21 Eylül 2011 Çarşamba

ÖLDÜRECEĞİN ADAMIN GÖZÜNE BAKMAYACAKSIN

“Reşad,” dedi, “Sana bir şey sormak istiyorum. Şu kız... Ne biçim bir şey o öyle?”

“O manyak Cengiz ağbi, gördün işte...”

“Manyak mı bilmem! Ama değişik olduğu kesin. Hep öyle çifte silahla mı gezer? Bir de çok açık saçık giyiniyor, her tarafı meydanda.”

“Bu konuların ikisi birbirine bağlı da ondan Cengiz ağbi. İnan bana, o bir ölüm makinesi. Bekaa’daki eğitimden sonra bir süre dağlarda kaldı. Köy baskınlarına filan katıldı bol bol. Kaç kişiyi öldürdüğünü kendi bile bilmiyordur. Ama biraz etkilenmiş bu işlerden. Kolay değil ne de olsa. Bazen çoluk çocuk da oluyor işin içinde. Sonra Avrupa’ya geri yolladılar. Aslında Belçika’nın Valon Bölgesi’nde doğup büyümüş. Yani Bekaa’ya gitmeden önce doğru dürüst kendi babasının köyünü bile bilmezdi. Gördün zaten, ne güzel Fransızca biliyor.”

“Eee, ikisi de birbirine bağlı diyordun.”

“Şimdi Cengiz ağbi, bu adam öldürme işinin incelikleri vardır. En kötüsü, vurduğunla gözgöze gelmektir. Hemen vurmadan, onun hayatını söndürmeden önce yani. Bu hatayı yaptın mıydı, yandın demektir. Sonra hep aklına gelir çünkü. Gece uyumaya yatarsın, gözlerini kapayınca o gözleri görürsün önünde. Zordur yani. Altında ezilirsin. Bundan kaçmanın yollarını ararsın. Bazıları daha da sertleşir, daha da acımasız olur. Gözlerine baka baka ne kadar çok adam öldürürse o kadar rahatlayacağına inanır hatta. Gece hatırladığı bir kaç çift değil onlarca çift göz olursa, bunun önemini kaybedeceğini zanneder. Bazıları da başka türlü yerler kafayı. Değişik şeylere takılıp, gözleri unutmak isterler. Bunların arasından en çok alkol ve uyuşturucu takıntısı görülür. Onunki de böyle bir şey işte.”

“Yani bu kız uyuşturucu mu kullanıyor Reşad?”

“Yok ağbi öyle değil. Bu kafayı sekse takmış. Önüne gelene verir. Fazla uğraşmamak için de gördüğün gibi gezer hep. Her yerini gösterir yani. Ki birilerini bulsun ve hemen verip unutsun gözleri. Şimdi inanmayacaksın ama, bunların üçü birlikte yaşıyorlar. Yani kızla o iki çocuk. Aynı evde ve aynı yatakta. Üçü birarada, hep birlikte.”

“Yok ya? Aslında onların ikisinin üstünde de bir tür hâkimiyet kurmuş olduğunu farkına vardım gerçi ama, ben bunu başka nedenlere bağlı sanmıştım.”

“Ne tür nedenler ağbi?”

“Ne bileyim Reşad. Daha sert olduğu için mesela.”

“O tarafını da küçümsememek lazım. Çünkü gerçekten de sert. Dedim ya ölüm makinesi. Sen söyledin çifte tabancayla dolaştığını. İnan ki hiç çekinmeden ikisini birden çeker ve vurur. Hatta biliyor musun ağbi, bunun yatakta da tabanca çekip yanındaki erkeğe olmadık işler yaptırdığı bile anlatılır.”

“Ya öbür ikisi Reşad? Onlar nasıl birileri?”

“Onlar da sıkıdırlar Cengiz ağbi. Ama kendilerini bu kıza biraz fazlaca kaptırmışlar. Aslına bakacak olursan, bu işe bulaşmasaydık da onların örgüt içinde pek fazla bir yeri kalmamış gibiydi zaten. Her bakımlardan ölçüyü kaçırmıştılar yani.”

Bir süre susup etrafı seyretmeyi sürdürdüler. Aslında kasaba bayağı kalabalıktı ama, nedense gürültü yoktu. Sanki insanlar doğanın şiirsel güzelliğini bozmamaya çalışıyor ve yüksek sesle bile konuşmuyordu. Sonra Reşad kalkıp odaya girdi ve elinde kızın verdiği zarfla geri döndü.

“Cengiz ağbi, şimdi şunlara bir bak. Adamların istediği gibi, raporun birinci ve sonuncu sayfalarının asılları var burada. Bir de sırf senin okuman için 2 sayfanın fotokopisini istemiştim onlardan. Otur hepsine bir bak şimdi. Ama hemen söyleyeyim, bu fotokopileri sen okuduktan sonra helâda yakıcam. Kusura bakma. İş bittikten, yani adamlara tüm raporu teslim edip paramı aldıktan sonra, herşeyin fotokopisini yeniden vericem sana. Kendimi güvene almak için yani.”

“Reşad saçmalama. Eğer iş bitmeden yazacak olsam, şimdi okuduklarımı da yazarım. İlla ki fotokopisi olması gerekmiyor ki.”

“Biliyorum Cengiz ağbi, istersen yapabilirsin. Ama ne olursa olsun, ben elimden gelen önlemi alayım da...”

Cengiz sesini çıkarmadı. Zarfı alıp açtı. İlk 2 sayfanın kâğıtları biraz eskimiş ve çok hafif sararmıştı. İlk kâğıdın üstünde büyük harflerle ‘PKK Avrupa Örgütü’ne Öneri Ve Eleştiriler’ diye yazıyordu. İkinci kâğıt ise ancak yarısına kadar yazıyla kaplıydı. Son cümlesi ‘Ulusal direniş savaşımızın ve onun liderliğini yürütmekte olan partimizin siz Avrupa’daki temsilcilerine güvenim tamdır.’ şeklindeydi. Altında ise yalnızca bir isim ve imza vardı. Abdullah Öcalan.

Sonra da öteki iki kâğıda baktı Cengiz. Bunlar yeni çekildiği belli olan fotokopilerdi. Sayfa numaraları da vardı, 37 ve 38. İlk sayfanın ikinci paragrafından sonra bir ara başlık göze batıyordu:

“İsveç ve onun Başbakanı Olof Palme ile ilgili olarak alınması gerekli önlemler ve yapılması zorunlu eylemler.”

Cengiz birden heyecanlandığını hissetti. Buradaydı işte. Elindeydi.

Okumaya başladı ve daha ilk anda, Apo’yu en çok kızdıran noktanın İsveç’e yapmış olduğu siyasi sığınma başvurusunun reddedilmesi olduğunu anladı. Hele karısı Kesire Öcalan’ın İsveç’de yaşamasına karşın kendisine izin verilmemesi çok ağırına gitmişti. Bunun ardında MİT’in komploları vardı elbette ki. Zaten Kesire de, çok kuvvetli bir ihtimalle MİT Ajanı’ydı. Bunu düşündürecek bilgiler elde edilmişti. Hatta Kesire’nin PKK’yı bölmek amacıyla yeni bir örgüt kuracağı duyumları bile alınmıştı. Sonra sıra gelişmelerin analizine geliyordu.

Türk yetkililer, MİT’in belirlediği bir stratejiyi uygulamaya koyarak İsveçli siyasetçilerin gözünü boyamıştı. Buna göre Türkiye’nin kapıları İsveç sermayesinin rahatlıkla yatırım yapıp Türk ve Kürt halklarını sömürebilmesi için açılacaktı. Tüm İsveç malları Türkiye pazarına sınırlama olmadan girebilecek, gümrük kolaylıkları tanınacaktı. Karşılığında ise İsveç’in PKK’yı lekeleyecek komplolara ortak olması, hatta tüm dünyada PKK karşıtı bir akım başlatacak şekilde, kendi başına hareket etmesi isteniyordu. Her ne kadar sosyal demokrat gibi görünse de, aslında büyük sermayenin uşağı olan Olof Palme bu planı duyunca gözleri parlamıştı. Ekonomisi giderek kötüleşen İsveç’in önüne çıkmış büyük bir şanstı bu, Palme’ye göre.

Tam fırsat kolluyorlardı ki ellerine MİT ve CIA’nın yardakçısı İsveç Gizli Polisi SÄPO’nun düzenlediği bir komplo paketi geçmişti. Tam o günlerde PKK savaşçıları bir haini yok etmişti İsveç’te. İşte bunu kullanacak ve Kürt halkının ulusal direniş savaşını terörizm olarak ilan edeceklerdi. İlk başta başarılı da olmuştu bu komplo. Ama sonra PKK’nın gerçek yüzünü bilen ve Kürt halkının onurlu ulusal direniş mücadelesine destek veren bilinçli İsveçliler’in isyan boyutundaki baskısı çıkmıştı Palme’nin karşısına. Böylece de komplonun en korkunç bölümü, yani önemli savaşçıların idam edilmek üzere Türkiye’ye gönderilmesi planı suya düşmüştü. Daha sonra da, PKK savaşçıları, bu olumsuz ortamda bile büyük bir iş başarmış ve partiye ihanet edip MİT’e çalışmaya başlayan sonra da böylelerine kucak açan İsveç’e sığınan hain Çetin Güngör’ü de yok etmiştiler. İşte tam bu sıralarda, Türk Başbakanı Turgut Özal Olof Palme’ye görüşüp, ondan daha somut katkı istemişti.

Buradaki bir bölüm özellikle ilgisini çekti Cengiz’in. Anladığı kadarıyla Abdullah Öcalan’ın Serxwebun’da yayınlanan 1986 yeni yıl mesajının giriş bölümü, aynen bu rapordan alınmıştı.

“Turgut Özal Olof Palme’yle buluşup kendisinden partimize karşı yürütülen komploların sürdürülmesini rica etti. Bu koşullar altında İsveç, ulusal direniş savaşımıza ve onun liderliğini yürüten PKK’ya karşı en ağır komploların düzenlendiği tehlikeli bir merkez durumuna gelmiştir.”

Apo, bundan sonra da potansiyel tehlikelerin en önemlisi olarak, İsveç’in tutumunun başka Avrupa ülkelerine de sıçraması riskini gösteriyordu. Bu asla kabul edilemezdi. Parti’nin yaşayabilmesi için Batı Avrupa ülkelerinden destek alınması zorunluydu. O zaman da yapılacak tek şey kalıyordu geriye. İsveç’e ders verilmeliydi. Bu öyle bir ders olmalıydı ki, bir daha hiç bir ülke böyle bir işe kalkışamamalıydı. Olof Palme ise hem komploya alet olduğu için hem de ortalıkta gürültü edip kafaları bulandırmasının toptan engellenmesi amacıyla yok edilmeliydi.

“Şimdiye kadar üzerlerine düşen her görevi kahramanca yerine getiren yiğit savaşçılarımızın, bu görevi de yerine getireceğine güvenim tamdır.”

Böylece de bitiriyordu Apo, bu bölümü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder