Haber tam bir bomba etkisi yaratmıştı.
Sürmanşetten girmişti Metin Bey ve başlık da çarpıcıydı doğrusu.
“İsveç PKK’lı Hasan’ı Arıyor!”
Hasan Hayri Güler’in fotoğrafıyla robot
resim yanyana basılmıştı. Tüm öbür PKK’lıların da fotoğrafları alta. Haber
baştan sona İsveç Polisi’nin resmi belgelerine dayanıyordu ve bunlar arasında
Başsavcı Claes Zeime’nin gözaltında olanların serbest bırakılmalarına ilişkin
kararı da vardı. Yani İsveç’de ortalığı karıştıran, sonunda Stockholm Emniyet
Müdürü Hans Holmer’in istifa etmesine yol açan “Kürt Bağlantısı” ile ilgili her
şey vardı haberin içinde.
Dünya basını da habere büyük ilgi
göstermişti. Hemen her gazetenin birinci sayfasında, gazetenin kupürü ile
birlikte haberler, yorumlar yayınlanıyordu. En azından Almanya’daki tüm
televizyon haber programları büyük yer vermişti habere. Ama asıl kıyamet, doğal
olarak İsveç’de kopuyordu. Yasalar gereği fotoğrafları ve adı geçenlerin
kimliklerini yayınlayamamıştı İsveç basını ama bunun dışında birebir
aktarmışlardı Cengiz’in haberini.
Haber Merkezi’ndeki masasında oturup
İsveçli basın mensuplarından gelen telefonlara haberin hikâyesini anlatarak,
ona sorulan çoğu abuk sabuk soruları cevaplayarak geçirmişti bütün gününü.
Arayanların bir kısmını şahsen tanıyordu ve onlarda bir sorun yoktu.
Diğerlerinin arasında ise doğal olarak PKK yanlısı bir tutum içinde oldukları
daha ilk soruda belli olanlar da vardı. Ama kendini buna önceden hazırlamış
olduğu için, fazla kızmadan cevaplar veriyordu.
Ertesi günü de, İsveç Gizli Polisi
SÄPO’daki arkadaşı Lennart Theander aramıştı onu.
“Cengiz, eminim sen Kurdistan Rapport’un
son sayısını görmemişsindir,” diyordu, “Zaten nereden göreceksin ki, daha bu
sabah çıktı. Mahmut Bakşi acayip bir yazı döşenmiş seninle ilgili. Öyle
anlatmakla filan olmaz. Sana postayla yolluyorum.”
“Bırak şimdi postayı da anlat biraz bari,
ne yazıyor.”
“Yok olmaz. O zaman tadı kaçar. Okumalısın
ki tam olsun. Aslında sen okurken ben de yanında olup yüzünü seyretmeyi çok
isterdim ya.”
İkna edememişti onu Cengiz. Çaresiz
bekleyecekti postayı. Ama biraz sonra da Carlos Rojas aramıştı. Cengiz iyi
tanırdı onu. Şili’den Diktatör Pinochet döneminde kaçıp İsveç’e sığınmış
ultra-komünist kimlikli bir gazeteciydi. Bir süre sonra İsveç Merkez
Radyo’sunun İspanyolca yayın yapan bölümüne girip çalışmaya başlamıştı ve
sonunda da radyonun ana haber programı Dagens Echo’ya geçip, siyasi görüşlerine
uygun programlar yapmaya başlamıştı.
“Merhaba Cengiz,” demişti Carlos, “Şu anda
bir stüdyodan arıyorum seni ve bu konuşmayı kaydediyoruz. Yani bu bir röportaj
olacak. Akşama da ana haber bültenine girecek.”
“Merhaba Carlos sor bakalım.”
“Baban ne iş yapardı Cengiz?”
“Kim? Babam mı? Ne ilgisi var şimdi bunun?”
“Evet baban Cengiz, ne iş yapardı baban?”
“İstihbaratçıydı Carlos. Ama merak ettim
doğrusu, soy ağacı programında mı kullanacaksın bu bilgiyi?”
“O zaman senin Türk istihbarat örgütü için
çalıştığın açıkça ortaya çıkıyor Cengiz. Bunu kabul ediyor musun?”
“Carlos,” demişti Cengiz, “Senin baban ne
iş yapardı? Şimdi ben de onu merak ettim.”
“Benim babam marangoz. Hala da çalışıyor
ayrıca.”
“O zaman sen de İsveç Merkez Radyosu’nun
ağaç doğrama işlerini yapıyor olmalısın. Ama görüyorum ki, arasıra şaşırıp
mikrofonun arkasına geçiyorsun.”
Bir an şaşırıp susmuştu Carlos. O zaman
Cengiz sesini biraz yükselterek eklemişti hemen.
“Hey oradaki ses teknisyeni arkadaş. Lütfen
bu konuşmaların tamamının yayın sırasında kullanılmasını sağla. Bu adamın
kayıtları kesip biçmesine, işine gelmeyen yerleri çıkarıp atmasına izin verme.”
“Burada soruları ben soruyorum,” diye lafa
girmişti Carlos tekrar, “Sen yalnızca benim sorduklarıma yanıt vereceksin.”
“Ay ne kadar korktuuum. Sorularına cevap
vermenin dışında bir şeyler söylersem beni hapse mahkûm etmezsin değil mi
Carlos?. Lütfen ama...”
“Bence senin istihbarat ajanı olduğuna dair
yeteri kadar kanıt var Cengiz. Ama soracaklarım bu kadar değil. İsveç’e ilk
geldiğinde sınırda yüklü miktarda uyuşturucu maddeyle yakalandığın doğru mu?”
Cengiz eğlenmeye başlamıştı artık.
Saçmalığın da bir sınırı olmalıydı yani.
“Carlos bir karar ver. Şimdi ben istihbarat
ajanı mıyım, yoksa uyuşturucu kaçakçısı mı? Aynı anda ikisi birden garip kaçıyor
da.”
“İsveç Devlet Göçmen Dairesi’nin verdiği
bilgiye göre uyuşturucuyla yakalanmışsın Cengiz. Ama sonra ne olduğu belli
değil.”
“Eh İsveçliler ‘Türkler bir istihbarat
ajanı yolladılar, adam gelirken uyuşturucu da getirmiş gerçi ama, şimdi ayıp
olur iyisi mi onu serbest bırakılım’ demişlerdir herhalde değil mi Carlos?
Ayrıca bulanık suda balık tutmaya çalışmaktan da vazgeç. Çünkü Devlet Göçmen
Dairesi’nin herhangi biriyle ilgili olarak böyle bir bilgi vermesine olanak
yok. Bunun yasak olduğunu sen de biliyorsun. Adamı işinden atarlar. İyisi mi
aklı başında sorular sor sen. Çünkü yayınlanabilecek bir bant kaydı olmayacak
elinde.”
“Yani sen şimdi İsveç’e uyuşturucu madde
sokmaya çalışırken yakalandığını inkâr mı ediyorsun?”
“Carlos, inkâr etmek için önce ortada bir
şeyler olması gerekli. Sen bana tutmuş bir araba deli saçması sıralıyorsun ve
bir de bunların soru olduğunu iddia ediyorsun. İşin kötüsü, korkarım ki soru
sorduğuna inanıyorsundur da.”
“Evet ama...”
“Evet’i filan yok bunun Carlos. Teknisyen
arkadaş, sana söylediklerimi unutma, zaten ben de şimdi yetkili birilerini
arayıp ona da söyleyeceğim aynısını.”
Sonra da telefonu çarparak kapatmıştı
adeta. Tüm meslek yaşamı boyunca ilk kez bu kadar abuk bir durumla
karşılaşmıştı. Hani saldırı olurdu tabii ama, bu neydi yani?
İşin aslı; Lennart Theander’in yolladığı
Kurdistan Rapport gazetesi iki gün sonra postadan çıktığında anlaşılmıştı.
Gerçekten de döktürmüştü Mahmut Bakşi. Yazının başlığı, ‘SÄPO, Stockholm Polisi
ve MİT’in Hain Komplosu’ diye atılmıştı. Ondan sonra da, insanın aklını
durduracak bir masal döşenmişti Mahmut.
“Herşeyin temelinde MİT’in korkunç planları
vardı. Stockholm Polisi ve SÄPO ile irtibatı, babası da MİT’çi olan sarı basın
kartlı MİT ajanı Cengiz sağlamıştı. Stockholm Emniyet Müdürü Hans Holmer, onun
yayıncı arkadaşı Ebbe Carlsson ve bu ikisinin koruma polislerini alıp
Türkiye’ye götürmüştü Cengiz. SÄPO’dan da iki kişi vardı bu ilginç heyette.
Büyük bir gizlilik içinde piste kadar girip uçağın yanına yanaşan limuzinler,
konukları alıp İstanbul dışındaki saray gibi bir malikâneye götürmüştü.
Gazetenin sahibi Gürol Arhavi’nin İstanbul’daki onlarca köşkünden biriydi
burası.”
“Gürol Arhavi ve İsveçliler oturup
komplonun ayrıntılarını konuşmuşlardı burada. Tek amaç, Palme’nin öldürülmesini
PKK’nın üstüne yıkmak ve böylece asıl katilleri, yani SÄPO-CIA-MİT üçlüsünü
temize çıkarmaktı. Gürol Arhavi bu işin başarılması durumunda Türk Hükumeti’nin
İsveçli işadamlarına büyük kolaylıklar sağlayacağını da garanti ediyordu. Ekip
bu arada oturup her şeyi tüm ayrıntılarıyla planlamıştı. Ama İsveçli savcılar
gerçeği görüp oyunu bozmuştu. Bunun üzerine paniğe kapılan komplocular bir kez
daha biraraya gelip, şimdi ortalığı karıştıran düzmece haberin yayınlanmasını
kararlaştırmışlardı. Haber ilk olarak Gürol Arhavi’nin gazetesinde
yayınlanacak, dünyaya oradan yayılacaktı.”
İyi uçmuştu Mahmut Bakşi. Yalandan kimsenin
ölmediği gerçeğine arkasına dayamış, acayip senaryolar yazmıştı. Ama burada da
bitmemişti herifin hayal gücü. Karalamaya çalıştığı insanlara zarar vermeyi
kafasına öyle bir koymuştu ki, olayın bir de magazinsel yönünü eklemişti
yazısına.
“Aslında Gürol Arhavi, Hans Holmer ve Ebbe
Carlsson’un ortak bir yanları daha vardı,” diyordu yazısında, “Üçü de
homoseksüeldiler. Gürol Arhavi özellikle Holmer’in yakışıklı korumalarından çok
hoşlanmıştı. Bu nedenle korkunç planlarını kurduktan sonra da, bir kaç gün
malikâneden çıkmadılar. İçki ve uyuşturucu âlemleri, seks partileri aralıksız
sürüyordu. Uyuşturucu temini görevi de yine sarı basın kartlı MİT ajanına
düşmüştü. Zaten bu işleri iyi bilen biriydi o. İsveç’e ilk geldiğinde de,
sınırda yüklü miktarda uyuşturucuyla yakalanmış ama sonra anlaşılmaz bir
biçimde kurtulmuştu.”
Cengiz okumayı bitirdikten sonra arkasına
yaslanıp derin derin nefes almıştı. Bir delinin saçmalarına kızmaması
gerektiğini düşünmek istiyordu. Bir taraftan da Carlos’un ona sormaya
kalkıştığı abuk sabuk soruların nereden kaynaklandığını öğrenmişti artık.
“Ulan yine de şükredelim,” demişti sonra
da, “Herif hiç değilse benim için ibne dememiş!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder