12 Eylül 2011 Pazartesi

SOMUTLAR VE SOYUTLAR

İsveç Film Enstitüsü Svenska Film Institutet’in alt katındaki restoranın yemeklerini her zaman kaliteli bulmuştu Cengiz. Müşteriler de kaliteliydi üstelik. Daha çok sinema dünyasından insanların ve başka sanatçıların gidip geldiği bir yerdi. Buraya defalarca gelmiş ama hiç bir zaman bir Türk ya da Kürt’le karşılaşmamıştı. Zaten Stockholm Polisi’nin o çok önemli yöneticisiyle öğlen yemeği yemek için orayı seçmesi de bu yüzdendi. 

Gerçi içerdekiler arasından karşısında oturmakta olan adamı tanıyan ve ilgiyle bakan birkaç kişi çıkmıştı ama, hiç kimsenin Cengiz’i  tanımayacağı kesindi. Önemli olan da buydu zaten.

Aslında birbirlerini tanırlardı ama, pek samimiyetleri yoktu. Zaten bu yemeği de, daha yakın tanıdığı bir polis arkadaşının aracılık etmesiyle ayarlamıştı Cengiz.

“Elinizdeki en önemli ipucunun sizi PKK’ya götürdüğünü anlıyorum,” demişti adama, “Anlamadığım, konuyu neden bu kadar uzattığınız? Çünkü uzadıkça karşı sesler çoğalıyor. Bunlar çoğaldıkça da sizin işiniz güçleşiyor.”

“Aslında doğru söylüyorsun...”

Tüm İsveçliler gibi karşısındaki kim olursa olsun ‘sen’ diye hitap etmeye programlanmıştı adam. Cengiz de ona böyle hitap ediyordu zaten. Ama aklından da ‘şimdi bunu bilmeyen biri bizi görse kırk yıllık arkadaş sanır’ diye geçiriyordu.

“Ama bu bir paradoks,” diye devam etmişti polis yöneticisi, “Önce tüm kanıtları hatasızca toplamamız gerekli, sonra da bunları kullanarak savcıyı inandırmalıyız. Ama bu kolay değil. Savcılardan beklenen özellik de kolay ikna olmamalarıdır zaten. Ayrıca hem siyasi çevrelerden hem de kamuoyundan gelebilecek baskılara açıktırlar. Bunu çok iyi biliyorum, çünkü ben de epeyce bir süre savcılık yaptım.”

“O zaman elinizdeki kanıtların inandırıcı olmadığı sunucunu mu çıkartmak gerekli yani?”

“Öyle denemez. Ama biraz soyutluktan söz edebiliriz. Biraz dolaylılıktan da belki.”

“Tam anlayamadım.”

“Şöyle özetleyeyim istersen. Elimizdekilerin bir kısmı kesin kanıtlar ama, doğrudan suikastla bağlantılı değil. Buna karşılık, bize suikastın ardında PKK’nın bulunması olasılığının çok büyük olduğunu gösteriyor. Bir de daha soyut kanıtlar var. Bunlar da bize anlatılanlardan, aldığımız ifadelerden, verilen isimlerden oluşuyor. Yani, eğer biri çıkıp da itiraz ederse, doğrulukları ayrıca kanıtlanması gerekecek türden kanıtlar bunlar. Üzerinde daha çok çalışmak zorunda olduğumuz şeyler yani.”

“Anlıyorum. Bunları sormamam gerektiğini de anlıyorum tabii. Ama şu kesin kanıtlardan söz edebiliriz biraz belki.”

“Evet, bunu yapabiliriz. O zaman istersen Çetin Güngör’ün Medborgarhuset’te öldürülmesi olayından başlayalım. Şimdi eğer ayrıntılarını biliyorsan, katil, yani Nuri Candemir ifadesinde bu işi tek başına yaptığını, kimsenin ona yardımcı olmadığını, İsveç’e olaydan bir gün önce geldiğini ve cinayet silahını da Almanya’da Frankfurt’tan satın alıp yanında getirdiği söylemişti. Bunların hepsinin yalan olduğu kesinlikle biliyoruz. Aslında 1985 yazında gelmişti bu adam İsveç’e. Bunun kesin kanıtları var. Çünkü izleme altında tutulan PKK liderlerinden Hüseyin Yıldırım ve Mustafa Öztürk adında başka biriyle birarada görünmüştü, detektiflerce. Hem de birçok kez. Üçü birlikte çeşitli kafelere, dükkânlara ve bazı evlere girip çıkmışlardı. Ama en önemlisi, Hüseyin Yıldırım’la Candemir’in Temmuz ayı sonlarında Fridhemstorg Meydanı’ndaki Tempo mağazasının önünde yanyana dururlarken, detektiflerce çekilen fotoğraf. Aslında bir görmek lazım. Kimin patron kimin uşak, ya da kimin hayvan terbiyecisi kimin yalnızca saldırmaya hazır bir vahşi hayvan olduğunu çok iyi anlatıyor çünkü.”

“İyi de bu neyin kesin kanıtı peki?”

“Şimdi sen eğer bir katille tanışmış olsan, onunla birlikte sağda solda defalarca görülsen ve bu bir gün sana sorulsa ne yapardın? En mantıklısı; o adamı hasbelkader tanımış olduğunu, böyle bir şey yapacağını aklına bile getirmediğini söylemen olurdu herhalde. Ama tutup da herşeyi inkâr etmeye kalkışmazdın. Çünkü bu çok aptalca olurdu. Polisin senin ‘birşeyler sakladığın’ izlenimi edinmesi kaçınılmaz hale gelirdi. Hele katille birlikte çekilmiş bir fotoğrafın önüne konduğunda bile inkâr etmeye kalkışırsan, polis daha önemli bir şeyleri örtbas etmek istediğinden emin olurdu artık. İşte Hüseyin Yıldırım aynen bunları yaptı. Mahmut Öztürk de öyle. Ama daha bitmedi. Katil de reddediyordu bu tanışmayı. Yüzleştirme yapabilmek için onu hücresinden almaya giden polislere çılgıncasına direnmiş, kendini yerlere atmıştı. Bu nedenle de onu taşıyarak arabaya bindirmişti polisler. Ama en akıl almazını tam yüzleştirme anında yapmış ve gözlerini kapayıp Yıldırım ve Öztürk’e bakmayı reddetmişti. Yani biz, yalnızca bir tanışıklığı kanıtlamaya çalıyorduk ve belki de bundan hiç bir sonuç çıkmayacaktı ama, üçünün birden her şeyi inkâr yolunu seçmeleri, aslında daha önemli bir bilgiydi bizim için. Hadi birarada görülmelerini inkâr edebilirlerdi diyelim, gerçi o da zor olurdu ama, peki ya fotoğraf. Herşeyi açık açık gösteren o fotoğraf ne olacaktı?”

“Sormadan duramam,” demişti Cengiz, “Hüseyin Yıldırım’ı tanıyorum tabii ama Mustafa Öztürk konusunda emin değilim. Kim bu? O da mı PKK yöneticisi?”

“Mustafa Öztürk, sağda solda kendini ‘Kürt davasına yakınlık duyan idealist bir tercüman’ olarak tanıtmayı seven biri. Ama bizde epeyce kaydı var. Mesela bir cinayete karışmıştı adı eskiden. Ama bundan daha da önemlisi satırla tehdit ederek bir kadına tecavüz etmiş olması. Kendi buna pek hatırlamak istemez ama, o olayı hiç unutmayacak biri var. Kim biliyor musun, tecavüze uğrayan kadının nişanlısı. Ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkûm bir engelli o. Mustafa kadına tecavüz ederken onu da olup bitenleri baştan sona seyretmeye zorlamış. Üstelik nişanlısına yaptığı her şeyi adama yüksek sesle anlatmış bir de.”

Kendini kusacak gibi hissetmişti Cengiz. Katmerli bir sapığın portresini çiziyordu polis yöneticisi. İğrenç hayallerle dolu bir dünyada bile aykırı gelebilecek işler yapmış birinden söz ediyordu.

“İstersen biraz da şu senin soyut dediğin kanıtlardan söz edelim.” Dedi sonra da, “Doğrusu onları da çok merak ediyorum.”

“Soyut kanıtlar, söylediğim gibi bize anlatılanlar, aldığımız ifadeler gibi şeyler. Bunlara bakacak olursan, Palme’yi kesinlikle PKK öldürdü. Anlatanların, bunların söyleyenlerin arasında Türkler de var gerçi ama, biz onları biraz taraf görüp pek ciddiye almıyoruz, kızma. Buna karşılık Kürtler’in anlattıkları çok ilginç geliyor tabii. Gerçi onların arasında da birbirine ters düşen guruplar olduğunu, yani içlerinden bazılarının ‘taraf’ sayılabileceğini biliyoruz ama, burada daha yumuşak bir terslik söz konusu.”

“Kızmamaya çalışıyorum merak etme,” dedi Cengiz, “Ama yine de, en azından benim, sırf ters düştüğüm için Olof Palme’nin öldürülmesinin suçunu birilerine yüklemeye kalkışmayacağıma emin olabilirsin demeliyim her halde. Hem zaten ne ifade eder ki böyle bir şey? Nasıl olsa aklanırlar. Bütün bu anlattıklarından sonra, en azından ‘Hüseyin Yıldırım’la şu sapık tecavüzcünün içerde olmaları gerekirdi’ diye düşünmek işitiyorum ama, biliyorum ki Hüseyin Yıldırım serbest. Öbürü de öyledir her halde?”

“Doğru. Her ikisi de suçsuz bulundular mahkemede.”

Biraz sustular. Yemekleri de bitmişti zaten. Cengiz hesabı istedi. Artık kalkıyorlardı.

“Ben de sana bir şey soracaktım,” dedi polis yönetici o zaman, “Hiç Hasan Hayri Güler adını duymuş muydun?”

Duymamıştı Cengiz.

Ama bir süre sonra duyacağını, üstelik de günlerce kafasının içinde bu isimle yatıp, bu isimle kalkacağını henüz bilmiyordu tabii.

Metro’yla eve dönerken yine düşüncelere boğulmuştu. İsveç’de bulunmadığı süre içinde, burada yaşayan Türk entelijensiyasında önemli değişiklikler meydana gelmiş olduğunu farkediyordu. 1970’li yılların başında, 12 Mart 1971 sonrasında Türkiye’den kaçanların yoğun olduğu bir doku vardı. 70’lerin ikinci yarısında ise Türkiye’den, giderek artan şiddet olayları nedeniyle kopanlar gelmeye başlamıştı. Yazarlar, sanatçılar gibi. Ama bu ikinci gurup, 12 Eylül darbesinden sonra yavaş yavaş geri dönme sürecine girmişti. Askeri yönetim, en azından can güvenliği sorununu çözmüş görünüyordu.

Buna karşılık yeni guruplar, hem de akın akın geliyordu İsveç’e. O kadar çoktular ki, resmi makamlar onları yerleştirecek sığınmacı evleri bulmakta zorlanıyordu. Bunların arasında Partizan Yolu ve o zamanki adıyla Apocular olarak bilinen örgütün sempatizanları ağırlıktaydı. Doğaldır ki, aslında hiç bir siyasi eylemi, hatta düşüncesi bile olmayanlar da karışmıştı aralarına. Bunlar ‘bugün fırsat günüdür’ diye düşünüp, yalnızca İsveç’in yüksek ekonomik ve sosyal olanaklarından yararlanmayı ve bir de sarışın güzel kızları düşleyenlerden oluşuyordu. Sayıları de epeyce fazlaydı ve Cengiz onlara ‘ekonomik sığınmacılar’ adını takmıştı. 

Türkiye’ye dönme hazırlığı yaptığı 1982 yazındaki manzara ilginçti yani. Yeni gelenler arasında, ‘aydın’ tanımlamasını hakkedeceklerin sayısı azdı. Buna karşılık kendine ‘aydın süsü’ vermeye çalışan daha büyük bir kitle olduğu farkediliyordu. En acıklısı ise en büyük kalabalığı bu ‘ekonomik sığınmacılar’ takımının oluşturmasıydı. Üstelik bunlar; kendilerini bir de ‘aslında gerçekten siyasi sığınmacı olduklarını kanıtlamak zorunda’ hissediyorlardı. Neticede; ancak, hiç bilmedikleri bir yerde piste çıkıp, önceden hiç dinlemedikleri bir müzikle dansetmeye çalışan ve bu yetmiyormuş gibi, zaten o güne kadar hiç dansetmemiş de olanların yaratabileceği, bir kaosa neden oluyorlardı. Ama hiç değilse eskiden beri İsveç’de yaşayan bir aydınlar gurubu hala vardı.

Ama bunların sayısı daha da azalmıştı şimdi. Aralarından epeycesi Türkiye’ye dönmüştü. Bir kısmı da buna pek cesaret edememiş ama yine de İsveç’i terkedip, ortamın daha kabul edilebilir olduğu başka Avrupa ülkelerine gitmişti. Bunların en büyük tercihi ise Batı Berlin’di.

Uzun lafın kısası; 1980’lerin ilk yıllarında, inanılmaz uygun, beklenmedik derecede kolaylıklar sunan bir yeşerme alanı bulmuştu PKK. Aslında hala ‘Apocular’ olarak tanımlandıkları o ilk günlerinde, yıllardan beri İsveç’de yaşamakta olan bazı aktif Kürt milliyetçileri onlardan özenle uzak durmaya çalışmıştı. En azından çekiniyor, hatta korkuyorlardı. Şimdiye kadar güvenli bir ülkede yaşayıp onun sunduğu sınırsız özgürlüklerden yararlanarak ahkâm kesmişlerdi. Anavatanda şiddet vardı gerçi ama, çok uzaktı oraları. Ne var ki,; şiddetin temsilcileri, uygulayıcıları, artık İsveç’e gelmişti. Hemen burada, yanıbaşlarındaydılar.

Bu nedenle de direniş fazla uzun sürmemişti zaten. İki guruba ayrılarak erimişlerdi. Bir gurup iyice geri çekilmiş, sesini soluğunu çıkarmadan, adeta birer ‘görünmez adam’ haline bürünerek yaşamayı yeğlemişti. İkinci gurup ise kendini bir anda PKK destekçileri arasında buluvermişti. Örgütten korkuyorlardı, hem de çok korkuyorlardı ama, silinip gitmeyi kabullenemeyecek kadar da egoisttiler. Bunun için ne gerekiyorsa ona yapmaya hazırdılar. PKK destekçisi olmak da dâhildi buna. 

Cengiz’in tam da İsveç’de bulunmadığı yıllara denk geliyordu gerçi ama, konuştuklarından asıl büyük değişimin, PKK’nın Türkiye’deki büyük terör dalgasını başlattığı 1984’te meydana geldiğini öğrenmişti. Eskiler arasından son direnenlerin de sesi kesilmişti o zaman.

Abdullah Öcalan’ın karısı Kesire İsveç’teydi. Onun yanından hiç ayrılmayan avukat Hüseyin Yıldırım da öyle. Şimdi ise örgütlenmek, burada bir merkez oluşturmak için gereken alt tabaka kitle de gelmişti İsveç’e. Tek gereken, onlara alt düzeyde liderlik yapacak, bu konularda deneyimli, kısmen de olsa Avrupa’yı tanıyan birilerinin bulunmasıydı. Kısa süre içinde başka Avrupa ülkelerinden bu vasıflara uygun kişiler seçilmiş ve İsveç’e kaydırılmıştı.

Ama hesaplamadıkları durumlar da çıkıyordu ortaya. Onlar inanılmaz bir biçimde, İsveç’in kapılarını ‘yalnızca PKK’nın uygun gördüğü kişilere’ açmasını istiyorlardı. Ama bunu gerçeğe dönüştürmek olanaksızdı. Alabildiğine demokratik bir yaklaşım içindeydi İsveç’in sığınmacı politikası. İltica taleplerini onaylarken ayırım yapmıyorlardı. PKK bunu eleştirmeye başlamıştı. Sonra da Kesire ve Abdullah Öcalan çiftinin arası bozulmuştu birden. Kesire hala İsveç’teydi doğal olarak, ama rahatı kaçmıştı. Kendini ciddi şekilde tehdit altında hissediyordu. Çünkü PKK kaynakları Kesire Öcalan’ı MİT Ajanı olmakla suçlamaya başlamışlardı. Sonunda da Danimarka’ya geçmek zorunda kalmıştı kadın.

1985 yılında da, bizzat Abdullah Öcalan, İsveç’in Şam Büyükelçiliği’ne başvurup “sığınma hakkı” istemişti. Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’a girerek yaptığı sert operasyonlar ve bunun sonucunda örgütün verdiği kayıplar gözünü korkutmuştu anlaşılan. Uzaklara, güvenli bir yere gidip, kirli savaşını oralardan yönetmenin daha uygun olduğuna karar vermişti. Ama sonuç hüsrandı. İsveç Hükumeti, bu başvuruyu reddetmişti.

Bu bir dönüm noktasıydı İsveç için.

Her isteyen gelebiliyordu, hatta Öcalan’ın açıkça Türk Ajanı olmakla suçladığı karısı da hala yasal oturma iznine sahipti, ama ‘esas adam’ dışarıda kalmıştı. İsveç’in kapıları yüzüne kapatılmıştı.

“Eğer mümkün olabilseydi de, bu haberi aldığı anda onun yanında olup, yüzünün ne şekle girdiğini görebilseydim keşke.” diye düşünmüştü Cengiz.

Hırsından çıldırmış olmalıydı Apo. Hiç beklemediği bir yerden, hiç beklemediği bir anda darbe almış birinin şaşkınlık ve kızgınlığı içinde bağırıp çağırmış olmalıydı. Ne de olsa, asıl büyük darbenin daha sonra geleceğini bilmiyordu o sırada. Çünkü asıl büyük darbe, Enver Ata’nın Uppsala’da öldürülmesinden sonra gelecekti. Asıl büyük darbe, İsveç’in PKK’yı bir ‘terörist örgüt’ olarak listelemesiydi. Hem de Olof Palme’nin İsveçi’ydi bu.

O Olof Palme ki, dünya siyaset sahnesinde eşsiz bir yer tutmuştu yıllardan beri. O Olof Palme ki, pek çok başka lidere örnek olmuştu. Ve şimdi PKK’yı bir ‘terörist örgüt’ tanımlıyordu onun yönetimindeki İsveç Hükumeti.

Bundan daha kötü ne olabilirdi ki? 

Öteki Avrupa ülkelerinin bundan etkilenmesi kaçınılmaz olacaktı.

İşler kötü gidiyordu, PKK açısından. Hiç hesapta olmayan şeyler çıkmıştı karşılarına. Ve bu durumun mutlaka değiştirilmesi gerekiyordu.

Mutlaka.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder