İsveç Film Enstitüsü Svenska Film
Institutet’in alt katındaki restoranın yemeklerini her zaman kaliteli bulmuştu
Cengiz. Müşteriler de kaliteliydi üstelik. Daha çok sinema dünyasından
insanların ve başka sanatçıların gidip geldiği bir yerdi. Buraya defalarca
gelmiş ama hiç bir zaman bir Türk ya da Kürt’le karşılaşmamıştı. Zaten
Stockholm Polisi’nin o çok önemli yöneticisiyle öğlen yemeği yemek için orayı
seçmesi de bu yüzdendi.
Gerçi içerdekiler arasından karşısında
oturmakta olan adamı tanıyan ve ilgiyle bakan birkaç kişi çıkmıştı ama, hiç
kimsenin Cengiz’i tanımayacağı kesindi.
Önemli olan da buydu zaten.
Aslında birbirlerini tanırlardı ama, pek
samimiyetleri yoktu. Zaten bu yemeği de, daha yakın tanıdığı bir polis
arkadaşının aracılık etmesiyle ayarlamıştı Cengiz.
“Elinizdeki en önemli ipucunun sizi PKK’ya
götürdüğünü anlıyorum,” demişti adama, “Anlamadığım, konuyu neden bu kadar
uzattığınız? Çünkü uzadıkça karşı sesler çoğalıyor. Bunlar çoğaldıkça da sizin
işiniz güçleşiyor.”
“Aslında doğru söylüyorsun...”
Tüm İsveçliler gibi karşısındaki kim olursa
olsun ‘sen’ diye hitap etmeye programlanmıştı adam. Cengiz de ona böyle hitap
ediyordu zaten. Ama aklından da ‘şimdi bunu bilmeyen biri bizi görse kırk
yıllık arkadaş sanır’ diye geçiriyordu.
“Ama bu bir paradoks,” diye devam etmişti
polis yöneticisi, “Önce tüm kanıtları hatasızca toplamamız gerekli, sonra da
bunları kullanarak savcıyı inandırmalıyız. Ama bu kolay değil. Savcılardan
beklenen özellik de kolay ikna olmamalarıdır zaten. Ayrıca hem siyasi
çevrelerden hem de kamuoyundan gelebilecek baskılara açıktırlar. Bunu çok iyi
biliyorum, çünkü ben de epeyce bir süre savcılık yaptım.”
“O zaman elinizdeki kanıtların inandırıcı
olmadığı sunucunu mu çıkartmak gerekli yani?”
“Öyle denemez. Ama biraz soyutluktan söz
edebiliriz. Biraz dolaylılıktan da belki.”
“Tam anlayamadım.”
“Şöyle özetleyeyim istersen.
Elimizdekilerin bir kısmı kesin kanıtlar ama, doğrudan suikastla bağlantılı
değil. Buna karşılık, bize suikastın ardında PKK’nın bulunması olasılığının çok
büyük olduğunu gösteriyor. Bir de daha soyut kanıtlar var. Bunlar da bize
anlatılanlardan, aldığımız ifadelerden, verilen isimlerden oluşuyor. Yani, eğer
biri çıkıp da itiraz ederse, doğrulukları ayrıca kanıtlanması gerekecek türden
kanıtlar bunlar. Üzerinde daha çok çalışmak zorunda olduğumuz şeyler yani.”
“Anlıyorum. Bunları sormamam gerektiğini de
anlıyorum tabii. Ama şu kesin kanıtlardan söz edebiliriz biraz belki.”
“Evet, bunu yapabiliriz. O zaman istersen
Çetin Güngör’ün Medborgarhuset’te öldürülmesi olayından başlayalım. Şimdi eğer
ayrıntılarını biliyorsan, katil, yani Nuri Candemir ifadesinde bu işi tek
başına yaptığını, kimsenin ona yardımcı olmadığını, İsveç’e olaydan bir gün
önce geldiğini ve cinayet silahını da Almanya’da Frankfurt’tan satın alıp
yanında getirdiği söylemişti. Bunların hepsinin yalan olduğu kesinlikle
biliyoruz. Aslında 1985 yazında gelmişti bu adam İsveç’e. Bunun kesin kanıtları
var. Çünkü izleme altında tutulan PKK liderlerinden Hüseyin Yıldırım ve Mustafa
Öztürk adında başka biriyle birarada görünmüştü, detektiflerce. Hem de birçok
kez. Üçü birlikte çeşitli kafelere, dükkânlara ve bazı evlere girip
çıkmışlardı. Ama en önemlisi, Hüseyin Yıldırım’la Candemir’in Temmuz ayı
sonlarında Fridhemstorg Meydanı’ndaki Tempo mağazasının önünde yanyana
dururlarken, detektiflerce çekilen fotoğraf. Aslında bir görmek lazım. Kimin
patron kimin uşak, ya da kimin hayvan terbiyecisi kimin yalnızca saldırmaya
hazır bir vahşi hayvan olduğunu çok iyi anlatıyor çünkü.”
“İyi de bu neyin kesin kanıtı peki?”
“Şimdi sen eğer bir katille tanışmış olsan,
onunla birlikte sağda solda defalarca görülsen ve bu bir gün sana sorulsa ne
yapardın? En mantıklısı; o adamı hasbelkader tanımış olduğunu, böyle bir şey
yapacağını aklına bile getirmediğini söylemen olurdu herhalde. Ama tutup da
herşeyi inkâr etmeye kalkışmazdın. Çünkü bu çok aptalca olurdu. Polisin senin
‘birşeyler sakladığın’ izlenimi edinmesi kaçınılmaz hale gelirdi. Hele katille
birlikte çekilmiş bir fotoğrafın önüne konduğunda bile inkâr etmeye
kalkışırsan, polis daha önemli bir şeyleri örtbas etmek istediğinden emin
olurdu artık. İşte Hüseyin Yıldırım aynen bunları yaptı. Mahmut Öztürk de öyle.
Ama daha bitmedi. Katil de reddediyordu bu tanışmayı. Yüzleştirme yapabilmek
için onu hücresinden almaya giden polislere çılgıncasına direnmiş, kendini
yerlere atmıştı. Bu nedenle de onu taşıyarak arabaya bindirmişti polisler. Ama
en akıl almazını tam yüzleştirme anında yapmış ve gözlerini kapayıp Yıldırım ve
Öztürk’e bakmayı reddetmişti. Yani biz, yalnızca bir tanışıklığı kanıtlamaya
çalıyorduk ve belki de bundan hiç bir sonuç çıkmayacaktı ama, üçünün birden her
şeyi inkâr yolunu seçmeleri, aslında daha önemli bir bilgiydi bizim için. Hadi
birarada görülmelerini inkâr edebilirlerdi diyelim, gerçi o da zor olurdu ama,
peki ya fotoğraf. Herşeyi açık açık gösteren o fotoğraf ne olacaktı?”
“Sormadan duramam,” demişti Cengiz,
“Hüseyin Yıldırım’ı tanıyorum tabii ama Mustafa Öztürk konusunda emin değilim.
Kim bu? O da mı PKK yöneticisi?”
“Mustafa Öztürk, sağda solda kendini ‘Kürt
davasına yakınlık duyan idealist bir tercüman’ olarak tanıtmayı seven biri. Ama
bizde epeyce kaydı var. Mesela bir cinayete karışmıştı adı eskiden. Ama bundan
daha da önemlisi satırla tehdit ederek bir kadına tecavüz etmiş olması. Kendi
buna pek hatırlamak istemez ama, o olayı hiç unutmayacak biri var. Kim biliyor
musun, tecavüze uğrayan kadının nişanlısı. Ömür boyu tekerlekli sandalyeye
mahkûm bir engelli o. Mustafa kadına tecavüz ederken onu da olup bitenleri
baştan sona seyretmeye zorlamış. Üstelik nişanlısına yaptığı her şeyi adama
yüksek sesle anlatmış bir de.”
Kendini kusacak gibi hissetmişti Cengiz.
Katmerli bir sapığın portresini çiziyordu polis yöneticisi. İğrenç hayallerle
dolu bir dünyada bile aykırı gelebilecek işler yapmış birinden söz ediyordu.
“İstersen biraz da şu senin soyut dediğin
kanıtlardan söz edelim.” Dedi sonra da, “Doğrusu onları da çok merak ediyorum.”
“Soyut kanıtlar, söylediğim gibi bize
anlatılanlar, aldığımız ifadeler gibi şeyler. Bunlara bakacak olursan, Palme’yi
kesinlikle PKK öldürdü. Anlatanların, bunların söyleyenlerin arasında Türkler
de var gerçi ama, biz onları biraz taraf görüp pek ciddiye almıyoruz, kızma.
Buna karşılık Kürtler’in anlattıkları çok ilginç geliyor tabii. Gerçi onların
arasında da birbirine ters düşen guruplar olduğunu, yani içlerinden bazılarının
‘taraf’ sayılabileceğini biliyoruz ama, burada daha yumuşak bir terslik söz
konusu.”
“Kızmamaya çalışıyorum merak etme,” dedi
Cengiz, “Ama yine de, en azından benim, sırf ters düştüğüm için Olof Palme’nin
öldürülmesinin suçunu birilerine yüklemeye kalkışmayacağıma emin olabilirsin
demeliyim her halde. Hem zaten ne ifade eder ki böyle bir şey? Nasıl olsa
aklanırlar. Bütün bu anlattıklarından sonra, en azından ‘Hüseyin Yıldırım’la şu
sapık tecavüzcünün içerde olmaları gerekirdi’ diye düşünmek işitiyorum ama,
biliyorum ki Hüseyin Yıldırım serbest. Öbürü de öyledir her halde?”
“Doğru. Her ikisi de suçsuz bulundular
mahkemede.”
Biraz sustular. Yemekleri de bitmişti
zaten. Cengiz hesabı istedi. Artık kalkıyorlardı.
“Ben de sana bir şey soracaktım,” dedi
polis yönetici o zaman, “Hiç Hasan Hayri Güler adını duymuş muydun?”
Duymamıştı Cengiz.
Ama bir süre sonra duyacağını, üstelik de
günlerce kafasının içinde bu isimle yatıp, bu isimle kalkacağını henüz
bilmiyordu tabii.
Metro’yla eve dönerken yine düşüncelere
boğulmuştu. İsveç’de bulunmadığı süre içinde, burada yaşayan Türk
entelijensiyasında önemli değişiklikler meydana gelmiş olduğunu farkediyordu.
1970’li yılların başında, 12 Mart 1971 sonrasında Türkiye’den kaçanların yoğun
olduğu bir doku vardı. 70’lerin ikinci yarısında ise Türkiye’den, giderek artan
şiddet olayları nedeniyle kopanlar gelmeye başlamıştı. Yazarlar, sanatçılar
gibi. Ama bu ikinci gurup, 12 Eylül darbesinden sonra yavaş yavaş geri dönme
sürecine girmişti. Askeri yönetim, en azından can güvenliği sorununu çözmüş
görünüyordu.
Buna karşılık yeni guruplar, hem de akın
akın geliyordu İsveç’e. O kadar çoktular ki, resmi makamlar onları
yerleştirecek sığınmacı evleri bulmakta zorlanıyordu. Bunların arasında
Partizan Yolu ve o zamanki adıyla Apocular olarak bilinen örgütün sempatizanları
ağırlıktaydı. Doğaldır ki, aslında hiç bir siyasi eylemi, hatta düşüncesi bile
olmayanlar da karışmıştı aralarına. Bunlar ‘bugün fırsat günüdür’ diye düşünüp,
yalnızca İsveç’in yüksek ekonomik ve sosyal olanaklarından yararlanmayı ve bir
de sarışın güzel kızları düşleyenlerden oluşuyordu. Sayıları de epeyce fazlaydı
ve Cengiz onlara ‘ekonomik sığınmacılar’ adını takmıştı.
Türkiye’ye dönme hazırlığı yaptığı 1982
yazındaki manzara ilginçti yani. Yeni gelenler arasında, ‘aydın’ tanımlamasını
hakkedeceklerin sayısı azdı. Buna karşılık kendine ‘aydın süsü’ vermeye çalışan
daha büyük bir kitle olduğu farkediliyordu. En acıklısı ise en büyük kalabalığı
bu ‘ekonomik sığınmacılar’ takımının oluşturmasıydı. Üstelik bunlar;
kendilerini bir de ‘aslında gerçekten siyasi sığınmacı olduklarını kanıtlamak
zorunda’ hissediyorlardı. Neticede; ancak, hiç bilmedikleri bir yerde piste
çıkıp, önceden hiç dinlemedikleri bir müzikle dansetmeye çalışan ve bu
yetmiyormuş gibi, zaten o güne kadar hiç dansetmemiş de olanların yaratabileceği,
bir kaosa neden oluyorlardı. Ama hiç değilse eskiden beri İsveç’de yaşayan bir
aydınlar gurubu hala vardı.
Ama bunların sayısı daha da azalmıştı
şimdi. Aralarından epeycesi Türkiye’ye dönmüştü. Bir kısmı da buna pek cesaret
edememiş ama yine de İsveç’i terkedip, ortamın daha kabul edilebilir olduğu
başka Avrupa ülkelerine gitmişti. Bunların en büyük tercihi ise Batı Berlin’di.
Uzun lafın kısası; 1980’lerin ilk
yıllarında, inanılmaz uygun, beklenmedik derecede kolaylıklar sunan bir yeşerme
alanı bulmuştu PKK. Aslında hala ‘Apocular’ olarak tanımlandıkları o ilk
günlerinde, yıllardan beri İsveç’de yaşamakta olan bazı aktif Kürt
milliyetçileri onlardan özenle uzak durmaya çalışmıştı. En azından çekiniyor,
hatta korkuyorlardı. Şimdiye kadar güvenli bir ülkede yaşayıp onun sunduğu
sınırsız özgürlüklerden yararlanarak ahkâm kesmişlerdi. Anavatanda şiddet vardı
gerçi ama, çok uzaktı oraları. Ne var ki,; şiddetin temsilcileri,
uygulayıcıları, artık İsveç’e gelmişti. Hemen burada, yanıbaşlarındaydılar.
Bu nedenle de direniş fazla uzun sürmemişti
zaten. İki guruba ayrılarak erimişlerdi. Bir gurup iyice geri çekilmiş, sesini
soluğunu çıkarmadan, adeta birer ‘görünmez adam’ haline bürünerek yaşamayı
yeğlemişti. İkinci gurup ise kendini bir anda PKK destekçileri arasında
buluvermişti. Örgütten korkuyorlardı, hem de çok korkuyorlardı ama, silinip
gitmeyi kabullenemeyecek kadar da egoisttiler. Bunun için ne gerekiyorsa ona
yapmaya hazırdılar. PKK destekçisi olmak da dâhildi buna.
Cengiz’in tam da İsveç’de bulunmadığı
yıllara denk geliyordu gerçi ama, konuştuklarından asıl büyük değişimin,
PKK’nın Türkiye’deki büyük terör dalgasını başlattığı 1984’te meydana geldiğini
öğrenmişti. Eskiler arasından son direnenlerin de sesi kesilmişti o zaman.
Abdullah Öcalan’ın karısı Kesire
İsveç’teydi. Onun yanından hiç ayrılmayan avukat Hüseyin Yıldırım da öyle.
Şimdi ise örgütlenmek, burada bir merkez oluşturmak için gereken alt tabaka
kitle de gelmişti İsveç’e. Tek gereken, onlara alt düzeyde liderlik yapacak, bu
konularda deneyimli, kısmen de olsa Avrupa’yı tanıyan birilerinin bulunmasıydı.
Kısa süre içinde başka Avrupa ülkelerinden bu vasıflara uygun kişiler seçilmiş
ve İsveç’e kaydırılmıştı.
Ama hesaplamadıkları durumlar da çıkıyordu
ortaya. Onlar inanılmaz bir biçimde, İsveç’in kapılarını ‘yalnızca PKK’nın
uygun gördüğü kişilere’ açmasını istiyorlardı. Ama bunu gerçeğe dönüştürmek
olanaksızdı. Alabildiğine demokratik bir yaklaşım içindeydi İsveç’in sığınmacı
politikası. İltica taleplerini onaylarken ayırım yapmıyorlardı. PKK bunu
eleştirmeye başlamıştı. Sonra da Kesire ve Abdullah Öcalan çiftinin arası
bozulmuştu birden. Kesire hala İsveç’teydi doğal olarak, ama rahatı kaçmıştı.
Kendini ciddi şekilde tehdit altında hissediyordu. Çünkü PKK kaynakları Kesire
Öcalan’ı MİT Ajanı olmakla suçlamaya başlamışlardı. Sonunda da Danimarka’ya
geçmek zorunda kalmıştı kadın.
1985 yılında da, bizzat Abdullah Öcalan,
İsveç’in Şam Büyükelçiliği’ne başvurup “sığınma hakkı” istemişti. Türk
Ordusu’nun Kuzey Irak’a girerek yaptığı sert operasyonlar ve bunun sonucunda
örgütün verdiği kayıplar gözünü korkutmuştu anlaşılan. Uzaklara, güvenli bir
yere gidip, kirli savaşını oralardan yönetmenin daha uygun olduğuna karar
vermişti. Ama sonuç hüsrandı. İsveç Hükumeti, bu başvuruyu reddetmişti.
Bu bir dönüm noktasıydı İsveç için.
Her isteyen gelebiliyordu, hatta Öcalan’ın
açıkça Türk Ajanı olmakla suçladığı karısı da hala yasal oturma iznine sahipti,
ama ‘esas adam’ dışarıda kalmıştı. İsveç’in kapıları yüzüne kapatılmıştı.
“Eğer mümkün olabilseydi de, bu haberi
aldığı anda onun yanında olup, yüzünün ne şekle girdiğini görebilseydim keşke.”
diye düşünmüştü Cengiz.
Hırsından çıldırmış olmalıydı Apo. Hiç
beklemediği bir yerden, hiç beklemediği bir anda darbe almış birinin şaşkınlık
ve kızgınlığı içinde bağırıp çağırmış olmalıydı. Ne de olsa, asıl büyük
darbenin daha sonra geleceğini bilmiyordu o sırada. Çünkü asıl büyük darbe,
Enver Ata’nın Uppsala’da öldürülmesinden sonra gelecekti. Asıl büyük darbe,
İsveç’in PKK’yı bir ‘terörist örgüt’ olarak listelemesiydi. Hem de Olof
Palme’nin İsveçi’ydi bu.
O Olof Palme ki, dünya siyaset sahnesinde
eşsiz bir yer tutmuştu yıllardan beri. O Olof Palme ki, pek çok başka lidere
örnek olmuştu. Ve şimdi PKK’yı bir ‘terörist örgüt’ tanımlıyordu onun yönetimindeki
İsveç Hükumeti.
Bundan daha kötü ne olabilirdi ki?
Öteki Avrupa ülkelerinin bundan etkilenmesi
kaçınılmaz olacaktı.
İşler kötü gidiyordu, PKK açısından. Hiç
hesapta olmayan şeyler çıkmıştı karşılarına. Ve bu durumun mutlaka
değiştirilmesi gerekiyordu.
Mutlaka.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder