11 Eylül 2011 Pazar

AHTAPOT’UN KOLLARI

Bir şişe Chianti söyledi Cengiz. Pizzalarını ısmarladılar ve kalkıp üçü birden ortadaki masaya gittiler. Çiğ ve sızma zeytinyağı ağılıklıydı her şey. Salatalar, otlar ve deniz ürünleri. Sonra da geri dönüp yine İsmail’i dinlemeye koyuldular. Bu gece canı ciddi konulara girmek istemiyordu Cengiz’in. İsmail de onları güldürüp duruyordu yine. Ama ortamın ciddileşmesine de o neden oldu yine.

“Yav Reşad kardeşim,” dedi birden, “Şu sizin örgüt Avrupa’da bu kadar adamı nerden buluyor?”

“Buradan tabii. Nerden olacak?”

“Yok ya, ben hep Bekaa’dan geliyorlar filan sanıyordum hâlbuki.”

         “İlk başlarda öyleydi. !2 Eylül’den sonra kaçmak zorunda kalanlar gelmişlerdi buralara. Ben de onlardanım mesela. Ama bir süre sonra benim gibilerin o kadar işe yaramayacağı anlaşıldı tabii. Dil bilmiyorduk, bu ülkelerin âdetini bilmiyorduk. Hatta bazılarımız oturup kalkmayı bile bilmiyordu doğru dürüst. Köyde doğup büyümüş, görse görse bir kasaba görmüş, sonra da dağa çıkmış adamdan ne olacak ki? Yarım yamalak Kürtçe biliyor, yarım yamalak da Türkçe. Aslında asimile edilmeye çalışılmışlar ama, bunu bu başarılamamış.”

“Eee sonra ne oldu peki?” diye lafa girdi Cengiz.

İstemiyordu ama yine kendini ciddi bir konunun ortalık yerinde buluvermişti işte. Üstelik ilginç bir konuydu da. Lafı tekrar değiştirmek istemeyeceği kadar merak kabartıcıydı doğrusu.

“Sonra liderlik uyandı. Bu adamlarla Avrupa ülkelerinde istedikleri düzeyde bir örgütlenme gerçekleştiremeyeceklerini anladılar. Olsa olsa kaba güç olurdu bunlardan. Gerçi o da gerekliydi ama, örgütün, hiç değilse her ülkedeki resmi makamlarla, ya da yerel aydınlarla ilişki kurabilecek düzeyde insanlara ihtiyacı vardı. Çözüm hemen bulundu. Devşirme yöntemi gibi bir şeydi bu. Küçükken Avrupa’ya gelmiş, ya da daha iyisi buralarda doğmuş Kürt gençlerine kanca atmaya başladık. Onlara hiç duymadıkları, hiç bilmedikleri, aslında ilgi de duymadıkları şeyler anlatıyorduk. Kürtlük bilinci veriyorduk. Türklerin anavatanımızı nasıl sömürdüğünü anlatıyorduk. Sonra kurslar düzenlemeye başladık. Teorik eğitim kursları deniyordu bunlara. Kafa yapısı olarak hazır olanları da, Bekaa’ya, askeri eğitime gönderiyorduk.”

“Neden?” diye atladı İsmail, “Zaten kaba güç mevcut diyordun.”

“İyi de askeri güç ne kadar büyük olursa, başarı o kadar kesinleşir, kolaylaşır. En azından fazla askeri güç göz çıkarmaz diyebiliriz, öyle değil mi? Zaten örgütün bu konuda çok başarılı olduğu ortada. Sayımız çok arttı.”

“Peki bütün bu gençler Reşad...” dedi Cengiz, “Onlar alıştıkları rahat tasasız ortamı bırakıp bu işlere girmeyi neden kabul ediyorlardı ki? Milliyetçi duygularının yoğunluğundan mı?”

“Milliyetçi duygular ilk başlarda hiç yoktu ağbi. Bunu biz aşılamaya çalışıyorduk. Ama çok büyük bir avantajımız vardı. Avrupa ülkelerinde büyümüşlerdi ve kendilerini ‘buradan biri’ olarak hissediyorlardı ama, bu ülkelerin hiç biri onları ‘kendinden biri’ olarak görmüyordu. Aksine ikinci, hatta kimi ülkede üçüncü sınıf insan olarak görülüyorlardı. Eğitim sorunları vardı, çünkü aileden gelen bir alt yapıdan yoksundular. Kendi dillerini bile doğru dürüst bilmedikleri için, yaşadıkları ülkenin dilini öğrenmekte de zorlanmışlardı zaten. İşsizdiler. Nerede bir iş krizi baş gösterse, bundan ilk etkilenenler onlardı. Ortam çok uygundu yani. Ortam; onları tam kucağa düşecek kıvama kendiliğinden getiriyordu.”

Bir süre susup birbirlerine baktılar. Cengiz ikinci şişe Chianti’yi söylemişti bu arada. Tadı çok güzeldi doğrusu.

“Biliyor musunuz?” dedi Reşad, “Sonunda en keskin militanlar, Kürt davasına en katı inançla bağlı olanlar onların arasından çıkmaya başladı. Hele Bekaa’da eğitim gördükten sonra geri dönenler, eskilerden daha da gaddar oluyordu. Bilenerek geliyorlardı çünkü. Ulusal hakkının yüzyıllarca yendiğine, kimliğinin, özgürlüğünün elinden zorla alındığına inanmış olarak dönüyorlardı geriye. Tek bir düşünceye şartlanmış oluyordular. Anavatanı sömürenlerin elinden kurtarıp, bağımsızlık elde etmek.”

“Peki döndüklerinde, aldıkları tüm o teorik ve askeri eğitimden sonra yani, yeni bir uyum sorunu yaşamıyorlar mı bu çocuklar?” diye sordu İsmail.

“Belki biraz... Ama yalnızca biraz. Sonuç olarak içinde büyüdükleri kendi ortamlarına dönüyorlar çünkü. Büyük bir çoğunluğu, en azından dış görüntüsü ile, sanki hiç oralara gitmemiş gibi oluyorlar. Ve biliyor musunuz, asıl tehlikeli olanlar, asıl ölümcül tehlikeli olanlar da onlar işte. Şimdi şu Frankfurt’ta sokakta dolaşsan ve onlardan birine rastlasan, hiç huylanmazsın.  Çünkü herhangi biri gibidir onlar. Giyimiyle, konuşmasıyla, davranışlarıyla herhangi biri gibidirler. Başka bir Kürt ya da Türk gencinden farklı etki yaratmazlar senin üstünde. Ama tüm öğrendiklerinden sonra aslında birer ölüm makinesi gibidirler. Acımasız, gözünü bile kırpmadan, kimi öldürdüğünü sorgulamaya bile gerek duymayacak kadar katı ve tehlikeli birer ölüm makinesi gibidir onlar.”

Tekrar sustular ve bu sefer iyice uzun sürdü sessizlikleri. Konuşmadan şarabı içip bitirdiler. Gerçi İsmail Karanfil yine komik birşeyler anlatıp havayı değiştirmeye çalıştı ama, bu sefer başarılı olamadı. 

Reşad’ın anlattıkları gerçekten de çarpıcıydı.

Çarpıcı ve iç karartıcı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder