İsveç Polisi’nin kucağına gökten bir elma
düşmüştü. Takvimler 12 Aralık 1986 tarihini gösteriyordu. Yani Başbakan’ın
öldürülmesinin üzerinden neredeyse 11 ay geçmişti.
Silah kaçakçılığı ve uyuşturucu bulundurmak
suçlarından 10 yıl hapis cezasına çarptırılan ve bu cezanın üçte ikisi olan 6
yıl 8 aylık kısmını Eylül ayı içinde tamamlayarak cezaevinden çıkan Naif Durak
adındaki bir PKK militanı o gün Olof Palme’nin evinin bulunduğu Gamla Stan
bölgesine eğlenmeye gitmişti. Bunun için seçtiği yer, Stampen adındaki bir
birahaneydi. Tek başınaydı ama bir süre sonra hemen arkasındaki masada oturan
birkaç Kürt’le sohbete başlamıştı. İlk başlarda da iyi gidiyordu her şey. Ama
sonra öteki Kürtler Naif’in PKK’lı olduğunu anlayıp tepki göstermişlerdi.
Sonunda da tartışma çıkmıştı aralarında.
Kendini tehdit altında hisseden Naif Durak,
birahanenin telefonundan, polisin öteden beri büyük ilgi gösterip, sürekli
izleme altında tuttuğu Halis İkincisoy’u aramıştı.
“Burada beni rahatsız eden birkaç tane bok
herif var!” demişti, polis tarafından kayda alınan telefon görüşmesinde.
Halis de, tesadüfen(!) yanında bulunan
başka bir PKK’lıyla, Ali Öztürk’le birlikte hemen arabasına atlayıp Gamla
Stan’a gitmişti. Bu ikilinin adı, Uppsala’daki ilk PKK cinayetinde olduğu gibi,
daha sonra Stockholm’de Çetin Güngör’ün öldürülmesi olayında da sık sık gündeme
gelmişti. Hatta Halis İkincisoy’un evinin anahtarı, Çetin Güngör’ün cebinden
çıkmıştı ama İsveç adalet sistemi onu akıl almaz bir biçimde aklamıştı.
SÄPO’nun terörist listesinde adı geçen ve Türkiye’ye gönderilemediği için
oturduğu belediyenin sınırları dışına çıkması yasaklananlardan biriydi. Daha
sonra da; Palme’nin öldürülmesinin peşinden başlatılan soruşturmanın hemen her
aşamasında adı geçmişti. Örneğin telefonla görüştüğü ve ‘Remzi’ kod adını
kullanan üst düzey PKK yöneticisine; ‘Palme’nin ölmüş olduğu’ haberini verdiği,
polisin telefon dinleme kayıtlarında yer alıyordu.
Naif Durak’un telefon etmesinden 20 dakika
sonra, Halis İkincisoy ve Ali Öztürk, yıldırım gibi girmişlerdi Stampen
Birahanesi’ne. Hemen peşinden de vahşi bir kavga patlayıvermişti tabii. Görgü
tanıklarının sonradan anlattığına göre, film gibi bir kavgaydı. Şişeler,
bardaklar havalarda uçuşuyor, kafalarda kırılıyordu. İskemleler parçalanıyor,
bıçaklar parıldayarak insan vücutlarına giriyordu. Kan akıyordu Stampen’de.
Birahane personeli hemen polise telefon
etmişti tabii.
Halis İkincisoy ve Ali Öztürk polisleri
görür görmez kaçmaya başlamışlardı. Gamla Stan’ın dar sokaklarında kovalamaca
sahneleri yaşanıyordu şimdi de. İki polis memuru, Ali Öztürk’ü kıstırıp
yakalamayı başardıklarında, cebinde 10 santim uzunluğunda bir bıçak
bulmuşlardı. Ama Ali daha sonra alınan ifadesinde, ‘bıçağı polislerden kaçarken
yerde bulduğunu ve alıp cebine koyduğunu’ söylemişti. Onun böyle bir kaçamak
yolu araması normaldi tabii. Ama işin ilginci, Savcı’nın ‘kavgadaki rolünün tam
saptanamamış olduğu gerekçesiyle’ onun hakkında dava açılmasına gerek olmadığına
ve serbest bırakılmasına karar vermesi olmuştu. Şaka gibiydi yani.
Halis İkincisoy ise dar sokaklarda
Skeppsbron Köprüsü yönünde kaçmayı sürdürmüştü, önü 2 polis arabasıyla kesilene
kadar. O zaman da belinden silahını çekmiş ve polislere ateş etmeye başlamıştı.
Polis arabaları delik deşik olmuştu. Mermiler havada vızıldıyor, sokaklardaki
insanlar kendilerine yerlere, kapı aralarına atıyorlardı. Neyse ki yaralanan
olmamıştı. Büyük şanstı bu. Ama panik dev boyutlardaydı.
Sonunda yakalanmıştı Halis.
“Tabancanın nereden geldiğini bilmiyorum.
Herhalde birahanede otururken biri parkamın cebine koymuş olmalı!” demişti ilk
ifadesinde.
İşin ilginci, silahın üzerindeki seri
numarasının eğeyle kazınmış olmasıydı tabii. Üstelik namlunun ucuna, gerektiğinde
susturucu takabilmek amacıyla diş de açılmıştı. Nasıl olduysa Savcı, onun
hakkında ‘görevli memuru tehdit, silah bulundurmak, başkalarının hayatı için
tehlike oluşturacak davranışta bulunmak ve ikamete mecbur edildiği bölgenin
dışına izinsiz çıkmak’ suçlarından dava açacağını söylüyordu. Adam açıkça ve
hedef gözeterek polislere ateş etmişti ama Savcı onu “adam öldürmeye tam
teşebbüsle” suçlamayı aklına bile
getirmiyordu.
Ama polis yine de Halis İkincisoy, Ali
Öztürk ve Naif Durak’ın evlerini arama kararı almış ve buna, David Bagaresgatan
Caddesi’nde bulunan ve PKK’nın olduğu bilinen kahvehane-kütüphane karışımı
lokalin de adını ekleyerek, gerekli izin için Savcı’ya başvurmuştu. Ve ancak, adeta istemeye istemeye verilen
iznin sonrasında arama yapılabilmişti. Ne var ki, çok zaman geçmişti aradan.
Kayda değecek birşeyler bulunmasına olanak kalmamıştı artık.
Bu arada polis; ‘toplam 58 kişinin
ifadelerinin alabilmek amacıyla gözaltına alınmaları gerektiğini’ öne sürerek
de, başvurmuştu Savcı’ya. Ama yalnızca bunların 20’si için izin alabilmişti.
Ve asıl akıl almaz gelişme, bundan sonra
çıkmıştı ortaya. Polis gözaltındakilerin ifadelerinden hem Palme’nin
öldürülmesiyle ilgili olarak, hem de önceki iki cinayetin içyüzleri hakkında
çok önemli bilgiler elde edildiği kanısındaydı. Özellikle Çetin Güngör’un
Stockholm Merborgarhuset’te öldürülmesiyle ilgili, herşeyi değiştirebilecek
önemli kanıtlar olduğunu düşünüyordu. Ama Stockholm Başsavcısı Claes Zeime aynı
kanıda değildi anlaşılan. Bir basın toplantısı düzenlemişti konuyla ilgili
olarak.
Tarihe geçecek laflar söylemişti
Savcı.
“Polisin kanıtlarının önemi pek yok. Bunlar
içinden yalnızca Çetin Güngör’ün öldürülmesiyle ilgili olanlar kayda değer
görünüyor. Bu bakımdan, bu somut olayla ilgili olanlar dışındaki herkesin
serbest bırakılmasına karar vermiş bulunuyorum.”
Basın toplantısının yapıldığı salonu tıka
basa dolduran gazetecilerin arasında dalgalanmaya neden olmuştu bu sözler.
İkiye bölünmüştü gazeteciler de. Yıkılıp son ümidini de yitirenler ve baştan
beri polisi ‘beceriksizliğini örterken ırkçı heveslerini de tatmin etmek
amacıyla, suçu zavallı PKK’lıların üstüne atmaya çalışmakla’ suçlayanlar.
Savcı’nın sözleri bu ikinciler için ‘zafer’ anlamına geliyordu. Birinci gurup
ise bunun aslında sonun başlangıcı olduğunun farkındaydı.
Ama iş bu kadarla da kalmamıştı. Çetin
Güngör’ün öldürülmesine karıştıkları gerekçesiyle gözaltında tutulanlar da, bir
süre sonra serbest bırakılmıştı.
Asıl bomba ise biraz daha sonra patlamıştı.
Baştan beri Başbakan’ın öldürülmesini soruşturan özel birimi yöneten Stockholm
Emniyet Müdürü Hans Holmer istifa etmişti. Tüm görevlerini bırakmıştı. Polis
teşkilatından da ayrılmıştı hatta.
Cengiz kendini çok kötü hissediyordu
doğrusu. Demokratik olmanın, özgürlük tutkusunun, açık toplum kavramının bir
toplumsal histeriye dönüşmesi gibiydi bu. İnsan kendini bu kadar çaresiz hale
getirebilir miydi. Ya da getirmeli miydi acaba?
Şimdiye kadar; İsveçliler’in o çok
beğendiği “dürüstlük, temizlik ve saflık’ özellikleri yüzünden kandırılmaya,
hatta sömürülmeye açık olduğunu düşünmüştü yalnızca. Ama şimdi daha da
fazlasına tanık oluyordu. Dünyaya aslında bu özellikleriyle örnek olması
gereken bir toplum, bunun yerine kendini ‘alay konusu’ olabilecek, tersine
örnek oluşturabilecek bir hale getiriyordu. Onların başlarına gelenleri
görenlerin ‘fazla dürüstlük zarar verir’ yargısına varmaları artık kaçınılmaz
bir hale gelmiyor muydu?
“Hep burada yaşamanın çok güzel olduğunu,
birilerinin arkama dolanıp 2 puan almaya kalkışacağı korkusunu hissetmeden,
özgür olmayı sevmiştim,” diye düşünüyordu, “Eğer kendini seni kandıracak,
safiyetini sömürecek başkalarından uzak tutmayı başarabilirsen, burada çok
mutlu olunacağına inanmıştım. Ama şimdi görüyorum ki, kötü niyetlilere gerek
yokmuş. Kendi kendini bile kandırabilecek kadar saf insanlar söz konusuymuş
aslında.”
Oturup bir değerlendirme yapması gerekiyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder