bile gitmeyi kabul etmeyecekler vardı. Hem de bol bol.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder