25 Eylül 2011 Pazar

SON (MU?)



Başka yapacak işi olmadığı için yine Alman Haber Ajansı DPA’nın bültenini açmış, gelen her yeni habere şöyle bir göz atmaya başlamıştı. Çoğu abuk sabuk, sırf geçmek için geçilmiş haberlerdi tabii. Önümüzdeki hafta boyunca Münih’te lodos beklendiği haberi, bunlar arasında en ciddilerinden biriydi ama. Lodos Münihliler’in başbelasıydı zira. Bunun nedeni de yaptığı fiziki tahribat değil, insanların üzerindeki etkisiydi. Cengiz orada bulunduğu zamanlarda insanların lodos nedeniyle nasıl adeta yerlere yapıştıklarını, hatta bazılarının evden bile çıkamayıp yatak yorgan yattığını görmüştü.  
         
Tesadüf olmalı, bunun hemen arkasındaki haber de Münih mahreçliydi ve “Otobanda dehşet” başlığını taşıyordu. Doğu yönüne giden otobanda, gece karanlığında meydana gelen bir olaydan söz ediyordu. Çok sayıda arabanın karıştığı zincirleme bir kaza olmuştu Tegernsee kasabası yakınlarında. Bu sık olmasa da görülebilecek bir şeydi tabii. Ama burada kazayı ilginç kılan bir faktör vardı. Her şey, hızla giden bir arabanın otobanda yatan bir insanın üstünden geçmesiyle başlamıştı. İşte bu hiç olmayacak, hatta olamayacak bir durumdu. Otobana çıkmazdı insanlar Almanya’da. Kimse de hız sınırlaması olmayan bir yolda tam gaz giderken önüne bir insan çıkabileceğini düşünmezdi elbette ki. Cengiz haberin tamamını okuyunca, 21 arabanın birbirine girmiş olduğunu ve bunlardan en az 15 tanesinin yolda yatan o insanın üstünden geçtiğini öğrenerek ürperdi. Parçalanmış olmalıydı adamcağız. Ne işi vardı ki orada? İntihar mı etmek istemişti acaba? Doğrusu pek hoş bir ölüm şekli seçmemişti ama kendine.

Buna da pek takılmadı Cengiz. Bir süre daha öyle boş boş baktı peşpeşe bilgisayarına düşen DPA haberlerine. Sonra ayağa kalkıp şöyle bir dolandı Haber Merkezi’nde. Şaşılacak kadar boştu masalar. Ama sonra hem Galatasaray’ın, hem de Fenerbahçe’nin Almanya’nın farklı bölgelerinde yaz kampına gelmiş olduklarını anımsadı. Herkes oralara dağılmıştı galiba. İsmail Karanfil de yoktu ortalıkta.

“Acaba ben de gitse miydim?” diye düşündü kendikendine.

Bir ihtimal fena olmazdı yani. Bir süre için; şiddetin yalnızca topa vurmak ya da rakibinden top kapmak için güç kullanmakla sınırlı olduğu bir ortama girmek, iyi değişiklikti. Neyse, zaten tren kaçmıştı galiba. Hoş istese yine giderdi ama, oralara büyük bir hevesle gitmiş olan arkadaşlara ayıp etmiş olurdu. Tekrar masasına yöneldiğinde, telefonun çalmakta olduğunu farketti.  Heyecanla atıldı. Reşad mı arıyordu acaba?

“Klaus Baum arıyor sizi,” diyerek umudunu boşa çıkardı Ayten, “Bağlayayım mı?”

“Bağla bakalım Ayten.”

Sesinin ne kadar bezgin çıktığının farkındaydı. Kimbilir yine neler söyleyecekti Alman? Ama bu sefer ona daha da sert karşılık vermeye kararlıydı o da. Tüm bunalımının üstüne bir de adamın uçuk komplo teorilerini dinleyemeyecekti yani.

“Sesiniz çıkmadı kaç gündür,“ diye söze girdi Baum, “Bundan ortak dostumuzun henüz sizinle temasa geçmemiş olduğu sonucunu çıkarmak istiyorum.”

“Başka sonuçlar çıkarsanız da hiç şaşmam Herr Baum. Geniş bir hayal gücünüz olduğunu zaten kanıtlamış durumdasınız.”

“Sizi bunu söylemek için aramadım. Bir şey sormak istiyordum. Adamımızla Münih’te ayrılmıştınız siz. Öyle değil mi? Merak ediyorum, ayrıldığınız yer acaba Tegernsee olabilir mi?”

Birden midesine yumruk yemiş gibi hissetti kendini Cengiz.

“Hayır, önceden de söylediğim gibi Bahnhof’da ayrıldık. Ama şimdi de ben merak ettim neden bu konuyu öğrenmek istediğinizi.”

“Bu sabaha karşı Tegernsee yakınlarında otobanda zincirleme bir kaza oldu da.”

“Evet, az önce ben de DPA’nın bülteninde gördüm bu haberi. İntihar etmiş galiba biri öyle mi?”

“Korkarım ki öyle değil,” dedi Klaus Baum, “İntihar eden biri kendine 37 kurşun sıkamaz ne olsa. Hele bunlardan 9 tanesini kafasına sıkmayı hiç beceremez.”

Şimdi de müthiş bir mide bulantısı hissetmeye başlamıştı Cengiz.

“Yani adamı öldürüp otobana mı atmışlar Herr Baum?” diye sordu onun vereceği yanıtı duymaktan çekinerek, “Ben Almanlar’ın böylesine aykırı şeyler yapmadıklarını sanırdım.”

“Adamın ya da onu öldürenlerin Alman olduğunu kim söyledi size? Hele ölen adam kesinlikle Alman değil. Buna eminiz.”

“Buna nasıl emin olduğunuzu söylersiniz diye varsayıyorum Herr Baum. Ayrıca konuşma tarzınızdan bu adamın Reşad olduğundan kuşkulandığınızı da seziyorum. Anlamadığım iki şey var ama. Biri, az önce de söylediğim gibi onun Alman olmadığını nasıl anladığınız, ikincisi de eğer bu Reşad’sa, bunu neden cesetten teşhis edemediğiniz.”

“Önce ikinci sorunuza yanıt vereyim,” dedi Federal Kriminal Dairesi Terörle Mücadele Grubu Şefi, “O kadar çok araba o kadar büyük bir hızla geçmiş ki cesedin üstünden, görüntüsünden kimliğini tespit etmek mümkün değil kesinlikle. Kaldı ki, kafasına gelen 9 merminin yarattığı tahribatı da unutmayın. Ama onun Alman olmadığını kanıtlayabilecek yeri sağlam kalmış. Kısacası sünnetli. Bir karşılaştırma yapabilmek için parmak izlerini almaya çalıştı bizim arkadaşlar. Çalıştı diyorum, çünkü yalnızca sol elinin orta parmağıyla, sağ elinin küçük parmağı biraz işe yarar durumda.”

“O zaman bunun Reşad olmaması ihtimali de var öyle değil mi?” diye sordu Cengiz bir umutla.

“Bir ayrıntı daha var. Sol kolunda iyileşmeye yüz tutmuş ama tam geçmemiş bir kurşun yarası olduğunu düşündürecek bulgular elde ettik.

“Son bir şey sorabilir miyim Herr Baum?” dedi Cengiz, adeta can havliyle, “Parmak izi karşılaştırmasını neye göre yapacağınızı merak ettim. Elinizde Reşad’ın parmak izleri mi var yani. Bundan hiç söz etmediniz bana.”

“O ilk buluşmamızda elini değdiği bardak, fincan gibi şeylerden alınma parmak izleri var elimizde elbette ki. Yoksa siz bu ayrıntıyı düşünmemiş miydiniz?”

“Anlıyorum. Bunu beklemem gerekirdi gerçekten de. Acaba rica etsem sonucu bana bildirir misiniz Herr Baum. Ne kadar merakta olduğumu anlayacağınızı sanıyorum.”

“Sonuç alınca sizi ararım.”

Telefonu kapatıp öylece oturdu Cengiz. Omuzlarının üstünde tonlarca ağırlık varmış gibi geliyordu. Gücü yetse ayağa kalkıp bağırmaya başlayacağının farkındaydı.

“Kaybettik yine Kuşbeyaz!” diye mırıldanabildi yalnızca, “Bir kere daha yendiler bizi!”

Sonra kalkıp neredeyse sarsak adımlarla yürüdü, gazeteden çıkıp Citroen’e bindi. Eve gidiyordu. Helena Wigerstedt’in telefon numarasını bulmak, onu arayıp Kuşbeyaz’ın ne durumda olduğunu öğrenmek istiyordu. Daha fazla gecikmeden hem de.

Bir tek o kalmıştı çünkü.

Sıkı sıkı kilitlenmiş kapıyı açıp eve girdiği anda da donup kaldı. Sanki bombalanmış gibi görünüyordu evin içi. Her şey her yere dağılmıştı. Birileri girmişti içeri. Birşeyler aramışlardı belli ki. Belgeleri aramışlardı. İçinde Palme’nin ölüm emrinin de bulunduğu Abdullah Öcalan imzalı belgelerin peşindeydiler. Ensesinin buz kesmesine neden olan bir durum vardı karşısında. Ya karısıyla çocuklar evde olsalardı?

Sonra gözleri, bahçe kapısının hafifçe aralık durduğunu farketti. Oradan girmişlerdi demek. Kalın bir levyenin izleri belli oluyordu hem kapının hem de kapı kasasının üstünde. Küfretmeye başladı yüksek sesle.

Ailesi de o da bu davetsiz misafirlikten zarar görmeden sıyırmışlardı gerçi ama, yine yığınla iş gelecekti başına. Şimdi polise haber vermek zorundaydı. Üstelik işin niteliği gereği, Bundeskriminalamt girecekti devreye. Baum’un adamlarının ‘fırsat bu fırsat’ deyip, evdeki her şeyi didik didik inceleyecekleri kesindi.

Sonra oraya neden geldiğini hatırladı. Telefonun durduğu küçük komodini de altüst etmişti eve girenler. Ama aradığı defter yerde duruyordu. Eline alıp şöyle bir düşündü. Ne yapacağına karar vermesi gerekiyordu. Önce gazeteye gidip olayı haber vermek en iyisi olacaktı galiba. Sonra da Baum’u arayıp evine girildiğini söyleyebilirdi. Hatta belki de polisler eve geldiğinde gazetenin avukatı da orada bulunmalıydı. Kapıyı yeniden kilitleyip Citroen’e atladı ve deli gibi gazlayarak gazeteye gitti. Önce Semih’e anlatmalıydı durumu.

Ama kapıdan girdiği anda Ayten neredeyse üstüne atladı.

“Cengiz Bey, az önce Klaus Baum aradı tekrar. Hemen onu aramanızı istedi. Çok önemliymiş.”

Hızla Haber Merkezi’ne yöneldi Cengiz. Yeni bir umut ışığı belirmişti içinde. Belki de Reşad değildi o feci biçimde ölen adam. Olmamalıydı zaten. Bu iş böyle bitmemeliydi. Bundeskriminalamt’ın numarasını telaşla tuşladı.

“Hemen aramamı istemişsiniz Her Baum,” dedi karşı uçtan adamın sesini duyduğunda.

“Sonuç alınca sizi ararım diye söz vermiştim.”

“Evet?”

“Üzgünüm ama, ceset adamımıza ait.”

“Emin misiniz Herr Baum? Yanılıyor olamaz mısınız?”

“Ne yazık ki yanılma payı olmayan bir durumdayız. Eğer yalnızca o buluşma sırasında elde ettiğimiz izlerine kalsaydık emin olamazdık. Çok net değillerdi çünkü. Ama Interpol o sözünü ettiğim iki parmak izinden yola çıkarak, cesedin kimliğini kesin olarak belirledi. Yıllar önce Yunanistan’a sığınıp Lavrion Kampı’na kabul edilirken parmak izlerini almış Yunan Polisi. O kayıtlar, kuşkuya yer bırakmadı.”

“Herr Baum,” dedi zor çıkan bir sesle, “Sizi biraz sonra arasam olur mu? Şu anda biraz kendimi toplamaya ihtiyacım var.”

“Tabii. Ben bütün gün buradayım.”

Gerçekten de bitmişti her şey. Artık en ufak bir umut bile kalmamıştı. Aklına belgeler geldi o zaman. Reşad’ın plastik çöp torbalarına sarılı olarak getirdiği, Mercedes’in bagajında Münih’e götürdükten taşıdıktan sonra son kez Reşad’ın elinde zorlanarak taşıdığını gördüğü belgeler neredeydi acaba? Bulunmuşlar mıydı onları arayanlarca. Yoksa hala Reşad’ın sakladığı bir yerde miydiler?

Ne fark ederdi ki zaten. Sonuçta ne Cengiz’in, ne İsveçliler’in, ne de Alman Federal Kriminal Dairesi’nin asla bulamayacağı bir yerdeydiler işte. Kimse, hiç kimse gerçekleri öğrenemeyecekti bundan sonra. Herkes kaybetmişti. Soğuk bir kış gecesinde, karısının yanında yürürken ensesinden vurulup öldürülen o güvercinin kanı yerde kalıyordu.

Bunları düşünürken aklına evden alıp getirdiği telefon defteri geldi. Açıp Helena Wigerstedt’in telefon numarasını buldu. İçimden kadını hemen şimdi aramak geliyordu. Numaraları tuşlayıp, telefonun karşıdan açılmasını bekledik.

“Hallo, Helena Wigerstedt!” diyerek açtı kadın telefonu.

         “İyi günler Fru Wigerstedt,” dedi Cengiz, “Ben size Kuşbeyaz’ı, ya da sizin değiştirdiğiniz adıyla Alicia’yı veren Türk gazeteciyim. Hatırladınız mı?”

“Elbette ki hatırladım. Ben de kaç gündür sizi düşünüyordum zaten. Bende telefonunuz olmadığı için arayamadım sizi. Yoksa arayıp haber verecektim. Kötü bir şey oldu da. Güvercin öldü. Hoş olmayan bir biçimde öldü üstelik.”

Kanının donduğunu hissetti Cengiz.

“Durun tahmin edeyim Fru Wigerstedt,” dedi sonra da, “Onu şahinler parçaladı değil mi?”

Önce bir sessizlik oldu karşı tarafta.

“Bunu nasıl bildiniz?” diye sordu sonra kadın, “Şaşırdım doğrusu.”

“İçime doğdu Fru Wigerstedt,” dedi Cengiz, “İçime doğdu!”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder