Başka yapacak işi olmadığı için yine Alman
Haber Ajansı DPA’nın bültenini açmış, gelen her yeni habere şöyle bir göz
atmaya başlamıştı. Çoğu abuk sabuk, sırf geçmek için geçilmiş haberlerdi tabii.
Önümüzdeki hafta boyunca Münih’te lodos beklendiği haberi, bunlar arasında en
ciddilerinden biriydi ama. Lodos Münihliler’in başbelasıydı zira. Bunun nedeni
de yaptığı fiziki tahribat değil, insanların üzerindeki etkisiydi. Cengiz orada
bulunduğu zamanlarda insanların lodos nedeniyle nasıl adeta yerlere yapıştıklarını,
hatta bazılarının evden bile çıkamayıp yatak yorgan yattığını görmüştü.
Tesadüf olmalı, bunun hemen arkasındaki
haber de Münih mahreçliydi ve “Otobanda dehşet” başlığını taşıyordu. Doğu
yönüne giden otobanda, gece karanlığında meydana gelen bir olaydan söz
ediyordu. Çok sayıda arabanın karıştığı zincirleme bir kaza olmuştu Tegernsee
kasabası yakınlarında. Bu sık olmasa da görülebilecek bir şeydi tabii. Ama
burada kazayı ilginç kılan bir faktör vardı. Her şey, hızla giden bir arabanın
otobanda yatan bir insanın üstünden geçmesiyle başlamıştı. İşte bu hiç
olmayacak, hatta olamayacak bir durumdu. Otobana çıkmazdı insanlar Almanya’da.
Kimse de hız sınırlaması olmayan bir yolda tam gaz giderken önüne bir insan
çıkabileceğini düşünmezdi elbette ki. Cengiz haberin tamamını okuyunca, 21
arabanın birbirine girmiş olduğunu ve bunlardan en az 15 tanesinin yolda yatan
o insanın üstünden geçtiğini öğrenerek ürperdi. Parçalanmış olmalıydı
adamcağız. Ne işi vardı ki orada? İntihar mı etmek istemişti acaba? Doğrusu pek
hoş bir ölüm şekli seçmemişti ama kendine.
Buna da pek takılmadı Cengiz. Bir süre daha
öyle boş boş baktı peşpeşe bilgisayarına düşen DPA haberlerine. Sonra ayağa
kalkıp şöyle bir dolandı Haber Merkezi’nde. Şaşılacak kadar boştu masalar. Ama
sonra hem Galatasaray’ın, hem de Fenerbahçe’nin Almanya’nın farklı bölgelerinde
yaz kampına gelmiş olduklarını anımsadı. Herkes oralara dağılmıştı galiba.
İsmail Karanfil de yoktu ortalıkta.
“Acaba ben de gitse miydim?” diye düşündü
kendikendine.
Bir ihtimal fena olmazdı yani. Bir süre
için; şiddetin yalnızca topa vurmak ya da rakibinden top kapmak için güç
kullanmakla sınırlı olduğu bir ortama girmek, iyi değişiklikti. Neyse, zaten
tren kaçmıştı galiba. Hoş istese yine giderdi ama, oralara büyük bir hevesle
gitmiş olan arkadaşlara ayıp etmiş olurdu. Tekrar masasına yöneldiğinde,
telefonun çalmakta olduğunu farketti.
Heyecanla atıldı. Reşad mı arıyordu acaba?
“Klaus Baum arıyor sizi,” diyerek umudunu
boşa çıkardı Ayten, “Bağlayayım mı?”
“Bağla bakalım Ayten.”
Sesinin ne kadar bezgin çıktığının
farkındaydı. Kimbilir yine neler söyleyecekti Alman? Ama bu sefer ona daha da
sert karşılık vermeye kararlıydı o da. Tüm bunalımının üstüne bir de adamın
uçuk komplo teorilerini dinleyemeyecekti yani.
“Sesiniz çıkmadı kaç gündür,“ diye söze
girdi Baum, “Bundan ortak dostumuzun henüz sizinle temasa geçmemiş olduğu
sonucunu çıkarmak istiyorum.”
“Başka sonuçlar çıkarsanız da hiç şaşmam
Herr Baum. Geniş bir hayal gücünüz olduğunu zaten kanıtlamış durumdasınız.”
“Sizi bunu söylemek için aramadım. Bir şey
sormak istiyordum. Adamımızla Münih’te ayrılmıştınız siz. Öyle değil mi? Merak
ediyorum, ayrıldığınız yer acaba Tegernsee olabilir mi?”
Birden midesine yumruk yemiş gibi hissetti
kendini Cengiz.
“Hayır, önceden de söylediğim gibi
Bahnhof’da ayrıldık. Ama şimdi de ben merak ettim neden bu konuyu öğrenmek
istediğinizi.”
“Bu sabaha karşı Tegernsee yakınlarında
otobanda zincirleme bir kaza oldu da.”
“Evet, az önce ben de DPA’nın bülteninde
gördüm bu haberi. İntihar etmiş galiba biri öyle mi?”
“Korkarım ki öyle değil,” dedi Klaus Baum,
“İntihar eden biri kendine 37 kurşun sıkamaz ne olsa. Hele bunlardan 9 tanesini
kafasına sıkmayı hiç beceremez.”
Şimdi de müthiş bir mide bulantısı
hissetmeye başlamıştı Cengiz.
“Yani adamı öldürüp otobana mı atmışlar
Herr Baum?” diye sordu onun vereceği yanıtı duymaktan çekinerek, “Ben
Almanlar’ın böylesine aykırı şeyler yapmadıklarını sanırdım.”
“Adamın ya da onu öldürenlerin Alman
olduğunu kim söyledi size? Hele ölen adam kesinlikle Alman değil. Buna eminiz.”
“Buna nasıl emin olduğunuzu söylersiniz
diye varsayıyorum Herr Baum. Ayrıca konuşma tarzınızdan bu adamın Reşad
olduğundan kuşkulandığınızı da seziyorum. Anlamadığım iki şey var ama. Biri, az
önce de söylediğim gibi onun Alman olmadığını nasıl anladığınız, ikincisi de
eğer bu Reşad’sa, bunu neden cesetten teşhis edemediğiniz.”
“Önce ikinci sorunuza yanıt vereyim,” dedi
Federal Kriminal Dairesi Terörle Mücadele Grubu Şefi, “O kadar çok araba o
kadar büyük bir hızla geçmiş ki cesedin üstünden, görüntüsünden kimliğini
tespit etmek mümkün değil kesinlikle. Kaldı ki, kafasına gelen 9 merminin
yarattığı tahribatı da unutmayın. Ama onun Alman olmadığını kanıtlayabilecek
yeri sağlam kalmış. Kısacası sünnetli. Bir karşılaştırma yapabilmek için parmak
izlerini almaya çalıştı bizim arkadaşlar. Çalıştı diyorum, çünkü yalnızca sol
elinin orta parmağıyla, sağ elinin küçük parmağı biraz işe yarar durumda.”
“O zaman bunun Reşad olmaması ihtimali de
var öyle değil mi?” diye sordu Cengiz bir umutla.
“Bir ayrıntı daha var. Sol kolunda
iyileşmeye yüz tutmuş ama tam geçmemiş bir kurşun yarası olduğunu düşündürecek
bulgular elde ettik.
“Son bir şey sorabilir miyim Herr Baum?”
dedi Cengiz, adeta can havliyle, “Parmak izi karşılaştırmasını neye göre
yapacağınızı merak ettim. Elinizde Reşad’ın parmak izleri mi var yani. Bundan
hiç söz etmediniz bana.”
“O ilk buluşmamızda elini değdiği bardak,
fincan gibi şeylerden alınma parmak izleri var elimizde elbette ki. Yoksa siz
bu ayrıntıyı düşünmemiş miydiniz?”
“Anlıyorum. Bunu beklemem gerekirdi
gerçekten de. Acaba rica etsem sonucu bana bildirir misiniz Herr Baum. Ne kadar
merakta olduğumu anlayacağınızı sanıyorum.”
“Sonuç alınca sizi ararım.”
Telefonu kapatıp öylece oturdu Cengiz.
Omuzlarının üstünde tonlarca ağırlık varmış gibi geliyordu. Gücü yetse ayağa
kalkıp bağırmaya başlayacağının farkındaydı.
“Kaybettik yine Kuşbeyaz!” diye
mırıldanabildi yalnızca, “Bir kere daha yendiler bizi!”
Sonra kalkıp neredeyse sarsak adımlarla
yürüdü, gazeteden çıkıp Citroen’e bindi. Eve gidiyordu. Helena Wigerstedt’in
telefon numarasını bulmak, onu arayıp Kuşbeyaz’ın ne durumda olduğunu öğrenmek
istiyordu. Daha fazla gecikmeden hem de.
Bir tek o kalmıştı çünkü.
Sıkı sıkı kilitlenmiş kapıyı açıp eve
girdiği anda da donup kaldı. Sanki bombalanmış gibi görünüyordu evin içi. Her
şey her yere dağılmıştı. Birileri girmişti içeri. Birşeyler aramışlardı belli
ki. Belgeleri aramışlardı. İçinde Palme’nin ölüm emrinin de bulunduğu Abdullah
Öcalan imzalı belgelerin peşindeydiler. Ensesinin buz kesmesine neden olan bir
durum vardı karşısında. Ya karısıyla çocuklar evde olsalardı?
Sonra gözleri, bahçe kapısının hafifçe
aralık durduğunu farketti. Oradan girmişlerdi demek. Kalın bir levyenin izleri
belli oluyordu hem kapının hem de kapı kasasının üstünde. Küfretmeye başladı
yüksek sesle.
Ailesi de o da bu davetsiz misafirlikten
zarar görmeden sıyırmışlardı gerçi ama, yine yığınla iş gelecekti başına. Şimdi
polise haber vermek zorundaydı. Üstelik işin niteliği gereği, Bundeskriminalamt
girecekti devreye. Baum’un adamlarının ‘fırsat bu fırsat’ deyip, evdeki her
şeyi didik didik inceleyecekleri kesindi.
Sonra oraya neden geldiğini hatırladı.
Telefonun durduğu küçük komodini de altüst etmişti eve girenler. Ama aradığı
defter yerde duruyordu. Eline alıp şöyle bir düşündü. Ne yapacağına karar
vermesi gerekiyordu. Önce gazeteye gidip olayı haber vermek en iyisi olacaktı
galiba. Sonra da Baum’u arayıp evine girildiğini söyleyebilirdi. Hatta belki de
polisler eve geldiğinde gazetenin avukatı da orada bulunmalıydı. Kapıyı yeniden
kilitleyip Citroen’e atladı ve deli gibi gazlayarak gazeteye gitti. Önce
Semih’e anlatmalıydı durumu.
Ama kapıdan girdiği anda Ayten neredeyse
üstüne atladı.
“Cengiz Bey, az önce Klaus Baum aradı
tekrar. Hemen onu aramanızı istedi. Çok önemliymiş.”
Hızla Haber Merkezi’ne yöneldi Cengiz. Yeni
bir umut ışığı belirmişti içinde. Belki de Reşad değildi o feci biçimde ölen
adam. Olmamalıydı zaten. Bu iş böyle bitmemeliydi. Bundeskriminalamt’ın
numarasını telaşla tuşladı.
“Hemen aramamı istemişsiniz Her Baum,” dedi
karşı uçtan adamın sesini duyduğunda.
“Sonuç alınca sizi ararım diye söz
vermiştim.”
“Evet?”
“Üzgünüm ama, ceset adamımıza ait.”
“Emin misiniz Herr Baum? Yanılıyor olamaz
mısınız?”
“Ne yazık ki yanılma payı olmayan bir
durumdayız. Eğer yalnızca o buluşma sırasında elde ettiğimiz izlerine kalsaydık
emin olamazdık. Çok net değillerdi çünkü. Ama Interpol o sözünü ettiğim iki
parmak izinden yola çıkarak, cesedin kimliğini kesin olarak belirledi. Yıllar
önce Yunanistan’a sığınıp Lavrion Kampı’na kabul edilirken parmak izlerini
almış Yunan Polisi. O kayıtlar, kuşkuya yer bırakmadı.”
“Herr Baum,” dedi zor çıkan bir sesle,
“Sizi biraz sonra arasam olur mu? Şu anda biraz kendimi toplamaya ihtiyacım
var.”
“Tabii. Ben bütün gün buradayım.”
Gerçekten de bitmişti her şey. Artık en
ufak bir umut bile kalmamıştı. Aklına belgeler geldi o zaman. Reşad’ın plastik
çöp torbalarına sarılı olarak getirdiği, Mercedes’in bagajında Münih’e
götürdükten taşıdıktan sonra son kez Reşad’ın elinde zorlanarak taşıdığını
gördüğü belgeler neredeydi acaba? Bulunmuşlar mıydı onları arayanlarca. Yoksa
hala Reşad’ın sakladığı bir yerde miydiler?
Ne fark ederdi ki zaten. Sonuçta ne
Cengiz’in, ne İsveçliler’in, ne de Alman Federal Kriminal Dairesi’nin asla
bulamayacağı bir yerdeydiler işte. Kimse, hiç kimse gerçekleri öğrenemeyecekti
bundan sonra. Herkes kaybetmişti. Soğuk bir kış gecesinde, karısının yanında
yürürken ensesinden vurulup öldürülen o güvercinin kanı yerde kalıyordu.
Bunları düşünürken aklına evden alıp
getirdiği telefon defteri geldi. Açıp Helena Wigerstedt’in telefon numarasını
buldu. İçimden kadını hemen şimdi aramak geliyordu. Numaraları tuşlayıp,
telefonun karşıdan açılmasını bekledik.
“Hallo, Helena Wigerstedt!” diyerek açtı
kadın telefonu.
“İyi günler Fru Wigerstedt,” dedi Cengiz, “Ben
size Kuşbeyaz’ı, ya da sizin değiştirdiğiniz adıyla Alicia’yı veren Türk
gazeteciyim. Hatırladınız mı?”
“Elbette ki hatırladım. Ben de kaç gündür
sizi düşünüyordum zaten. Bende telefonunuz olmadığı için arayamadım sizi. Yoksa
arayıp haber verecektim. Kötü bir şey oldu da. Güvercin öldü. Hoş olmayan bir
biçimde öldü üstelik.”
Kanının donduğunu hissetti Cengiz.
“Durun tahmin edeyim Fru Wigerstedt,” dedi
sonra da, “Onu şahinler parçaladı değil mi?”
Önce bir sessizlik oldu karşı tarafta.
“Bunu nasıl bildiniz?” diye sordu sonra
kadın, “Şaşırdım doğrusu.”
“İçime doğdu Fru Wigerstedt,” dedi Cengiz,
“İçime doğdu!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder