Bir şişe Chianti söyledi Cengiz. Pizzalarını ısmarladılar
ve kalkıp üçü birden ortadaki masaya gittiler. Çiğ ve sızma zeytinyağı
ağılıklıydı her şey. Salatalar, otlar ve deniz ürünleri. Sonra da geri dönüp
yine İsmail’i dinlemeye koyuldular. Bu gece canı ciddi konulara girmek
istemiyordu Cengiz’in. İsmail de onları güldürüp duruyordu yine. Ama ortamın
ciddileşmesine de o neden oldu yine.
“Yav Reşad kardeşim,” dedi birden, “Şu sizin örgüt
Avrupa’da bu kadar adamı nerden buluyor?”
“Buradan tabii. Nerden olacak?”
“Yok ya, ben hep Bekaa’dan geliyorlar filan sanıyordum
hâlbuki.”
“İlk
başlarda öyleydi. !2 Eylül’den sonra kaçmak zorunda kalanlar gelmişlerdi
buralara. Ben de onlardanım mesela. Ama bir süre sonra benim gibilerin o kadar
işe yaramayacağı anlaşıldı tabii. Dil bilmiyorduk, bu ülkelerin âdetini
bilmiyorduk. Hatta bazılarımız oturup kalkmayı bile bilmiyordu doğru dürüst.
Köyde doğup büyümüş, görse görse bir kasaba görmüş, sonra da dağa çıkmış
adamdan ne olacak ki? Yarım yamalak Kürtçe biliyor, yarım yamalak da Türkçe.
Aslında asimile edilmeye çalışılmışlar ama, bunu bu başarılamamış.”
“Eee sonra ne oldu peki?” diye lafa girdi Cengiz.
İstemiyordu ama yine kendini ciddi bir konunun ortalık
yerinde buluvermişti işte. Üstelik ilginç bir konuydu da. Lafı tekrar
değiştirmek istemeyeceği kadar merak kabartıcıydı doğrusu.
“Sonra liderlik uyandı. Bu adamlarla Avrupa ülkelerinde
istedikleri düzeyde bir örgütlenme gerçekleştiremeyeceklerini anladılar. Olsa
olsa kaba güç olurdu bunlardan. Gerçi o da gerekliydi ama, örgütün, hiç değilse
her ülkedeki resmi makamlarla, ya da yerel aydınlarla ilişki kurabilecek
düzeyde insanlara ihtiyacı vardı. Çözüm hemen bulundu. Devşirme yöntemi gibi
bir şeydi bu. Küçükken Avrupa’ya gelmiş, ya da daha iyisi buralarda doğmuş Kürt
gençlerine kanca atmaya başladık. Onlara hiç duymadıkları, hiç bilmedikleri,
aslında ilgi de duymadıkları şeyler anlatıyorduk. Kürtlük bilinci veriyorduk.
Türklerin anavatanımızı nasıl sömürdüğünü anlatıyorduk. Sonra kurslar
düzenlemeye başladık. Teorik eğitim kursları deniyordu bunlara. Kafa yapısı
olarak hazır olanları da, Bekaa’ya, askeri eğitime gönderiyorduk.”
“Neden?” diye atladı İsmail, “Zaten kaba güç mevcut
diyordun.”
“İyi de askeri güç ne kadar büyük olursa, başarı o kadar
kesinleşir, kolaylaşır. En azından fazla askeri güç göz çıkarmaz diyebiliriz,
öyle değil mi? Zaten örgütün bu konuda çok başarılı olduğu ortada. Sayımız çok
arttı.”
“Peki bütün bu gençler Reşad...” dedi Cengiz, “Onlar
alıştıkları rahat tasasız ortamı bırakıp bu işlere girmeyi neden kabul
ediyorlardı ki? Milliyetçi duygularının yoğunluğundan mı?”
“Milliyetçi duygular ilk başlarda hiç yoktu ağbi. Bunu
biz aşılamaya çalışıyorduk. Ama çok büyük bir avantajımız vardı. Avrupa
ülkelerinde büyümüşlerdi ve kendilerini ‘buradan biri’ olarak hissediyorlardı
ama, bu ülkelerin hiç biri onları ‘kendinden biri’ olarak görmüyordu. Aksine
ikinci, hatta kimi ülkede üçüncü sınıf insan olarak görülüyorlardı. Eğitim
sorunları vardı, çünkü aileden gelen bir alt yapıdan yoksundular. Kendi dillerini
bile doğru dürüst bilmedikleri için, yaşadıkları ülkenin dilini öğrenmekte de
zorlanmışlardı zaten. İşsizdiler. Nerede bir iş krizi baş gösterse, bundan ilk
etkilenenler onlardı. Ortam çok uygundu yani. Ortam; onları tam kucağa düşecek
kıvama kendiliğinden getiriyordu.”
Bir süre susup birbirlerine baktılar. Cengiz ikinci şişe
Chianti’yi söylemişti bu arada. Tadı çok güzeldi doğrusu.
“Biliyor musunuz?” dedi Reşad, “Sonunda en keskin
militanlar, Kürt davasına en katı inançla bağlı olanlar onların arasından
çıkmaya başladı. Hele Bekaa’da eğitim gördükten sonra geri dönenler, eskilerden
daha da gaddar oluyordu. Bilenerek geliyorlardı çünkü. Ulusal hakkının
yüzyıllarca yendiğine, kimliğinin, özgürlüğünün elinden zorla alındığına
inanmış olarak dönüyorlardı geriye. Tek bir düşünceye şartlanmış oluyordular.
Anavatanı sömürenlerin elinden kurtarıp, bağımsızlık elde etmek.”
“Peki döndüklerinde, aldıkları tüm o teorik ve askeri
eğitimden sonra yani, yeni bir uyum sorunu yaşamıyorlar mı bu çocuklar?” diye
sordu İsmail.
“Belki biraz... Ama yalnızca biraz. Sonuç olarak içinde
büyüdükleri kendi ortamlarına dönüyorlar çünkü. Büyük bir çoğunluğu, en azından
dış görüntüsü ile, sanki hiç oralara gitmemiş gibi oluyorlar. Ve biliyor
musunuz, asıl tehlikeli olanlar, asıl ölümcül tehlikeli olanlar da onlar işte.
Şimdi şu Frankfurt’ta sokakta dolaşsan ve onlardan birine rastlasan, hiç
huylanmazsın. Çünkü herhangi biri
gibidir onlar. Giyimiyle, konuşmasıyla, davranışlarıyla herhangi biri gibidirler.
Başka bir Kürt ya da Türk gencinden farklı etki yaratmazlar senin üstünde. Ama
tüm öğrendiklerinden sonra aslında birer ölüm makinesi gibidirler. Acımasız,
gözünü bile kırpmadan, kimi öldürdüğünü sorgulamaya bile gerek duymayacak kadar
katı ve tehlikeli birer ölüm makinesi gibidir onlar.”
Tekrar sustular ve bu sefer iyice uzun sürdü
sessizlikleri. Konuşmadan şarabı içip bitirdiler. Gerçi İsmail Karanfil yine
komik birşeyler anlatıp havayı değiştirmeye çalıştı ama, bu sefer başarılı
olamadı.
Reşad’ın anlattıkları gerçekten de çarpıcıydı.
Çarpıcı ve iç karartıcı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder