14 Eylül 2011 Çarşamba

GÖKTEN DÜŞEN ELMA

İsveç Polisi’nin kucağına gökten bir elma düşmüştü. Takvimler 12 Aralık 1986 tarihini gösteriyordu. Yani Başbakan’ın öldürülmesinin üzerinden neredeyse 11 ay geçmişti.

Silah kaçakçılığı ve uyuşturucu bulundurmak suçlarından 10 yıl hapis cezasına çarptırılan ve bu cezanın üçte ikisi olan 6 yıl 8 aylık kısmını Eylül ayı içinde tamamlayarak cezaevinden çıkan Naif Durak adındaki bir PKK militanı o gün Olof Palme’nin evinin bulunduğu Gamla Stan bölgesine eğlenmeye gitmişti. Bunun için seçtiği yer, Stampen adındaki bir birahaneydi. Tek başınaydı ama bir süre sonra hemen arkasındaki masada oturan birkaç Kürt’le sohbete başlamıştı. İlk başlarda da iyi gidiyordu her şey. Ama sonra öteki Kürtler Naif’in PKK’lı olduğunu anlayıp tepki göstermişlerdi. Sonunda da tartışma çıkmıştı aralarında.

Kendini tehdit altında hisseden Naif Durak, birahanenin telefonundan, polisin öteden beri büyük ilgi gösterip, sürekli izleme altında tuttuğu Halis İkincisoy’u aramıştı.

“Burada beni rahatsız eden birkaç tane bok herif var!” demişti, polis tarafından kayda alınan telefon görüşmesinde.

Halis de, tesadüfen(!) yanında bulunan başka bir PKK’lıyla, Ali Öztürk’le birlikte hemen arabasına atlayıp Gamla Stan’a gitmişti. Bu ikilinin adı, Uppsala’daki ilk PKK cinayetinde olduğu gibi, daha sonra Stockholm’de Çetin Güngör’ün öldürülmesi olayında da sık sık gündeme gelmişti. Hatta Halis İkincisoy’un evinin anahtarı, Çetin Güngör’ün cebinden çıkmıştı ama İsveç adalet sistemi onu akıl almaz bir biçimde aklamıştı. SÄPO’nun terörist listesinde adı geçen ve Türkiye’ye gönderilemediği için oturduğu belediyenin sınırları dışına çıkması yasaklananlardan biriydi. Daha sonra da; Palme’nin öldürülmesinin peşinden başlatılan soruşturmanın hemen her aşamasında adı geçmişti. Örneğin telefonla görüştüğü ve ‘Remzi’ kod adını kullanan üst düzey PKK yöneticisine; ‘Palme’nin ölmüş olduğu’ haberini verdiği, polisin telefon dinleme kayıtlarında yer alıyordu.

Naif Durak’un telefon etmesinden 20 dakika sonra, Halis İkincisoy ve Ali Öztürk, yıldırım gibi girmişlerdi Stampen Birahanesi’ne. Hemen peşinden de vahşi bir kavga patlayıvermişti tabii. Görgü tanıklarının sonradan anlattığına göre, film gibi bir kavgaydı. Şişeler, bardaklar havalarda uçuşuyor, kafalarda kırılıyordu. İskemleler parçalanıyor, bıçaklar parıldayarak insan vücutlarına giriyordu. Kan akıyordu Stampen’de.

Birahane personeli hemen polise telefon etmişti tabii.

Halis İkincisoy ve Ali Öztürk polisleri görür görmez kaçmaya başlamışlardı. Gamla Stan’ın dar sokaklarında kovalamaca sahneleri yaşanıyordu şimdi de. İki polis memuru, Ali Öztürk’ü kıstırıp yakalamayı başardıklarında, cebinde 10 santim uzunluğunda bir bıçak bulmuşlardı. Ama Ali daha sonra alınan ifadesinde, ‘bıçağı polislerden kaçarken yerde bulduğunu ve alıp cebine koyduğunu’ söylemişti. Onun böyle bir kaçamak yolu araması normaldi tabii. Ama işin ilginci, Savcı’nın ‘kavgadaki rolünün tam saptanamamış olduğu gerekçesiyle’ onun hakkında dava açılmasına gerek olmadığına ve serbest bırakılmasına karar vermesi olmuştu. Şaka gibiydi yani.

Halis İkincisoy ise dar sokaklarda Skeppsbron Köprüsü yönünde kaçmayı sürdürmüştü, önü 2 polis arabasıyla kesilene kadar. O zaman da belinden silahını çekmiş ve polislere ateş etmeye başlamıştı. Polis arabaları delik deşik olmuştu. Mermiler havada vızıldıyor, sokaklardaki insanlar kendilerine yerlere, kapı aralarına atıyorlardı. Neyse ki yaralanan olmamıştı. Büyük şanstı bu. Ama panik dev boyutlardaydı.

Sonunda yakalanmıştı Halis.

“Tabancanın nereden geldiğini bilmiyorum. Herhalde birahanede otururken biri parkamın cebine koymuş olmalı!” demişti ilk ifadesinde.

İşin ilginci, silahın üzerindeki seri numarasının eğeyle kazınmış olmasıydı tabii. Üstelik namlunun ucuna, gerektiğinde susturucu takabilmek amacıyla diş de açılmıştı. Nasıl olduysa Savcı, onun hakkında ‘görevli memuru tehdit, silah bulundurmak, başkalarının hayatı için tehlike oluşturacak davranışta bulunmak ve ikamete mecbur edildiği bölgenin dışına izinsiz çıkmak’ suçlarından dava açacağını söylüyordu. Adam açıkça ve hedef gözeterek polislere ateş etmişti ama Savcı onu “adam öldürmeye tam teşebbüsle”  suçlamayı aklına bile getirmiyordu.

Ama polis yine de Halis İkincisoy, Ali Öztürk ve Naif Durak’ın evlerini arama kararı almış ve buna, David Bagaresgatan Caddesi’nde bulunan ve PKK’nın olduğu bilinen kahvehane-kütüphane karışımı lokalin de adını ekleyerek, gerekli izin için Savcı’ya başvurmuştu.  Ve ancak, adeta istemeye istemeye verilen iznin sonrasında arama yapılabilmişti. Ne var ki, çok zaman geçmişti aradan. Kayda değecek birşeyler bulunmasına olanak kalmamıştı artık.

Bu arada polis; ‘toplam 58 kişinin ifadelerinin alabilmek amacıyla gözaltına alınmaları gerektiğini’ öne sürerek de, başvurmuştu Savcı’ya. Ama yalnızca bunların 20’si için izin alabilmişti.

Ve asıl akıl almaz gelişme, bundan sonra çıkmıştı ortaya. Polis gözaltındakilerin ifadelerinden hem Palme’nin öldürülmesiyle ilgili olarak, hem de önceki iki cinayetin içyüzleri hakkında çok önemli bilgiler elde edildiği kanısındaydı. Özellikle Çetin Güngör’un Stockholm Merborgarhuset’te öldürülmesiyle ilgili, herşeyi değiştirebilecek önemli kanıtlar olduğunu düşünüyordu. Ama Stockholm Başsavcısı Claes Zeime aynı kanıda değildi anlaşılan. Bir basın toplantısı düzenlemişti konuyla ilgili olarak.

Tarihe geçecek laflar söylemişti Savcı. 

“Polisin kanıtlarının önemi pek yok. Bunlar içinden yalnızca Çetin Güngör’ün öldürülmesiyle ilgili olanlar kayda değer görünüyor. Bu bakımdan, bu somut olayla ilgili olanlar dışındaki herkesin serbest bırakılmasına karar vermiş bulunuyorum.”

Basın toplantısının yapıldığı salonu tıka basa dolduran gazetecilerin arasında dalgalanmaya neden olmuştu bu sözler. İkiye bölünmüştü gazeteciler de. Yıkılıp son ümidini de yitirenler ve baştan beri polisi ‘beceriksizliğini örterken ırkçı heveslerini de tatmin etmek amacıyla, suçu zavallı PKK’lıların üstüne atmaya çalışmakla’ suçlayanlar. Savcı’nın sözleri bu ikinciler için ‘zafer’ anlamına geliyordu. Birinci gurup ise bunun aslında sonun başlangıcı olduğunun farkındaydı.

Ama iş bu kadarla da kalmamıştı. Çetin Güngör’ün öldürülmesine karıştıkları gerekçesiyle gözaltında tutulanlar da, bir süre sonra serbest bırakılmıştı.

Asıl bomba ise biraz daha sonra patlamıştı. Baştan beri Başbakan’ın öldürülmesini soruşturan özel birimi yöneten Stockholm Emniyet Müdürü Hans Holmer istifa etmişti. Tüm görevlerini bırakmıştı. Polis teşkilatından da ayrılmıştı hatta.

Cengiz kendini çok kötü hissediyordu doğrusu. Demokratik olmanın, özgürlük tutkusunun, açık toplum kavramının bir toplumsal histeriye dönüşmesi gibiydi bu. İnsan kendini bu kadar çaresiz hale getirebilir miydi. Ya da getirmeli miydi acaba?

Şimdiye kadar; İsveçliler’in o çok beğendiği “dürüstlük, temizlik ve saflık’ özellikleri yüzünden kandırılmaya, hatta sömürülmeye açık olduğunu düşünmüştü yalnızca. Ama şimdi daha da fazlasına tanık oluyordu. Dünyaya aslında bu özellikleriyle örnek olması gereken bir toplum, bunun yerine kendini ‘alay konusu’ olabilecek, tersine örnek oluşturabilecek bir hale getiriyordu. Onların başlarına gelenleri görenlerin ‘fazla dürüstlük zarar verir’ yargısına varmaları artık kaçınılmaz bir hale gelmiyor muydu?

“Hep burada yaşamanın çok güzel olduğunu, birilerinin arkama dolanıp 2 puan almaya kalkışacağı korkusunu hissetmeden, özgür olmayı sevmiştim,” diye düşünüyordu, “Eğer kendini seni kandıracak, safiyetini sömürecek başkalarından uzak tutmayı başarabilirsen, burada çok mutlu olunacağına inanmıştım. Ama şimdi görüyorum ki, kötü niyetlilere gerek yokmuş. Kendi kendini bile kandırabilecek kadar saf insanlar söz konusuymuş aslında.”

Oturup bir değerlendirme yapması gerekiyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder