23 Eylül 2011 Cuma

CİVANİLER

Ankara Feribotu’nun kalkmasına 2 saat kala Liman’a gitme zamanı gelmişti. Selim’le vedalaştılar, sonra da Citroen’e atlayıp Liman’a gitti. Bileti gerçekten de hazırdı gişede. Üstelik basın indirimi de yapmıştı Denizyolları. Pasaport ve gümrük işlemlerini yaptırıp, geminin kıç tarafındaki büyük kapıdan içeri sürdü Citroen’i. İki gün sürecek feribot yolculuğu başlıyordu.

 Arabayı parkettiği yerde elinden çantalarını kapan bir kamarot, Cengiz’i iki kat yukarıdaki kayıt bürosuna götürdü. Pasaportunu görevliye teslim edip anahtarını aldıktan sonra, en üst kattaki kamaraya gittiler. Biraz ufak, ama sevimli bir yerdi burası. İki gece kalacağına göre, en iyisi giysileri buruşmaması için asmak olacaktı galiba. Sonra da fotoğraf makinelerini çıkardı çantadan. Eğer gerçekten de bu yolculuğu bir haber-röportaj haline getirecekse, resim çekmesi de gerekecekti tabii.

Gemi hafif hafif titremeye başlamıştı bu arada. Kalkıyorlardı yani. Cengiz makineleri alıp dışarıya, üst güverteye çıktı. Işık çok güzeldi. İnsan kendini o berbat kokudan kurtarabilirse, İzmir Körfezi de şahane görünüyordu zaten. Resim çekerek güvertede yürümeye başladı. İyi olmuştu bu iş. Yorulmadan Venedik’e kadar gideceklerdi işte. Yavaş yavaş ön tarafa da gelmişti bu arada. Korkuluklara yaslanıp, geminin burnunun denizi yara yara ilerleyişini seyretti bir süre, Sonra da aşağıya, başüstü güvertesine baktı ve öylece kalıverdi olduğu yerde.

İnanılmaz bir manzara vardı gözlerinin önünde. Sanki bir geminin güvertesine değil de, uğradıkları beklenmedik felaketin getirdiği panikle alelacele bulundukları yeri terketmeye çalışan ve yanlarına alabildikleri tüm eşyalarıyla toplanıp, onları almaya gelecek kurtarma araçlarını bekleyen insanların toplandığı bir meydana bakıyor gibiydi. Son derece kalabalıktı güverte. Esmer, giyimlerinden kırsal kesimden geldikleri hemen anlaşılan, çoluk çocuk her yaştan insanların oluşturduğu bir kalabalıktı bu. Eski çantalar, kırık dökük bavullar, denkler, her yere yayılmıştı.

Bu da neydi böyle?

“Cengiz Bey mi?” diye sordu biri arkasından, tam o sırada.

Gemi personelinden genç bir adamdı bu. Gözlerinde saygılı bir ifade vardı. Meraklandı Cengiz.

“Evet benim. Bir şey mi vardı?”

“Efendim Tahsin Kaptan sizi Köprü’ye bekliyor da, onu söyleyecektim.”

“Tahsin Kaptan?”

“Evet efendim. Süvarimiz olur kendileri.”

Genç adam bir taraftan da kıç güvertesinin üstünde, enlemesine bütün gemiyi kaplayan Kaptan Köşkü’nü gösteriyordu. Galiba Süvari ile tanışmanın vakti gelmişti. Ama Cengiz bir taraftan da gözlerini başüstü güvertesindeki kalabalıktan koparamıyordu bir türlü.

“Tamam gidelim de,” dedi, “Bir şeyi merak ettim doğrusu. Bunlar kim böyle ya?”

Genç adam biraz sokulup aşağıya baktı şöyle bir. Yüzünde anlayışlı bir ifade belirmişti sanki.

“Civanileri mi soruyorsunuz efendim?”

“O da ne demek öyle?”

“Bunlar Civaniler efendim işte. Yani bu aşağıdakiler.”

“Tamam duyuyorum seni de ‘Civani ne demek onu bilmiyorum.”

“Aslında ben de pek bilmiyorum efendim. İtalyanlar öyle der bunlara.”

“Allah Allah. Nereli bunlar peki?”

“Türk efendim, nereli olacaklar. Gerçi çoğu Doğulu ama hepsi Türk işte neticede.”

Hiç bir şey anlamamıştı Cengiz. Hatta iyiden iyiye kafası karışmıştı bir de. Ama bu genç adamın onu daha fazla bilgilendiremeyeceği de belliydi. Fazla ısrar etmedi. Birlikte geminin arka tarafına, Kaptan Köşkü’ne doğru yürümeye başladılar.

Tahsin Kaptan, insanın denizle uğraştığı zaman ne kadar sağlıklı olacağının kanıtı gibiydi sanki. Yaşı 60’a yakın olmalıydı ama, kelimenin tam anlamıyla zımba gibiydi doğrusu. Dinç, vücudunda bir gram bile fazla yağ bulunmayan, orta boylu, sakakları iyice kırlaşmış ve güler yüzlü. El sıkışıp tanıştılar. Sonra Cengiz’in gözü, tüm kaptan köşkünün ön kısmını kaplayan geniş pencerelerden görünen manzaraya takıldı. Kocaman bir geminin yönetildiği yerdi burası ve bu tanımlamaya gerçekten de uyuyordu önündeki görüntü. Aklına, ortaokula gittiği yıllarda gizli gizli kurduğu ‘kaptan olma’ hayallerini getirmişti, tüm bunlar.

Bir saate yakın konuştular Süvari’yle. Adam yaşamının büyük bölümünü denizde geçirmişti evet, ama anlattıklarıyla, hiç bir şeyden kopmamış olduğunu, bol bol okuduğunu, dünyada ve Türkiye’de olup bitenleri takip ettiğini belli ediyordu. Sonra birden aklına geldi Cengiz’in.

“Tahsin Kaptan, az önce ön güvertedeki kalabalık ve karışıklığı görüp şaşırmıştım. Sonra beni buraya getiren arkadaşa bunların kim olduğunu sordum o da bana ‘Civaniler’ dedi. Yine de hiç bir şey anlamadım. Kim bunlar? Civani ne demek? Nereye gidiyorlar böyle?”

Gülmeye başladı Süvari.

“Civaniler ha? Doğru bizim personel onlara böyle diyor. Ama bu, İtalyanlar’ın taktığı bir isim ve doğru telaffuz etmiyor o arkadaş da, tıpkı diğerleri gibi. Aslı ‘Giovanni’ olacak.”

“Kusura bakmayın ama yine bir şey anlamadım.”

“Anlatıcam Cengiz Bey. Bunlar; Anadolu’nun, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun değişik yerlerinden gelen vatandaşlarımız. Gördüğünüz gibi İtalya’ya gidiyorlar gemimizde. Kendilerine sorarsanız, ‘turistik geziye gittiklerini’ ya da ‘tatile çıktıklarını’ söylerler.”

“Ama hallerine ve yanlarındaki eşyalara bakarsak, hiç de öyle turistik geziye giden bir halleri yok yani. Öyle yatak-döşek denkler filan.”

“Haklısınız Cengiz Bey. Zaten kimse de yutmuyor bunları. Hele ki İtalyanlar. Büyük çoğunluğunu da İtalya’ya sokmayıp geri gönderiyorlar zaten. Yani geri dönerken de genellikle aynı manzara olur gemimizde.”

“Peki İtalyan makamları size bir şey demiyor mu, bu adamları getirdiğiniz için? Biliyorsunuzdur, Almanya’ya vizesiz yolcu getiren havayollarına ceza kesiyor Alman makamları.”

“Biliyorum evet. Ama İtalya Türkler’den vize istemiyor. Henüz tabii. Bunlar da bunu iyi bildikleri için şanslarını deniyorlar böyle. Hani ya tutarsa, ya İtalyanlar’ı kandırıp giriş yapabilirsem diye.”

“Yani siz bunları tek yönlü biletle gidiş-dönüş taşıyorsunuz o zaman,” dedi Cengiz, “Demek istediğim bu durumda ucu bir anlamda size, ya da daha doğrusu Denizyolları’na dokunuyor olmalı.”

“Yok Cengiz Bey öyle değil. Bunların hepsi, İtalya’ya girebilmek için ilk şartın ellerindeki gidiş dönüş-bileti olduğunu bilirler. Yani insan turistik geziye giderken tek yönlü bilet almaz değil mi? Zaten İtalyanlar da, pasaportla birlikte dönüş biletlerini ister bunlardan. Neyse ki, hepsi en ucuz biletlerden alır. Buna göre de güvertede yolculuk yapmaları gerekir ama, eğer hava kötü olursa biz içeriye, pulman koltukların bulunduğu salonlara girmelerine izin veririz. Aralarında, çocuklar da var çünkü. Görmüşsünüzdür siz de.”

“Vay be. Bayağı masraflı bir denemeye kalkışıyorlar yani. Peki hiç konuştunuz bunlarla Kaptan, neden gidiyorlarmış? Ya da İtalya’ya girdikten sonra ne yapacaklarmış?”

“Denedim ama bunlar konuşmazlar ki. Bana da ‘turistik geziye gittikleri’ masalını anlatıyorlar. Şimdi siz gidip sorsanız, iyice sus pus olurlar. Ben başta olmak üzere tüm gemi personelini ya da kendilerine soru sormaya kalkan herkesi, amaçlarına ulaşmalarını engellemeye çalışan düşmanlar olarak görüyorlar.”

“Ama Kaptan,” dedi Cengiz, “Hepsi birden böyle davranıyorsa, o zaman bunlara akıl veren, nasıl davranmaları gerektiğini öğreten birileri olmalı o zaman.”

“Haklısınız Cengiz Bey, öyle olmalı. Ben de sık sık düşündüm bunu.”

“Bunlar kim acaba Kaptan? Ne amaca hizmet ederler?”

“Anladığım kadarıyla bu insanlara pasaportlarını alan ve biletleri satan, ya da belki de yalnızca para karşılığı aracılık eden birileri var. Çünkü bunların çoğu, normal bir vatandaş gibi başvurup pasaport almayı bile çok büyük bir iş olarak görüyor. Kanımca, aracılık yapanların de tek bir amacı var ki, o da para kazanmak.”

“Çok aşağılık bir durum bu Kaptan.”

“Ne yazık ki öyle Cengiz Bey.”

Acaba tek başına yeterli olur muydu bu ‘aşağılık’ tanımlaması? Bu insanlar; kendilerine göre büyük umutlarla, çoluk çocuk yollara dökülüyor ve sonunda, tam bir yıkılmışlıkla ve kös kös geri dönmek durumunda kalıyorlardı. Başlangıcından sonuna kadar; karşılarına çıkan hiç kimseye güvenemeyerek, her an birilerinin onlara hiç bilmedikleri bir kötülük yapabilecekleri korkusuyla, binbir eziyete katlanarak kalkıştıkları maceranın sonunda geri dönmekti bu. Ellerindeki avuçlarında tüm paraları, bir çıkış yolu bulacakları zannıyla bir takım uyanıklara kaptırdıktan sonra hem de.

“Peki Kaptan merak ettim şimdi,” dedi Cengiz, “Bunlar otobüslerle filan mı seyahat ediyorlar? O zaman belki de bu işten para kazanan leş kargalarına ulaşılabilir diye soruyorum.”

“Yok Cengiz Bey, otobüs filan yok. Gerçi gruplar halinde geliyorlar gemiye binmek için İzmir’de ama, öyle tüm eşyaları sırtlarında yürüyerek.”

 “İyi de, Türk makamları nasıl bakıyor bu işe acaba? Bunların böyle yığınlar halinde feribota gidip İtalya’ya gitmeye kalkması, polisin ya da gümrüğün dikkatini çekmiyor mu? Çoğu geri geldiğine göre, resmi makamların olup bitenden habersiz olmaması imkânsız gibi görünüyor. O zaman neden bunu engellemiyorlar bir biçimde? Sonuç olarak Türkiye’nin dışarıdaki imajını fena halde sarsacak bir durum söz konusu. Ya Denizyolları?  Onlar da sessizce seyrediyorsa eğer, sizce bu garip değil mi?”

“Cengiz Bey,” dedi Tahsin Kaptan, “Benim Devlet Memuru olduğumu unutmayın. Emekliliği iyice yaklaşmış bir Devlet memuru hem de. Bu sorularınıza ne yazık ki cevap veremeyeceğim.”

Sustu Cengiz. Bu sözleri meslek yaşamında birçok kez duymuş biri olarak, karşısında ileri sürebileceği hiç bir tezin olmadığını biliyordu. Türkiye’de Devlet, hiçbir işi tam becerememiş bile olsa, kendi çalışanlarının benliğine böyle bir korkuyu derinlemesine işlemeyi becermişti. İnsanların bireysel güvenlik kaygısıyla toplumsal olumsuzluklara karşı seslerini yükseltememelerinin yanlış olduğunu, kimseye anlatamazdınız. Eğer anlayabilecek olsalar, zaten öyle davranırlardı. Acı ve zararlı bir gerçekti bu. Devlet mekanizmasını topal edecek kadar zararlı bir gerçek.

“Bir şey daha sormak istiyordum Tahsin Kaptan,” dedi sonra, sanki onun verdiği yanıtı duymamış gibi yaparak, “İtalyanlar neden ‘Giovanni’ diyor bu arkadaşlara?”

“Ben de merak ettim bunu Cengiz Bey. Güney İtalya’nın fakir köylerinden çıkıp Kuzey’e, büyük şehirlere giden serseri maceracılar için kullanılan bir deyimmiş bu. Hem serseri anlamına geliyor, hem de cahil köylü. Güzel bir tanımlama değil ne yazık ki?”

Bu açıklama, Liederbach’daki Pizzaria Ristorante Palermo’nun sahibi, Sicilyalı yarma Giovanniyi getirdi Cengiz’in aklına. Doğrusu tam bir Giovanni prototipiydi herif.  

Kaptan Köşkü’nden çıktıktan sonra, gemiyi uzun uzun dolaştı. Ama Süvari’nin tavsiyesini dinledi ve güvertedeki kalabalığın arasına girmedi. Bu ürkek tavşan sürüsünü andıran kalabalığı rahatsız etmek fikri çok itici gelmişti doğrusu. Bunun yerine dikkatini diğer yolculara verdi. Aslında pek fazla yolcu da yoktu zaten. Yirmi kadar TIR şoförü ve barda tek başına oturmuş viski içen bir yabancı erkek.

Onu görünce canı bir şey içmek istedi Cengiz’in. Gidip bar taburelerinden birine de o oturdu. Barmene viskisini söyledi ve dönüp yakında olan adama doğru kaldırdı kadehini. O da sanki böyle bir şey bekliyordu. Bir dakika sonra sıkı bir sohbete başlamışlardı bile. Yıllar öncesinin Hippi tiplerini andırıyordu adam. İngiliz’di. Türkiye’ye arabayla geldiğini ve iki aya yakın Anadolu’da gezdiğini anlatıyordu. Ama en çok İstanbul’u, özellikle de Sultanahmet çevresini sevmişti. Şimdi de memleketine geri dönüyordu. Yol uzun olduğu için Venedik’e kadar feribotla gelmenin daha iyi olacağını düşünmüştü. Arada, Süvari’nin onu akşam yemeğinde masasına davet ettiğini ama kıyafeti uygun olmadığı için katılamayacağını da söyledi. Böylece de Cengiz Süvari’nin masasında oturmak için ceket-kravat gerektiğini öğrenmiş oldu. Bereket ki, çantasına bir takım elbise koymuştu ihtiyaten. Yoksa akşam yemeği süresince, ona nedenini tam bilemediği bir biçimde huzursuzluk veren bu İngiliz’le oturmak zorunda kalacaktı.

Yemek oldukça keyifli geçti, ceket-kravat işkencesinin dışında. Ama, başta Tahsin Kaptan olmaz üzere, herkesin de aynı sıkıntıyı hissettiği belliydi. Her zaman olduğu gibi, sıkılsalar da başkalarının koyduğu katı kurallara başkaldıramayan bir grup insandılar işte. Sonra kamaraya gidip yatağa uzandı. Ama uyuyamayacağının farkındaydı. O kadar çok şey vardı ki düşünecek.

İçindeki ‘davanın kaybedildiğinin bilincine varma’ duygusu, böyle zamanlarda çok güçleniyordu. Evet, hala tam bir yenilgi yoktu ortada ama, bütün göstergeler, oraya doğru hızla gidildiğini işaret ediyordu. Üstelik bu 65-70 yıl önceki yenilgiden daha da beter olacağa benziyordu. O zaman; dağılmış ve içindeki unsurların birbirini pek de umursamadığı bir ülke vardı yenilginin sonunda. Ve inanılmaz biri çıkıp, bütün bu olumsuzlukların üstesinden gelecek bir kadroyu kurmayı, sonra da eldeki tüm unsurları, onların için yepyeni olan, hiç bilmedikleri bir ülkünün, ulus olmak ülküsünün etrafında bütünleştirmeyi başarmıştı. Sanki bir mucizeydi bu. İnanılmaz bir dinamik getirmişti insanlara. Ne var ki, bunun sürekli olması için gerekli altyapıdan yoksundular. Elbette ki, mucizenin yaratıcıları da farkındaydılar bunun. Bu eksikliği gidermek için uğraşıyorlar, canla başla çalışıyorlardı. Çok da başarılıydılar hala. Ama doğanın kesin kurallarına karşı direnmeleri de beklenemezdi. İnsan ömrü sınırlıydı. Ortaya çıkan eseri daha geliştirerek ileriye götürmeleri için emanet edebilecek yeni kadrolar yetiştirmeleri gerektiğini biliyor ve bunu çok önemsiyorlardı tabii, ama zaman yetmemişti galiba tam olarak.

Önce hız kesilmiş, sonra da saat birden geriye doğru işlemeye başlamıştı sanki. Mucizenin emanet edildiği genç kadrolar da gevşemiş gibiydi. Omuzlarına yüklenen sorumluluğu pek de almak istemiyorlardı nedense. Bunun yerine, dönüp biraz geçmişe baksalar ne kadar büyük bir hata olduğunu kolaylıkla anlayıverecekleri işlere girişmişlerdi. Gruplaşmalar ve bunun doğal sonucu olarak da çıkar çatışmaları çıkıyordu ortaya. İlk başlarda küçük gibi görünen, ama giderek büyüyen, acımasızlaşan, kural tanımamaya başlayan çıkar çatışmaları. Giderek tam bir savaşa dönüşmeye eğilimli, katı ve hatta kanlı çıkar çatışmaları. En kötüsü de; kendilerini bu çatışmalara kaptıranların çevreye ve ülkeye verdikleri zararı görmezden gelmeleriydi. Umursamıyorlardı bile. Uzun lafın kısası, mucizelerin emanet edildiği genç kadrolar, görevini yerine getirmemişti.

Adeta ihanet boyutunda hem de.

Üstelik bunu onlara hatırlatmaya kalkan birileri çıktığında da, arkasına saklanmaya çalıştıkları ve gerçekte daha da büyük bir hatadan başka bir şey olmayan gerekçeler geliştirmişlerdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı ilke ve devrimler o kadar güçlüydü ki onlara göre, hiç kimse bunları bozamaz, değiştiremezdi. Buna kimsenin gücü yetmezdi. Cumhuriyet, temel hedefi olan aydınlık yolda sonsuza dek yürüyecekti. Bu millet, bunu engellemeye kalkan herkesin ağzının payını verirdi. Kısacası, kaya gibi sağlamdı Türkiye Cumhuriyeti.

Böyle bir gerekçenin ardına sığınanların iki gruba ayrılması gerektiğini düşünüyordu Cengiz. Büyük bir güven duygusuyla kendini rahatlığa kaptıranlar ve gerçek hainler.

Kuruluş yıllarında, her biri bir hedefi işaret etmek amacıyla oluşturulan sloganları ikide birde tekrarlayarak ve yalnızca bunu yaparak Cumhuriyet’i değil hedeflerine ulaştırmak, ayakta tutmak bile mümkün değildi hâlbuki. Gerçi ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demekle mutlu olunmadığının farkına varanlar da vardı, tıpkı ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’ sloganının pek de gerçeklere uymadığını görenler olduğu gibi. Ama onlar da bu durumu değiştirmek, bu slogan hedefleri gerçeğe dönüştürmek için kıllarını bile kıpırdatmıyorlardı.

Mesleğinin, ona gelecekteki tehlikeleri sezmesine neden olan fırsatlar verdiğini düşünüyordu Cengiz. Ve bunlar insanı dehşete düşüren tehlikelerdi. Batı dünyasının adeta genlerinde olan bir tepkiyle dışlamaya yatkın olduğu bir yana, kendi içinde parçalanmaya giden yolda bilinçsizce sürüklenen bir ülke görünümü veriyordu Türkiye.

Yalnızca bugün bu gemide tanık olduğu ‘Giovanniler’ olayı bile yeterdi yani. Ülkelerini terkedebilmek için herşeyi göze alan ve kendi hayallerini zorlayan bilinmezlerin içine atılmaktan başka çaresi kalmamış Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıydı onlar.

“Hepimiz suçluyuz,” diye mırıldandı kendi kendine, “Ben de dahil hepimiz. Bize emanet edilene ihanet ettik hepimiz. Bizden bekleneni yapamadık. Daha da kötüsü hatta. Yapmadık.”

Kalkıp çantasını açtı. Kırılmaması için giysilerin arasına yerleştirdiği viski şişesini çıkarıp kafasına dikti. Yoksa uyuyamayacağını farkediyordu. Beyninin biraz tatile çıkması lazımdı. Bu da ancak viskinin yardımıyla olabilecekti.

Sabah kalktığında bir sürpriz bekliyordu Cengiz’i. Gemi Pire Limanı’na yanaşmış, rıhtıma bağlanmıştı. Kapılar açıktı ve inip binenler görünüyordu. Orta kattaki büyük salona gittiğinde, burada Yunanlı pasaport ve gümrük görevlilerinin oturduğunu gördü. Bir hareketlilik de vardı. Sonra İkinci Kaptan’ın ortalarda dolaştığını farkedip ona ‘ne olup bittiğini’ sordu.

“İsteyenler karaya çıkıyor Cengiz Bey,” dedi adam, “Siz çıkmıyor musunuz? Öğlen saat 1’e kadar buradayız.”

“İyi de Yunan vizem yok ki? Nasıl çıkıcam?”

“Vize gerekmez Cengiz Bey, gemi yolcususunuz ya.”

“Nasıl olacak bu peki?”

“Çok basit. Biliyorsunuz tüm yolcuların pasaportları, ineceğiniz limana gelene kadar bizde, yani geminin kasasında. Tek yapmanız gereken Yunanlı görevlilere inmek istediğinizi söylemeniz. Size bir iniş belgesi verirler ve inip istediğiniz kadar gezersiniz.”

“Yok be,” dedi Cengiz, “İyiymiş yani.”

Pire’nin cadde ve sokaklarında bir süre amaçsız dolaştı Cengiz. Hava çok güzeldi doğrusu. Ama fazla kalamadı dışarıda. Giovanniler’i merak etmişti birden. Acaba onlar da geziyor muydular böyle? Ama ortalıkta hiç biri görünmüyordu. Meraklanıp gemiye döndü o zaman. En üst kata çıkıp, bir gün önce onların varlığını ilk fark ettiği yere doğru yürüdü. Orada, güvertedeydiler hepsi. Ama sanki birbirlerine biraz daha sokulmuş gibiydiler. Bilinmeyen bir tehlikeden korunmak için birbirlerine neredeyse dokunarak, öylece büzülmüş oturuyorlardı. Tıpkı vahşi hayvanlar gibi. İtalyanlar’ın onları Giovanni diye yaftalamasını da, birden çok zalimce bulmaya başladı. Bunlar da köylüydüler gerçi ama, hiç de meceraperest bir görüntüleri yoktu doğrusu.

İsyan etmek geldi içinden. Bağırmak; sakinleşene kadar, içi soğuyana kadar avaz avaz bağırmak istiyordu. Kendini zor tuttu.

Gemi Pire Limanı’ndan çıkmak hareket üzere ettiğinde, biraz toparlanmıştı. Bunda güvertedekilerin de biraz rahatladığını görmek etkili olmuştu doğrusu. O zaman birden kafasına dank etti ki, terketmekte oldukları bu yer Yunanistan’dı. Kimbilir neler hissetmişlerdi bu insanlar. Kimbilir birileri onların kafasına nasıl bir Yunanistan ve Rum resmi kazımıştı. Kazasız belasız buradan ayrılmanın sevinci olmalıydı, bu gözle görülen rahatlamayı getiren.

Biraz dolaşmak istiyordu canı. Geminin çevresini çepeçevre dolaştı ağır ağır. Zaman zaman durup küpeşte korkuluklarına yaslanıyor,giderek uzaklaşmakta olan Pire’ye bakıyordu. Kıç tarafa yaklaştığında, Tahsin Kaptan’ın dışarıya, hemen Kaptan Köşkü’nün önündeki en üst güverteye çıkmış olduğunu gördü.

“Cengiz Bey”, dedi Süvari elini sallayarak, “Gelin gelin.”

Herşeye; geminin bu en manzaralı, en hâkim yerinden bakma fikri hoşuna gitmişti onun da. Merdivenleri tırmanıp çıktı Tahsin Kaptan’ın yanına. El sıkıştılar.

“Sizi çağırdım çünkü çok ilginç bir yerden geçeceğiz biraz sonra,” dedi adam, “Corint Kanalı’nı biliyorsunuzdur her halde.”

“Biliyorum bilmesine de, hiç görmedim tabii. Ne ilgimiz var bizim kanalla Kaptan?”

“İlgimiz olmaz mı Cengiz Bey? Oradan geçeceğiz. Aksi halde yolumuzu yaklaşık bir tam gün uzatmış oluruz.”

“Bakın bunu bilmiyordum Kaptan,” dedi Cengiz, Ben Corint’i küçük bir kanal sanıyordum ayrıca. Yani dar demek istedim.”

“Dar evet, ama biz geçebiliyoruz bereket. Eğer 4 metre daha enli olsa gemimiz, geçemeyecektik ama.”

“Oooo o kadar limitte yani.”

“Doğru. Hoş ve değişik bir geçiş bu. En iyi de buradan görebilirsiniz. Eğer daha alt katlarda olursanız tek görebileceğiniz duvar gibi kayalar olur. 60-70 metre yüksekliğinde kaya duvarlardan söz ediyorum. Ama buradan baktığınızda her şeyi görebileceksiniz.”

Bak bu iyiydi işte. Böylece kafasının içini de biraz boşaltabileceğini düşündü Cengiz. İzin isteyip aşağıya, kamarasına indi sonra da. En iyisi fotoğraf çantasını olduğu gibi yanına almak olacaktı. Bol bol resim çekebilirdi o zaman. Hem gazete için, hem de kendi arşivine koymak amacıyla.

Yardım saat sonra yeniden yukarda, Kaptan Köşkü’ndeydi. Gerçi Süvari burayı ısrarla ‘köprü’ diye tanımlıyordu ama, Cengiz hala kendini alıştıramamıştı buna. Beraberce güverteye çıkıp, onlar için getirilen iki sandalyeye oturdular ve sohbete daldılar. Cengiz, konunun Giovanniler’e gelmemesine özellikle dikkat ediyordu. Yoksa, boşaltmayı amaçladığı kafasının iyice karışacağının bilincindeydi.

“Kanalın girişi ilerde, tam karşımızda Cengiz Bey,” dedi Süvari, “Görebiliyor musunuz Cengiz Bey? Bu arada bakın, Yunanlılar da geliyor işte.”

Önce Corint Kanalı’nın hayal mayal seçebildiği girişine baktı Cengiz. Sonra da gözleri, sağ taraftan hızla gemiye yaklaşmakta olan 3 tekneye takıldı. Direklerinde Yunan bayrağı çekili, fazla büyük olmayan ama epey hızlı giden teknelerdi bunlar.

“Bunlar neden geliyorlar böyle Kaptan?”

“Bu kılavuz takımı Cengiz Bey. Bakın öndeki daha küçük tekne kılavuz kaptanı, dümenciyi ve ekibin diğer üyelerini getiriyor. Arkadan gelen iki tekne ise römorkörler. Bizi çekerek geçirecekler kanalı yani.”

“Neden Kaptan? Biz kendimiz geçemiyor muyuz yani.?”

“Mümkün değil Cengiz Bey. Yunanlılar, hiç bir gemiyi buradan kılavuzsuz geçirmezler. Ayrıca içine girince siz de farkedeceksiniz zaten, bu pek de kolay bir iş değil. Yani özellikle bu büyüklükte bir geminin kendi manevra olanaklarıyla buradan geçmesi, neredeyse imkânsız. Kanalı geçip öbür tarafa, yani Adriyatik Denizi’ne çıktığımızda, eminim ne demek istediğimi daha iyi anlamış olacaksınız zaten.”

Bu arada merdivenleri hızla çıkan bir denizci yanlarına sokuldu. Ama öylece dikildi orada. Saygıyla Süvari’nin konuşması için ona izin vermesini bekliyordu galiba. Cengiz yanılmadığını, Tahsin Kaptan gözlerini çevirip adama baktığında anladı.

“Paketler hazır efendim,” dedi o zaman denizci, “Ekibi aldıktan sonra kılavuz tekneye aktarmak üzere oraya götürdük.”

“Tamam evladım. Her zamanki gibi yapın işte.”

  Tahsin Kaptan, Cengiz’in bakışlarında merak görmüştü anlaşılan. Gülümseyerek anlatmaya başladı.

“Sizi şaşırtmasın, buradan her geçişimizde gemideki free-shop'tan paketler hazırlatıp veririz bu adamlara. Ama bu artık neredeyse kural haline gelmiş bir uygulama. Yalnız biz değil, kim geçerse geçsin yapar bu işi. Hele ki bizim gemi gibi düzenli olarak buradan haftada 4 kere, gidiş-dönüş geçenler. Karşılıklı çıkar ilişkisi işte. Eğer paketler iyi olursa, bir dahaki geçişimizde kılavuz istediğimiz zaman hemen gelirler. Memnun olmazlarsa, sıraya koyup bekletirler. Al gülüm, ver gülüm işte. Bilirsiniz.”

“Bayağı karlı işmiş bu Yunanlılar’ın açısından Tahsin Kaptan,” dedi Cengiz, “Kimbilir kaç gemi geçiyordur buradan günde, öyle değil mi?”

“Öyle olmalı bence de. Ama eminim ki; sorun çıkmaması için, karaya çıktıklarında bizden aldıklarının bir kısmını da orada birilerine vermek zorunda kalıyorlardır. Yine aynı yöntem yani Cengiz Bey. Al gülüm, ver gülüm.”

“Peki Yunanlılar bu kanal geçişi için gemilerden ayrıca bir ücret almıyor mu Kaptan?”

“Almaz olurlar mı hiç? Hem de bayağı yüksek ücret alıyorlar. Ama düşünün ki, buradan geçip 1 saatte Adriyatik’e çıkmak varken tüm Yunanistan’ı dolaşarak gitmek de hiç akıl karı değil yani. Hem yolculuk süresini bir gün uzatıyor, hem de bunun için gerekli yakıt çok daha pahalıya gelir. Bu da 5 dakika içinde size verdiğim üçüncü ‘al gülüm, ver gülüm’ örneği oldu galiba.”

Bu arada gemiye çıkacak kılavuz kaptan, dümenci ve diğerlerini getiren tekne de iyice yanaşmış, feribotun kıç küpeştesinden kendilerine fırlatılan kılavuz ipini yakalayan birileri, bununla kalın bir halatı göndermeye koyulmuşlardı. Beş dakika içinde borda bordaya kenetlendi iki tekne. Gerçi biri diğerinin yanında cankurtaran sandalı gibi kalıyordu ama, yine de, denizin ortasında böyle yapışık halde ilginç bir manzara veriyorlardı. Sonra Cengiz bir kaç kişinin feribota geçtiğini, bu arada da 3 büyük karton kutunun küçük tekneye aktarıldığını gördü. Hemen peşinden de halatlar gevşetildi ve Yunanlıları getiren tekne, feribotun 25-30 metre arkasında ama hala ona bağlı olarak kaldı.

Seyretmeye öyle dalmıştı ki, birden geminin makinelerinin durduğu hissedince irkildi Cengiz. Aynı anda da, baş taraftan gürültüler dikkatini çekti. İki römorkör, iki taraftan yanaşmış, tıpkı öteki tekne gibi halatlarla bağlanıyorlardı. Ama buradakiler çok daha kalın halatlardı. Tam o sırada da üniformalı 2 Yunanlı, Kaptan Köşküne geldi. Birinin elinde telsiz vardı ve diğerinden en az 10 yaş büyük görünüyordu. Tahsin Kaptan’la el sıkıştılar ve genç olan da dümene geçti bu arada. Bir anlamda gemiyi teslim almışlardı işte. En azından bir süreliğine.

Yunanlı kılavuz kaptan elindeki telsizle konuşmaya başlayınca dikkatini ona yöneltti Cengiz. Merakla seyrediyordu. Onun bu halini gören Tahsin Kaptan, olup biteni açıklamak zorunda hissetti kendini sanki.

“Şimdi geminin kıç tarafında, iskele ve sancakta olmak üzere iki, baş tarafta da yine aynı şekildi iki adamı var. Hem onlarla hem de bize çekecek römorkörlerin kaptanlarıyla konuşup, herkesin hazır olup olmadığını kontrol ediyor. Kanalın diğer ucundan çıkana kadar da sık sık konuşacak onlarla, göreceksiniz.”

Bu arada tekrar hareket ettiklerini hissetti Cengiz. Ama gemi hiç titremiyordu. Koskoca gövdesiyle, onu çeken iki güçlü römorkörün arkasında, adeta kayarak, ama yavaşça yol alıyordu. Tam karşılarında da, Corint Kanalı’nın yüksek kayalık tepelerin arasında, insanın gözüne daracık görünen girişi vardı. Heyecan verici bir şeydi bu. Çünkü bu koca geminin oradan geçmesi söz konusuydu. Tahsin Kaptan’ın anlattıklarından çıkardığı kadarıyla, yalnızca iki yanında kalacak ikişer metrelik bir limitleri olacaktı. Geri kalan her şeyden kopup fotoğraf makinesini kaldırdı ve resim çekmeye koyuldu.

Kanala girer girmez, Süvari’nin onu Kaptan Köşkü’ne davet etmekle ne kadar büyük bir iyilik yaptığını anlayıverdi. Gerçekten de kaya duvarların arasından, neredeyse sürünür gibi gidiyorlardı ve alt katlarda olsa, bol bol kaya görebilecekti yalnızca. Daha yakın olabilmek için dışarıya, öndeki en üst güverteye çıktı. Kıvrık havalandırma bacalarından birinin üstüne oturup peş peşe deklanşöre basmaya başladı. Kendini iyice kaptırmıştı yaptığı işe. Sonra gözü, 100 metre kadar ilerdeki bir köprüye takıldı. Kaya duvarların en üstünde; iki yakayı birleştiren ve epeyce enli görünen beton bir köprüydü bu. Her halde bir karayolunu geçiriyordu Kanal’ın üstünden. Ama asıl dikkatini çeken; köprü korkuluklarına yaslanmış aşağıyı seyreden, kalabalık bir grup insandı. Onların baktığı yerden de müthiş bir manzara olmalıydı her halde. Çantaya dalıp 1000 mm’lik tele-objektifi çıkardı ve makineye onu taktı. Tek bacaklı sehpayı da bağlayınca, tamam olmuştu şimdi. Artık köprünün ürerindeki insanların neredeyse yüzlerini bile görebiliyordu. Erkekler, kadınlar ve hatta çocuklar bile vardı aralarında. Yaklaştıkça da daha net görmeye başlamıştı insan yüzlerini. Köprünün altından geçmek üzereydi artık feribot.

“Kaptan içeri girmeniz gerektiğini söylüyor efendim,” diyen sesi duydu sonra.

Görevini geçici olarak teslim eden Dümenci gelmişti yanına. Ve açıkçası tam da bu sırada Kaptan’ın onu içeri çağırmasından hiç hoşlanmamıştı Cengiz. Gittikçe daha güzel resimler yakalamaya başlamıştı çünkü.

“Bir dakika beklesin Kaptan canım,” diye söylendi, “Şu köprüyü geçelim gelirim hemen.”

“Efendim...” diye yeniden ve biraz daha yüksek bir sesle konuşmaya başladı Dümenci.

Ama sözünü bitiremedi bile. Birden bir takırtı koptu. Telaşla ayağa kalktı Cengiz. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ki, sağ tarafına, iki metre kadar uzağına iri bir taş düştü.

“Ne oluyor ya?” diye bağırabildi yalnızca.

Bu arada Dümenci de eline yapışmış onu içeriye, Kaptan Köşkü’nün çatısı altına, yani güvenliğe çekiyordu. Birden olup biten kafasına dank ediverdi o anda. Köprünün üstünde toplanmış aşağıyı seyreden o insanlar, taş atıyorlardı aşağıya. Manyak mıydı bunlar ne?

“Boş yere içeri çağırmadım sizi Cengiz Bey,” dedi Tahsin Kaptan, “Buradan taşlanmadan geçtiğimiz çok azdır. Allah korusun bir yerinize gelir diye çekindim.”

Böyle bir şeyi hiç beklemediği için, açıkçası epey korkmuştu Cengiz. En kötüsü de, bu işi bir anlam verememiş olmasıydı. Neden taş atmıştı ki bu adamlar şimdi?

“Biliyorum merak ettiniz Cengiz Bey. Niye bizi taşladıklarını merak ediyorsunuz. Yanıtı çok basit. Bakın ve kendi gözlerinizle görün, taşlanma nedenimizi.”

Sonra eliyle geminin kıç direğinde dalgalanmakta olan Türk Bayrağı’nı gösterdi. Kelimenin tam anlamıyla dondu kaldı Cengiz o zaman.

“Vay be!” diyebildi yalnızca, “Bu kadar mı manyak bunlar?”

İskemlelerden birine çöküp biraz sakinleşmeye çalıştı sonra da. Ama tam tersi oluyordu galiba. İçinden dalga dalga yükselen bir kızgınlığın onu pençesine almak üzere olduğunu hissediyordu. Dümeni tutan Yunanlı’ya ve elindeki telsizle ikide birde konuşmakta olan Kılavuz Kaptan’a baktı. Kendi bile gözlerinden ateşler çıktığını hissediyordu sanki. Herifler, hiç bir şey olmamış kadar rahattılar. Umurlarında bile olmamıştı olup biten. Bunu farketmek ise daha da çok kızmasına neden oldu yalnızca. Tam ağzını açıp bir şeyler söylemeye çalışıyordu ki, Tahsin Kaptan’ın elini omuzunda hissetti.

“Sakin olun Cengiz Bey,“ dedi adam, “Lütfen sakin olun.”

Haklıydı galiba. Zaten köprünün altından da geçmişti gemi. Yeniden güverteye çıktı Cengiz. Yanıbaşına düşen taş, hala orada duruyordu. Yürüyüp eğildi ve eline altı. Yumruk kadar vardı. İlk düştüğü yerde, güvertenin çelik zemini üstünde boyayı olduğu gibi kaldırmış, hatta çelik plakada gözle görünür bir de iz bırakmıştı. Herhangi bir yerine gelseydi, öldürebilirdi onu yani. Elindeki taşla geri döndü Kaptan Köşkü’ne. Özenle fotoğraf çantasını koydu onu. İçinden öyle gelmişti yalnızca. Ölene kadar saklayacaktı bunu.

“Kusura bakmayın arkadaşlar,” dedi Yunanlı Kılavuz Kaptan’la Dümenci’ye, “Ülkenizin bir taşını aldım götürüyorum işte. Yabancıya verecek tek bir taşımız bile yok filan diyemezsiniz artık.”

Tahsin Kaptan’la Dümenci ve içerde olan diğer Türkler gülmeye başladılar. İki Yunanlı ise şaşkın şaşkın bakıyorlardı ona. Ne dediğini anlamamışlardı ki.

Kanalın çıkış ağzı görünene kadar oturdu Cengiz. Artık içinden resim çekmek de gelmiyordu. Sonra çıkıp güvertenin en önüne kadar yürüdü. Tek tük martılar vardı havada uçan. Aklına Kuşbeyaz geldi birden.

“Gerçekten de şanslıymışsın güvercincik,” diye mırıldandı kendi kendine, “Eğer hala yaşıyorsan, içinde bulunduğun koşulların kıymetini bil. En azından benim gibi ‘yalnızca bayrağın değişik’ diye kafana taş atıp öldürmeye çalışanlar yok etrafında.”

Gemi; kanal çıkışında römorkörlerden ayrılıp, kılavuz ekibi de kendi motorlarına binerek hediye paketleriyle uzaklaştığında, aşağıya, bara indi Cengiz. Bir süre için hiç bir şey düşünmek istemiyordu. Kafasının dinlenmeye ihtiyacı vardı. Bu gemiye binmesinin asıl nedeni, sakin bir yolculuk yapmaktı. Ama baksana, neler neler olmuştu işte. Kimbilir Venedik’e ulaşana kadar daha neler olacaktı? En iyisi biraz sarhoş olup uyumaktı galiba.

Akşam yemeğine zor yetişti. Gerçekten de, peşpeşe devrilen 4 duble viskiden sonra yatıp uyumuştu. Ölü gibi hem de. Ama iyi gelmişti bu. Kendini yeni sıkıntılara hazır bile hissedebiliyordu hatta. Yemek olaysız geçti. Yalnızca; Tahsin Kaptan ertesi sabah Venedik açıklarında İtalyan Karasuları’na girdikleri zaman olacakları anlatırken dikkat kesilmesi gerekmişti, o kadar. 

“Şimdi göreceksiniz, İtalyan Polisi ve gümrük görevlileri karasularına girişte gemiye çıkacak ve işlemlere başlayacaklar. Bu yalnızca bizim gemimize özgü bir durum ama, bunu da belirteyim. Nedeni de Giovanniler tabii ki.”

“Yok ya?” dedi Cengiz, “Bunun ne faydası oluyor ki peki? Yani İtalyanlar açısından demek istiyorum.”

“Zaman kazanıyorlar. Gemiye bindikten sonra, biz rıhtıma yanaşana kadar 2 saat civarında bir süre oluyor önlerinde. Alt salonda masaya oturup, herkesin pasaportunu inceliyorlar ve gerek gördükleriyle de birebir konuşuyorlar tabii. Böylece, Giovanniler’in büyük bölümü, hemen elenmiş oluyor. Gümrükçüler de herkesi inceleyip, onlara göre ‘özel olarak aranması’ gerekenleri belirliyorlar. Şimdi tarafsız olmak gerekirse, kendilerine göre iyi bir sistem kurmuş adamlar.”

Demek ki, sabah erken kalkması ve olup bitecekleri yakından izlemesi gerekecekti. Haklı çıkmıştı işte. Yolculuk bitmemişti ve tanık olacağı bir şeyler daha vardı önünde. Kısacası yine yatıp uyuması iyi olacaktı bu durumda. Venedik’te gemiden indikten sonra, önünde uzun bir de yol olacaktı, Frankfurt’a ulaşana kadar. Acaba orada bir gelişme olmuş muydu bu arada? Gemiye binene kadar ona ulaşabilirlerdi gerçi ama, neredeyse iki gündür kopuktu her şeyden. İner inmez telefon edebileceği bir yer bulmalı ve Frankfurt’u arayıp durumu öğrenmeliydi. Bereket ki, yemekte de bir kaç duble rakı içmişti ve uykuya dalması kolay olacaktı sanki.

“Ulan ne iş be,” diye mırıldandı yatağa girerken, “Bu gidişle alkolik olursam yeridir yani.”

Sabah uyandığında, kendini dinlenmiş buldu. Deliksiz bir uyku çekmişti. Kalkıp giyindi ve alt salona kahvaltıya indi. Gemi personeli, geniş salonun dip tarafında 3 masa hazırlamıştı. Bunun gemiye gelecek İtalyan Polisi ve gümrükçüler için olduğunu, üzerlerinde duran pasaport yığınlarından anlamıştı Cengiz.  Olup bitecekleri beklemeye başladı.

Saat 10 gibi geldi İtalyanlar. Toplam 20 kişi kadar vardılar. Masalara oturup pasaportları incelemeye başladılar hemen. Gemi personeli de yardımcı oluyordu onlara. Bir yarım saat kadar sürdü bu iş. Bazı pasaportları ayırıp, kenara koyuyordu İtalyan’lar. İlk çağrılan, o pek hoşlanmadığı İngiliz oldu. Peşinden de onu çağırdılar. Merakla yürüdü masaya. Ama oturması bile gerekmedi. İtalyan Polis pasaportunu şöyle bir karıştırdı ve Alman Oturma İzni’ni görünce, giriş damgasını vurup, Cengiz’in eline tutuşturdu. Bitmişti kontrol. Yerine geri dönerken, İngiliz’in işinin de çoktan bitmiş olduğunu farketti. Sonra da oturduğu yerden TIR şoförlerinin peşpeşe çağrılmalarını ve onların işlemlerinin de hızla tamamlanmasını seyretti.

Sonunda sıra Giovanniler’e geldi. Hala dışarıda, güvertede birbirine sokulmuş oturan Giovanniler’e. Doğrusu zamanla iyi bir sistem geliştirmişti İtalyanlar. İçlerinden biri elindeki bir demet pasaportla kapıya gidiyor, sonra orada bekleyen gemi personelinden biri, pasaportlardaki isimleri yüksek sesle okuyarak, onları içeri çağırıyordu. Bundan sonra olanları ise ancak ‘facia’ sözcüğüyle tanımlamak mümkündü.

Konuşmaları duyamıyordu gerçi ama, hem İtalyan polislerin yüzündeki çokbilmiş ifadeyi, hem de çoluk çocuk onların karşısında ezilip büzülen insanların gözlerinden fışkıran dehşeti ve zavallılığı görebiliyordu. Sonunda masada oturan polis başını sallıyor ve elindeki pasaportları, hemen yanında duran bir arkadaşına teslim ediyordu. Kısacası, İtalya’ya girmeleri reddedilmiş oluyordu yani. Tüm yıkılmışlığıyla, dışarıya, güvertedeki diğerlerinin yanına dönmek için kapıya yürüyenlerin görüntüsü ise insanın kanını donduracak gibiydi. Ağlayan çocuklar, dövünen kadınlar ve yüzü taş kesilmiş, rengi atmış erkekler, düşmüş omuzlarıyla sanki mezara gidiyor gibiydiler. Cengiz buna fazla dayanamayacağının farkındaydı. Kalkıp, adeta fırlar gibi güverteye çıktı. Kamaraya dönüp eşyalarını toplasa iyi olurdu hani.

Yaklaşık bir saat sonra kapısı vuruldu. Tahsin Kaptan yine birini yollamış yukarıya, Kaptan Köşkü’ne çağırıyordu. Aslında pek de hevesli değildi ama, yine de merak ağır bastı sonunda. Yavaş yavaş yürüyerek çıktı yukarıya.

“İyi ki geldiniz Cengiz Bey,” diye karşıladı onu Süvari, “Venedik Limanı’na girip çıkmak değişik bir şey. İzlemek istersiniz diye düşündüm de.”

Cengiz o zaman geminin hızının iyice düşmüş olduğunu farketti. Dar suyollarından geçiyorlardı. Her iki tarafta da, rıhtımlara bağlanmış çeşit çeşit gemiler vardı. Çoğu yük taşıyan şilepti bunların. Bir kaç tanker de sol tarafta, sanki onlara ayrılmış gibi görünen bir rıhtıma bağlıydı.

“Hayrola Kaptan?” diye sordu, “Bu sefer kılavuz yok galiba?”

“Burada kaptanına göre değişiyor iş Cengiz Bey. İlk gelene kılavuz mutlaka veriliyor ama, artık bizim için öyle bir zorunluluk kalmadı.”

Sonra elini kaldırıp tam karşılarına düşen bir yeri işaret etti. Venedik Körfezi’nin sonu gibiydi sanki bu gösterdiği yer. Oradaki rıhtımda, yolcu gemilerinin bağlı olduğu görülüyordu. İki büyük geminin arasında da, Cengiz’in gözüne çok küçük görünen bir boşluk vardı.

“Oraya yanaşacağız Cengiz Bey,” dedi Kaptan, “Genelde hep aynı yeri ayırırlar bize.”

Oturup seyretmeye başladı Cengiz. Tıpkı onları Corint Kanalı’ndan geçiren Yunanlı Kılavuz Kaptan’ın yaptığı gibiydi her şey. Tek fark, burada elinde telsiz olanın başkta biri değil, Süvari olmasıydı. Galiba her zamankinden daha farklı bir kişiliğe bürünmüştü Tahsin Kaptan. Sanki biraz gerilmiş gibiydi. Ama bu da normal olmalıydı. Kocaman gemiyi daracık bir yere yanaştıracaktı adam. Hata kaldırmaz bir işe girişmişti yani. Sorumluluğu çok büyük olmalıydı.

Bu arada İkinci Kaptan’ın da yanlarına geldiğini farketti Cengiz. Halinden bir şeyler söyleyeceği belliydi ama, sabırla bekledi Süvari’nin biraz rahat bir anını bulmak için.

“İşlemler tamamen bitti efendim,” dedi sonra da, “Yanaşır yanaşmaz kapakları açıp, araç ve yolcuları boşaltabiliriz.”

“Kaç kişiyi geri götürüyoruz?” diye sordu Tahsin Kaptan.

“176 dönüş yolcumuz var efendim. Bu sefer hepsini geri yolluyorlar. Bir tanesi bile kurtaramadı paçayı.”

Sormadan sonucu öğrenmiş oldu böylece Cengiz. Önce içinden dalga dalga yükselen kızgınlığı farketti. Hemen peşinden de çok da haklı olmadığını anladı. Neden kızacaktı ki İtalyanlar’a. Sonuçta işlerini yapıyordu adamlar. Kendi ülkelerini kollamaktan başka bir amaçlarını yoktu her halde. Bundan daha doğal ne olabilirdi ki? Acaba bir gün Türkler’de öğrenebilecekler miydi, öncelikle kendi ülkelerini kollamalarının gerektiğini.

Bu arada iyice yaklaşmışlardı rıhtıma. Böylece de işin en zor bölümü de başlamış oluyordu. O koca gemiyi hiç bir yere çarpmadan döndürmek ve sonra da, iki yolcu gemisinin arasındaki yere geri geri sokmaktı bu. Sonuna kadar, biraz da nefesini tutarak seyretti herşeyi. Baş ve kıçtan uzatılan halatlar rıhtımdaki babalara bağlandığında, Tahsin Kaptan gibi o da gevşemişti. Vay be, dev gibi gemiyi küçücük yere sokmuştu işte adam.

Vedalaşıp ayrıldı sonra Cengiz, aşağıya kamarasına indi. Geldiğinde eşyalarını taşıyan kamarot da orada onu bekliyordu zaten. Birlikte aşağıya, onun söylediğine göre taşıt güvertesine indiler. Gözüne ilk çarpan, araçların arasında dolaşmakta olan İtalyan gümrük görevlileri oldu. Çantalarını bagaja yükleyip Citroen’in direksiyonuna oturdu ve kapıların açılmasını beklemeye başladı. İkinci sıradaydı. Önünde ise İngiliz plakalı bir Opel duruyordu. Direksiyonunda o pek hazzetmediği İngiliz’in oturduğunu gördü.

Büyük kapak kalktığında birden içeri dolan güçlü ışığı gözlerinin kamaşmasına neden oldu. Bir süre sonra İngiliz hareket edince, o da düştü peşine. Gemiden 30-40 metre uzaklaştıklarında, gümrükçüler önlerini kesti ve İngiliz’in arabasının hemen arkasında durmak zorunda kaldı o da. Sonra gözleri yandaki kulübeden çıkıp onlara doğru yürüyen köpekli adamlara takıldı. Bu arada, İngiliz’i arabadan indirmişlerdi bile. Köpeklerin biri arabanın içine girdiğinde, gümrükçülerden biri Citroen’e doğru yürüdü. Camı indirip bekledi Cengiz.

“Lütfen devam edin efendim,” dedi adam İngilizce konuşarak.

Cengiz merakla önünde olup bitenleri seyrediyordu bir taraftan da. İngiliz’in Sultanahmet’i neden sevdiği çıkmıştı ortaya işte. Köpeklerin ilgisine bakılırsa, arabası da dolu olmalıydı yani. İki günlük feribot yolculuğunun bitişi bile olaylı oluyordu işte. Hani tam o sırada rıhtıma bir gök taşı düşse, pek şaşırmayacaktı Cengiz.

“Efendim durmayın lütfen,” diye ısrar etti İtalyan gümrük memuru.

Sesinde hissedilir bir kararlılık vardı adamın. Direnmek akıl karı olmayabilirdi doğrusu. Çaresiz biraz geri alıp çıktı İngiliz plakalı Opel’in arkasından ve gümrüklü alandan geçerek çıkış kapısına doğru sürdü arabayı. Aynaya baktığında son gördüğü, başka bir gümrük görevlisinin İngiliz’in üstünü aramakta olduğuydu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder