21 Eylül 2011 Çarşamba

İSVEÇ PKK’LI HASAN’I ARIYOR





Haber tam bir bomba etkisi yaratmıştı. Sürmanşetten girmişti Metin Bey ve başlık da çarpıcıydı doğrusu.

“İsveç PKK’lı Hasan’ı Arıyor!”

Hasan Hayri Güler’in fotoğrafıyla robot resim yanyana basılmıştı. Tüm öbür PKK’lıların da fotoğrafları alta. Haber baştan sona İsveç Polisi’nin resmi belgelerine dayanıyordu ve bunlar arasında Başsavcı Claes Zeime’nin gözaltında olanların serbest bırakılmalarına ilişkin kararı da vardı. Yani İsveç’de ortalığı karıştıran, sonunda Stockholm Emniyet Müdürü Hans Holmer’in istifa etmesine yol açan “Kürt Bağlantısı” ile ilgili her şey vardı haberin içinde.

Dünya basını da habere büyük ilgi göstermişti. Hemen her gazetenin birinci sayfasında, gazetenin kupürü ile birlikte haberler, yorumlar yayınlanıyordu. En azından Almanya’daki tüm televizyon haber programları büyük yer vermişti habere. Ama asıl kıyamet, doğal olarak İsveç’de kopuyordu. Yasalar gereği fotoğrafları ve adı geçenlerin kimliklerini yayınlayamamıştı İsveç basını ama bunun dışında birebir aktarmışlardı Cengiz’in haberini.

Haber Merkezi’ndeki masasında oturup İsveçli basın mensuplarından gelen telefonlara haberin hikâyesini anlatarak, ona sorulan çoğu abuk sabuk soruları cevaplayarak geçirmişti bütün gününü. Arayanların bir kısmını şahsen tanıyordu ve onlarda bir sorun yoktu. Diğerlerinin arasında ise doğal olarak PKK yanlısı bir tutum içinde oldukları daha ilk soruda belli olanlar da vardı. Ama kendini buna önceden hazırlamış olduğu için, fazla kızmadan cevaplar veriyordu.

Ertesi günü de, İsveç Gizli Polisi SÄPO’daki arkadaşı Lennart Theander aramıştı onu.

“Cengiz, eminim sen Kurdistan Rapport’un son sayısını görmemişsindir,” diyordu, “Zaten nereden göreceksin ki, daha bu sabah çıktı. Mahmut Bakşi acayip bir yazı döşenmiş seninle ilgili. Öyle anlatmakla filan olmaz. Sana postayla yolluyorum.”

“Bırak şimdi postayı da anlat biraz bari, ne yazıyor.”

“Yok olmaz. O zaman tadı kaçar. Okumalısın ki tam olsun. Aslında sen okurken ben de yanında olup yüzünü seyretmeyi çok isterdim ya.”

İkna edememişti onu Cengiz. Çaresiz bekleyecekti postayı. Ama biraz sonra da Carlos Rojas aramıştı. Cengiz iyi tanırdı onu. Şili’den Diktatör Pinochet döneminde kaçıp İsveç’e sığınmış ultra-komünist kimlikli bir gazeteciydi. Bir süre sonra İsveç Merkez Radyo’sunun İspanyolca yayın yapan bölümüne girip çalışmaya başlamıştı ve sonunda da radyonun ana haber programı Dagens Echo’ya geçip, siyasi görüşlerine uygun programlar yapmaya başlamıştı.

“Merhaba Cengiz,” demişti Carlos, “Şu anda bir stüdyodan arıyorum seni ve bu konuşmayı kaydediyoruz. Yani bu bir röportaj olacak. Akşama da ana haber bültenine girecek.”

“Merhaba Carlos sor bakalım.”

“Baban ne iş yapardı Cengiz?”

“Kim? Babam mı? Ne ilgisi var şimdi bunun?”

“Evet baban Cengiz, ne iş yapardı baban?”

“İstihbaratçıydı Carlos. Ama merak ettim doğrusu, soy ağacı programında mı kullanacaksın bu bilgiyi?”

“O zaman senin Türk istihbarat örgütü için çalıştığın açıkça ortaya çıkıyor Cengiz. Bunu kabul ediyor musun?”

“Carlos,” demişti Cengiz, “Senin baban ne iş yapardı? Şimdi ben de onu merak ettim.”

“Benim babam marangoz. Hala da çalışıyor ayrıca.”

“O zaman sen de İsveç Merkez Radyosu’nun ağaç doğrama işlerini yapıyor olmalısın. Ama görüyorum ki, arasıra şaşırıp mikrofonun arkasına geçiyorsun.”

Bir an şaşırıp susmuştu Carlos. O zaman Cengiz sesini biraz yükselterek eklemişti hemen.

“Hey oradaki ses teknisyeni arkadaş. Lütfen bu konuşmaların tamamının yayın sırasında kullanılmasını sağla. Bu adamın kayıtları kesip biçmesine, işine gelmeyen yerleri çıkarıp atmasına izin verme.”

“Burada soruları ben soruyorum,” diye lafa girmişti Carlos tekrar, “Sen yalnızca benim sorduklarıma yanıt vereceksin.”

“Ay ne kadar korktuuum. Sorularına cevap vermenin dışında bir şeyler söylersem beni hapse mahkûm etmezsin değil mi Carlos?. Lütfen ama...”

“Bence senin istihbarat ajanı olduğuna dair yeteri kadar kanıt var Cengiz. Ama soracaklarım bu kadar değil. İsveç’e ilk geldiğinde sınırda yüklü miktarda uyuşturucu maddeyle yakalandığın doğru mu?”

Cengiz eğlenmeye başlamıştı artık. Saçmalığın da bir sınırı olmalıydı yani.

“Carlos bir karar ver. Şimdi ben istihbarat ajanı mıyım, yoksa uyuşturucu kaçakçısı mı? Aynı anda ikisi birden garip kaçıyor da.”

“İsveç Devlet Göçmen Dairesi’nin verdiği bilgiye göre uyuşturucuyla yakalanmışsın Cengiz. Ama sonra ne olduğu belli değil.”

“Eh İsveçliler ‘Türkler bir istihbarat ajanı yolladılar, adam gelirken uyuşturucu da getirmiş gerçi ama, şimdi ayıp olur iyisi mi onu serbest bırakılım’ demişlerdir herhalde değil mi Carlos? Ayrıca bulanık suda balık tutmaya çalışmaktan da vazgeç. Çünkü Devlet Göçmen Dairesi’nin herhangi biriyle ilgili olarak böyle bir bilgi vermesine olanak yok. Bunun yasak olduğunu sen de biliyorsun. Adamı işinden atarlar. İyisi mi aklı başında sorular sor sen. Çünkü yayınlanabilecek bir bant kaydı olmayacak elinde.”

“Yani sen şimdi İsveç’e uyuşturucu madde sokmaya çalışırken yakalandığını inkâr mı ediyorsun?”

“Carlos, inkâr etmek için önce ortada bir şeyler olması gerekli. Sen bana tutmuş bir araba deli saçması sıralıyorsun ve bir de bunların soru olduğunu iddia ediyorsun. İşin kötüsü, korkarım ki soru sorduğuna inanıyorsundur da.”

“Evet ama...”

“Evet’i filan yok bunun Carlos. Teknisyen arkadaş, sana söylediklerimi unutma, zaten ben de şimdi yetkili birilerini arayıp ona da söyleyeceğim aynısını.”

Sonra da telefonu çarparak kapatmıştı adeta. Tüm meslek yaşamı boyunca ilk kez bu kadar abuk bir durumla karşılaşmıştı. Hani saldırı olurdu tabii ama, bu neydi yani?

İşin aslı; Lennart Theander’in yolladığı Kurdistan Rapport gazetesi iki gün sonra postadan çıktığında anlaşılmıştı. Gerçekten de döktürmüştü Mahmut Bakşi. Yazının başlığı, ‘SÄPO, Stockholm Polisi ve MİT’in Hain Komplosu’ diye atılmıştı. Ondan sonra da, insanın aklını durduracak bir masal döşenmişti Mahmut.

“Herşeyin temelinde MİT’in korkunç planları vardı. Stockholm Polisi ve SÄPO ile irtibatı, babası da MİT’çi olan sarı basın kartlı MİT ajanı Cengiz sağlamıştı. Stockholm Emniyet Müdürü Hans Holmer, onun yayıncı arkadaşı Ebbe Carlsson ve bu ikisinin koruma polislerini alıp Türkiye’ye götürmüştü Cengiz. SÄPO’dan da iki kişi vardı bu ilginç heyette. Büyük bir gizlilik içinde piste kadar girip uçağın yanına yanaşan limuzinler, konukları alıp İstanbul dışındaki saray gibi bir malikâneye götürmüştü. Gazetenin sahibi Gürol Arhavi’nin İstanbul’daki onlarca köşkünden biriydi burası.”

“Gürol Arhavi ve İsveçliler oturup komplonun ayrıntılarını konuşmuşlardı burada. Tek amaç, Palme’nin öldürülmesini PKK’nın üstüne yıkmak ve böylece asıl katilleri, yani SÄPO-CIA-MİT üçlüsünü temize çıkarmaktı. Gürol Arhavi bu işin başarılması durumunda Türk Hükumeti’nin İsveçli işadamlarına büyük kolaylıklar sağlayacağını da garanti ediyordu. Ekip bu arada oturup her şeyi tüm ayrıntılarıyla planlamıştı. Ama İsveçli savcılar gerçeği görüp oyunu bozmuştu. Bunun üzerine paniğe kapılan komplocular bir kez daha biraraya gelip, şimdi ortalığı karıştıran düzmece haberin yayınlanmasını kararlaştırmışlardı. Haber ilk olarak Gürol Arhavi’nin gazetesinde yayınlanacak, dünyaya oradan yayılacaktı.”

İyi uçmuştu Mahmut Bakşi. Yalandan kimsenin ölmediği gerçeğine arkasına dayamış, acayip senaryolar yazmıştı. Ama burada da bitmemişti herifin hayal gücü. Karalamaya çalıştığı insanlara zarar vermeyi kafasına öyle bir koymuştu ki, olayın bir de magazinsel yönünü eklemişti yazısına.

“Aslında Gürol Arhavi, Hans Holmer ve Ebbe Carlsson’un ortak bir yanları daha vardı,” diyordu yazısında, “Üçü de homoseksüeldiler. Gürol Arhavi özellikle Holmer’in yakışıklı korumalarından çok hoşlanmıştı. Bu nedenle korkunç planlarını kurduktan sonra da, bir kaç gün malikâneden çıkmadılar. İçki ve uyuşturucu âlemleri, seks partileri aralıksız sürüyordu. Uyuşturucu temini görevi de yine sarı basın kartlı MİT ajanına düşmüştü. Zaten bu işleri iyi bilen biriydi o. İsveç’e ilk geldiğinde de, sınırda yüklü miktarda uyuşturucuyla yakalanmış ama sonra anlaşılmaz bir biçimde kurtulmuştu.”

Cengiz okumayı bitirdikten sonra arkasına yaslanıp derin derin nefes almıştı. Bir delinin saçmalarına kızmaması gerektiğini düşünmek istiyordu. Bir taraftan da Carlos’un ona sormaya kalkıştığı abuk sabuk soruların nereden kaynaklandığını öğrenmişti artık.

“Ulan yine de şükredelim,” demişti sonra da, “Herif hiç değilse benim için ibne dememiş!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder