Ankara Feribotu’nun kalkmasına 2 saat kala
Liman’a gitme zamanı gelmişti. Selim’le vedalaştılar, sonra da Citroen’e
atlayıp Liman’a gitti. Bileti gerçekten de hazırdı gişede. Üstelik basın
indirimi de yapmıştı Denizyolları. Pasaport ve gümrük işlemlerini yaptırıp,
geminin kıç tarafındaki büyük kapıdan içeri sürdü Citroen’i. İki gün sürecek
feribot yolculuğu başlıyordu.
Arabayı parkettiği yerde elinden çantalarını
kapan bir kamarot, Cengiz’i iki kat yukarıdaki kayıt bürosuna götürdü.
Pasaportunu görevliye teslim edip anahtarını aldıktan sonra, en üst kattaki
kamaraya gittiler. Biraz ufak, ama sevimli bir yerdi burası. İki gece
kalacağına göre, en iyisi giysileri buruşmaması için asmak olacaktı galiba.
Sonra da fotoğraf makinelerini çıkardı çantadan. Eğer gerçekten de bu yolculuğu
bir haber-röportaj haline getirecekse, resim çekmesi de gerekecekti tabii.
Gemi hafif hafif titremeye başlamıştı bu
arada. Kalkıyorlardı yani. Cengiz makineleri alıp dışarıya, üst güverteye
çıktı. Işık çok güzeldi. İnsan kendini o berbat kokudan kurtarabilirse, İzmir
Körfezi de şahane görünüyordu zaten. Resim çekerek güvertede yürümeye başladı.
İyi olmuştu bu iş. Yorulmadan Venedik’e kadar gideceklerdi işte. Yavaş yavaş ön
tarafa da gelmişti bu arada. Korkuluklara yaslanıp, geminin burnunun denizi
yara yara ilerleyişini seyretti bir süre, Sonra da aşağıya, başüstü güvertesine
baktı ve öylece kalıverdi olduğu yerde.
İnanılmaz bir manzara vardı gözlerinin
önünde. Sanki bir geminin güvertesine değil de, uğradıkları beklenmedik felaketin
getirdiği panikle alelacele bulundukları yeri terketmeye çalışan ve yanlarına
alabildikleri tüm eşyalarıyla toplanıp, onları almaya gelecek kurtarma
araçlarını bekleyen insanların toplandığı bir meydana bakıyor gibiydi. Son
derece kalabalıktı güverte. Esmer, giyimlerinden kırsal kesimden geldikleri
hemen anlaşılan, çoluk çocuk her yaştan insanların oluşturduğu bir kalabalıktı
bu. Eski çantalar, kırık dökük bavullar, denkler, her yere yayılmıştı.
Bu da neydi böyle?
“Cengiz Bey mi?” diye sordu biri arkasından,
tam o sırada.
Gemi personelinden genç bir adamdı bu.
Gözlerinde saygılı bir ifade vardı. Meraklandı Cengiz.
“Evet benim. Bir şey mi vardı?”
“Efendim Tahsin Kaptan sizi Köprü’ye
bekliyor da, onu söyleyecektim.”
“Tahsin Kaptan?”
“Evet efendim. Süvarimiz olur kendileri.”
Genç adam bir taraftan da kıç güvertesinin
üstünde, enlemesine bütün gemiyi kaplayan Kaptan Köşkü’nü gösteriyordu. Galiba
Süvari ile tanışmanın vakti gelmişti. Ama Cengiz bir taraftan da gözlerini
başüstü güvertesindeki kalabalıktan koparamıyordu bir türlü.
“Tamam gidelim de,” dedi, “Bir şeyi merak
ettim doğrusu. Bunlar kim böyle ya?”
Genç adam biraz sokulup aşağıya baktı şöyle
bir. Yüzünde anlayışlı bir ifade belirmişti sanki.
“Civanileri mi soruyorsunuz efendim?”
“O da ne demek öyle?”
“Bunlar Civaniler efendim işte. Yani bu
aşağıdakiler.”
“Tamam duyuyorum seni de ‘Civani ne demek
onu bilmiyorum.”
“Aslında ben de pek bilmiyorum efendim.
İtalyanlar öyle der bunlara.”
“Allah Allah. Nereli bunlar peki?”
“Türk efendim, nereli olacaklar. Gerçi çoğu
Doğulu ama hepsi Türk işte neticede.”
Hiç bir şey anlamamıştı Cengiz. Hatta
iyiden iyiye kafası karışmıştı bir de. Ama bu genç adamın onu daha fazla
bilgilendiremeyeceği de belliydi. Fazla ısrar etmedi. Birlikte geminin arka
tarafına, Kaptan Köşkü’ne doğru yürümeye başladılar.
Tahsin Kaptan, insanın denizle uğraştığı
zaman ne kadar sağlıklı olacağının kanıtı gibiydi sanki. Yaşı 60’a yakın
olmalıydı ama, kelimenin tam anlamıyla zımba gibiydi doğrusu. Dinç, vücudunda
bir gram bile fazla yağ bulunmayan, orta boylu, sakakları iyice kırlaşmış ve
güler yüzlü. El sıkışıp tanıştılar. Sonra Cengiz’in gözü, tüm kaptan köşkünün
ön kısmını kaplayan geniş pencerelerden görünen manzaraya takıldı. Kocaman bir
geminin yönetildiği yerdi burası ve bu tanımlamaya gerçekten de uyuyordu
önündeki görüntü. Aklına, ortaokula gittiği yıllarda gizli gizli kurduğu
‘kaptan olma’ hayallerini getirmişti, tüm bunlar.
Bir saate yakın konuştular Süvari’yle. Adam
yaşamının büyük bölümünü denizde geçirmişti evet, ama anlattıklarıyla, hiç bir
şeyden kopmamış olduğunu, bol bol okuduğunu, dünyada ve Türkiye’de olup
bitenleri takip ettiğini belli ediyordu. Sonra birden aklına geldi Cengiz’in.
“Tahsin Kaptan, az önce ön güvertedeki
kalabalık ve karışıklığı görüp şaşırmıştım. Sonra beni buraya getiren arkadaşa
bunların kim olduğunu sordum o da bana ‘Civaniler’ dedi. Yine de hiç bir şey
anlamadım. Kim bunlar? Civani ne demek? Nereye gidiyorlar böyle?”
Gülmeye başladı Süvari.
“Civaniler ha? Doğru bizim personel onlara
böyle diyor. Ama bu, İtalyanlar’ın taktığı bir isim ve doğru telaffuz etmiyor o
arkadaş da, tıpkı diğerleri gibi. Aslı ‘Giovanni’ olacak.”
“Kusura bakmayın ama yine bir şey
anlamadım.”
“Anlatıcam Cengiz Bey. Bunlar; Anadolu’nun,
özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun değişik yerlerinden gelen
vatandaşlarımız. Gördüğünüz gibi İtalya’ya gidiyorlar gemimizde. Kendilerine
sorarsanız, ‘turistik geziye gittiklerini’ ya da ‘tatile çıktıklarını’
söylerler.”
“Ama hallerine ve yanlarındaki eşyalara
bakarsak, hiç de öyle turistik geziye giden bir halleri yok yani. Öyle
yatak-döşek denkler filan.”
“Haklısınız Cengiz Bey. Zaten kimse de
yutmuyor bunları. Hele ki İtalyanlar. Büyük çoğunluğunu da İtalya’ya sokmayıp
geri gönderiyorlar zaten. Yani geri dönerken de genellikle aynı manzara olur
gemimizde.”
“Peki İtalyan makamları size bir şey
demiyor mu, bu adamları getirdiğiniz için? Biliyorsunuzdur, Almanya’ya vizesiz
yolcu getiren havayollarına ceza kesiyor Alman makamları.”
“Biliyorum evet. Ama İtalya Türkler’den
vize istemiyor. Henüz tabii. Bunlar da bunu iyi bildikleri için şanslarını
deniyorlar böyle. Hani ya tutarsa, ya İtalyanlar’ı kandırıp giriş yapabilirsem
diye.”
“Yani siz bunları tek yönlü biletle
gidiş-dönüş taşıyorsunuz o zaman,” dedi Cengiz, “Demek istediğim bu durumda ucu
bir anlamda size, ya da daha doğrusu Denizyolları’na dokunuyor olmalı.”
“Yok Cengiz Bey öyle değil. Bunların hepsi,
İtalya’ya girebilmek için ilk şartın ellerindeki gidiş dönüş-bileti olduğunu
bilirler. Yani insan turistik geziye giderken tek yönlü bilet almaz değil mi?
Zaten İtalyanlar da, pasaportla birlikte dönüş biletlerini ister bunlardan.
Neyse ki, hepsi en ucuz biletlerden alır. Buna göre de güvertede yolculuk
yapmaları gerekir ama, eğer hava kötü olursa biz içeriye, pulman koltukların
bulunduğu salonlara girmelerine izin veririz. Aralarında, çocuklar da var
çünkü. Görmüşsünüzdür siz de.”
“Vay be. Bayağı masraflı bir denemeye
kalkışıyorlar yani. Peki hiç konuştunuz bunlarla Kaptan, neden gidiyorlarmış?
Ya da İtalya’ya girdikten sonra ne yapacaklarmış?”
“Denedim ama bunlar konuşmazlar ki. Bana da
‘turistik geziye gittikleri’ masalını anlatıyorlar. Şimdi siz gidip sorsanız,
iyice sus pus olurlar. Ben başta olmak üzere tüm gemi personelini ya da
kendilerine soru sormaya kalkan herkesi, amaçlarına ulaşmalarını engellemeye
çalışan düşmanlar olarak görüyorlar.”
“Ama Kaptan,” dedi Cengiz, “Hepsi birden
böyle davranıyorsa, o zaman bunlara akıl veren, nasıl davranmaları gerektiğini
öğreten birileri olmalı o zaman.”
“Haklısınız Cengiz Bey, öyle olmalı. Ben de
sık sık düşündüm bunu.”
“Bunlar kim acaba Kaptan? Ne amaca hizmet
ederler?”
“Anladığım kadarıyla bu insanlara
pasaportlarını alan ve biletleri satan, ya da belki de yalnızca para karşılığı
aracılık eden birileri var. Çünkü bunların çoğu, normal bir vatandaş gibi
başvurup pasaport almayı bile çok büyük bir iş olarak görüyor. Kanımca,
aracılık yapanların de tek bir amacı var ki, o da para kazanmak.”
“Çok aşağılık bir durum bu Kaptan.”
“Ne yazık ki öyle Cengiz Bey.”
Acaba tek başına yeterli olur muydu bu
‘aşağılık’ tanımlaması? Bu insanlar; kendilerine göre büyük umutlarla, çoluk
çocuk yollara dökülüyor ve sonunda, tam bir yıkılmışlıkla ve kös kös geri
dönmek durumunda kalıyorlardı. Başlangıcından sonuna kadar; karşılarına çıkan
hiç kimseye güvenemeyerek, her an birilerinin onlara hiç bilmedikleri bir
kötülük yapabilecekleri korkusuyla, binbir eziyete katlanarak kalkıştıkları
maceranın sonunda geri dönmekti bu. Ellerindeki avuçlarında tüm paraları, bir
çıkış yolu bulacakları zannıyla bir takım uyanıklara kaptırdıktan sonra hem de.
“Peki Kaptan merak ettim şimdi,” dedi
Cengiz, “Bunlar otobüslerle filan mı seyahat ediyorlar? O zaman belki de bu
işten para kazanan leş kargalarına ulaşılabilir diye soruyorum.”
“Yok Cengiz Bey, otobüs filan yok. Gerçi
gruplar halinde geliyorlar gemiye binmek için İzmir’de ama, öyle tüm eşyaları
sırtlarında yürüyerek.”
“İyi
de, Türk makamları nasıl bakıyor bu işe acaba? Bunların böyle yığınlar halinde
feribota gidip İtalya’ya gitmeye kalkması, polisin ya da gümrüğün dikkatini
çekmiyor mu? Çoğu geri geldiğine göre, resmi makamların olup bitenden habersiz
olmaması imkânsız gibi görünüyor. O zaman neden bunu engellemiyorlar bir
biçimde? Sonuç olarak Türkiye’nin dışarıdaki imajını fena halde sarsacak bir
durum söz konusu. Ya Denizyolları? Onlar
da sessizce seyrediyorsa eğer, sizce bu garip değil mi?”
“Cengiz Bey,” dedi Tahsin Kaptan, “Benim
Devlet Memuru olduğumu unutmayın. Emekliliği iyice yaklaşmış bir Devlet memuru
hem de. Bu sorularınıza ne yazık ki cevap veremeyeceğim.”
Sustu Cengiz. Bu sözleri meslek yaşamında
birçok kez duymuş biri olarak, karşısında ileri sürebileceği hiç bir tezin
olmadığını biliyordu. Türkiye’de Devlet, hiçbir işi tam becerememiş bile olsa,
kendi çalışanlarının benliğine böyle bir korkuyu derinlemesine işlemeyi
becermişti. İnsanların bireysel güvenlik kaygısıyla toplumsal olumsuzluklara
karşı seslerini yükseltememelerinin yanlış olduğunu, kimseye anlatamazdınız.
Eğer anlayabilecek olsalar, zaten öyle davranırlardı. Acı ve zararlı bir
gerçekti bu. Devlet mekanizmasını topal edecek kadar zararlı bir gerçek.
“Bir şey daha sormak istiyordum Tahsin
Kaptan,” dedi sonra, sanki onun verdiği yanıtı duymamış gibi yaparak,
“İtalyanlar neden ‘Giovanni’ diyor bu arkadaşlara?”
“Ben de merak ettim bunu Cengiz Bey. Güney
İtalya’nın fakir köylerinden çıkıp Kuzey’e, büyük şehirlere giden serseri
maceracılar için kullanılan bir deyimmiş bu. Hem serseri anlamına geliyor, hem
de cahil köylü. Güzel bir tanımlama değil ne yazık ki?”
Bu açıklama, Liederbach’daki Pizzaria
Ristorante Palermo’nun sahibi, Sicilyalı yarma Giovanniyi getirdi Cengiz’in
aklına. Doğrusu tam bir Giovanni prototipiydi herif.
Kaptan Köşkü’nden çıktıktan sonra, gemiyi
uzun uzun dolaştı. Ama Süvari’nin tavsiyesini dinledi ve güvertedeki
kalabalığın arasına girmedi. Bu ürkek tavşan sürüsünü andıran kalabalığı
rahatsız etmek fikri çok itici gelmişti doğrusu. Bunun yerine dikkatini diğer
yolculara verdi. Aslında pek fazla yolcu da yoktu zaten. Yirmi kadar TIR şoförü
ve barda tek başına oturmuş viski içen bir yabancı erkek.
Onu görünce canı bir şey içmek istedi
Cengiz’in. Gidip bar taburelerinden birine de o oturdu. Barmene viskisini
söyledi ve dönüp yakında olan adama doğru kaldırdı kadehini. O da sanki böyle
bir şey bekliyordu. Bir dakika sonra sıkı bir sohbete başlamışlardı bile.
Yıllar öncesinin Hippi tiplerini andırıyordu adam. İngiliz’di. Türkiye’ye
arabayla geldiğini ve iki aya yakın Anadolu’da gezdiğini anlatıyordu. Ama en
çok İstanbul’u, özellikle de Sultanahmet çevresini sevmişti. Şimdi de
memleketine geri dönüyordu. Yol uzun olduğu için Venedik’e kadar feribotla
gelmenin daha iyi olacağını düşünmüştü. Arada, Süvari’nin onu akşam yemeğinde
masasına davet ettiğini ama kıyafeti uygun olmadığı için katılamayacağını da
söyledi. Böylece de Cengiz Süvari’nin masasında oturmak için ceket-kravat
gerektiğini öğrenmiş oldu. Bereket ki, çantasına bir takım elbise koymuştu
ihtiyaten. Yoksa akşam yemeği süresince, ona nedenini tam bilemediği bir
biçimde huzursuzluk veren bu İngiliz’le oturmak zorunda kalacaktı.
Yemek oldukça keyifli geçti, ceket-kravat
işkencesinin dışında. Ama, başta Tahsin Kaptan olmaz üzere, herkesin de aynı
sıkıntıyı hissettiği belliydi. Her zaman olduğu gibi, sıkılsalar da
başkalarının koyduğu katı kurallara başkaldıramayan bir grup insandılar işte.
Sonra kamaraya gidip yatağa uzandı. Ama uyuyamayacağının farkındaydı. O kadar
çok şey vardı ki düşünecek.
İçindeki ‘davanın kaybedildiğinin bilincine
varma’ duygusu, böyle zamanlarda çok güçleniyordu. Evet, hala tam bir yenilgi
yoktu ortada ama, bütün göstergeler, oraya doğru hızla gidildiğini işaret
ediyordu. Üstelik bu 65-70 yıl önceki yenilgiden daha da beter olacağa
benziyordu. O zaman; dağılmış ve içindeki unsurların birbirini pek de
umursamadığı bir ülke vardı yenilginin sonunda. Ve inanılmaz biri çıkıp, bütün
bu olumsuzlukların üstesinden gelecek bir kadroyu kurmayı, sonra da eldeki tüm
unsurları, onların için yepyeni olan, hiç bilmedikleri bir ülkünün, ulus olmak
ülküsünün etrafında bütünleştirmeyi başarmıştı. Sanki bir mucizeydi bu.
İnanılmaz bir dinamik getirmişti insanlara. Ne var ki, bunun sürekli olması
için gerekli altyapıdan yoksundular. Elbette ki, mucizenin yaratıcıları da
farkındaydılar bunun. Bu eksikliği gidermek için uğraşıyorlar, canla başla
çalışıyorlardı. Çok da başarılıydılar hala. Ama doğanın kesin kurallarına karşı
direnmeleri de beklenemezdi. İnsan ömrü sınırlıydı. Ortaya çıkan eseri daha
geliştirerek ileriye götürmeleri için emanet edebilecek yeni kadrolar
yetiştirmeleri gerektiğini biliyor ve bunu çok önemsiyorlardı tabii, ama zaman
yetmemişti galiba tam olarak.
Önce hız kesilmiş, sonra da saat birden
geriye doğru işlemeye başlamıştı sanki. Mucizenin emanet edildiği genç kadrolar
da gevşemiş gibiydi. Omuzlarına yüklenen sorumluluğu pek de almak
istemiyorlardı nedense. Bunun yerine, dönüp biraz geçmişe baksalar ne kadar
büyük bir hata olduğunu kolaylıkla anlayıverecekleri işlere girişmişlerdi.
Gruplaşmalar ve bunun doğal sonucu olarak da çıkar çatışmaları çıkıyordu
ortaya. İlk başlarda küçük gibi görünen, ama giderek büyüyen, acımasızlaşan,
kural tanımamaya başlayan çıkar çatışmaları. Giderek tam bir savaşa dönüşmeye
eğilimli, katı ve hatta kanlı çıkar çatışmaları. En kötüsü de; kendilerini bu
çatışmalara kaptıranların çevreye ve ülkeye verdikleri zararı görmezden
gelmeleriydi. Umursamıyorlardı bile. Uzun lafın kısası, mucizelerin emanet
edildiği genç kadrolar, görevini yerine getirmemişti.
Adeta ihanet boyutunda hem de.
Üstelik bunu onlara hatırlatmaya kalkan
birileri çıktığında da, arkasına saklanmaya çalıştıkları ve gerçekte daha da
büyük bir hatadan başka bir şey olmayan gerekçeler geliştirmişlerdi. Türkiye
Cumhuriyeti’nin dayandığı ilke ve devrimler o kadar güçlüydü ki onlara göre,
hiç kimse bunları bozamaz, değiştiremezdi. Buna kimsenin gücü yetmezdi.
Cumhuriyet, temel hedefi olan aydınlık yolda sonsuza dek yürüyecekti. Bu
millet, bunu engellemeye kalkan herkesin ağzının payını verirdi. Kısacası, kaya
gibi sağlamdı Türkiye Cumhuriyeti.
Böyle bir gerekçenin ardına sığınanların
iki gruba ayrılması gerektiğini düşünüyordu Cengiz. Büyük bir güven duygusuyla
kendini rahatlığa kaptıranlar ve gerçek hainler.
Kuruluş yıllarında, her biri bir hedefi
işaret etmek amacıyla oluşturulan sloganları ikide birde tekrarlayarak ve
yalnızca bunu yaparak Cumhuriyet’i değil hedeflerine ulaştırmak, ayakta tutmak
bile mümkün değildi hâlbuki. Gerçi ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demekle mutlu
olunmadığının farkına varanlar da vardı, tıpkı ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’
sloganının pek de gerçeklere uymadığını görenler olduğu gibi. Ama onlar da bu
durumu değiştirmek, bu slogan hedefleri gerçeğe dönüştürmek için kıllarını bile
kıpırdatmıyorlardı.
Mesleğinin, ona gelecekteki tehlikeleri
sezmesine neden olan fırsatlar verdiğini düşünüyordu Cengiz. Ve bunlar insanı
dehşete düşüren tehlikelerdi. Batı dünyasının adeta genlerinde olan bir
tepkiyle dışlamaya yatkın olduğu bir yana, kendi içinde parçalanmaya giden yolda
bilinçsizce sürüklenen bir ülke görünümü veriyordu Türkiye.
Yalnızca bugün bu gemide tanık olduğu
‘Giovanniler’ olayı bile yeterdi yani. Ülkelerini terkedebilmek için herşeyi
göze alan ve kendi hayallerini zorlayan bilinmezlerin içine atılmaktan başka
çaresi kalmamış Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıydı onlar.
“Hepimiz suçluyuz,” diye mırıldandı kendi
kendine, “Ben de dahil hepimiz. Bize emanet edilene ihanet ettik hepimiz.
Bizden bekleneni yapamadık. Daha da kötüsü hatta. Yapmadık.”
Kalkıp çantasını açtı. Kırılmaması için
giysilerin arasına yerleştirdiği viski şişesini çıkarıp kafasına dikti. Yoksa
uyuyamayacağını farkediyordu. Beyninin biraz tatile çıkması lazımdı. Bu da
ancak viskinin yardımıyla olabilecekti.
Sabah kalktığında bir sürpriz bekliyordu
Cengiz’i. Gemi Pire Limanı’na yanaşmış, rıhtıma bağlanmıştı. Kapılar açıktı ve
inip binenler görünüyordu. Orta kattaki büyük salona gittiğinde, burada Yunanlı
pasaport ve gümrük görevlilerinin oturduğunu gördü. Bir hareketlilik de vardı.
Sonra İkinci Kaptan’ın ortalarda dolaştığını farkedip ona ‘ne olup bittiğini’
sordu.
“İsteyenler karaya çıkıyor Cengiz Bey,”
dedi adam, “Siz çıkmıyor musunuz? Öğlen saat 1’e kadar buradayız.”
“İyi de Yunan vizem yok ki? Nasıl çıkıcam?”
“Vize gerekmez Cengiz Bey, gemi
yolcususunuz ya.”
“Nasıl olacak bu peki?”
“Çok basit. Biliyorsunuz tüm yolcuların
pasaportları, ineceğiniz limana gelene kadar bizde, yani geminin kasasında. Tek
yapmanız gereken Yunanlı görevlilere inmek istediğinizi söylemeniz. Size bir
iniş belgesi verirler ve inip istediğiniz kadar gezersiniz.”
“Yok be,” dedi Cengiz, “İyiymiş yani.”
Pire’nin cadde ve sokaklarında bir süre
amaçsız dolaştı Cengiz. Hava çok güzeldi doğrusu. Ama fazla kalamadı dışarıda.
Giovanniler’i merak etmişti birden. Acaba onlar da geziyor muydular böyle? Ama
ortalıkta hiç biri görünmüyordu. Meraklanıp gemiye döndü o zaman. En üst kata
çıkıp, bir gün önce onların varlığını ilk fark ettiği yere doğru yürüdü. Orada,
güvertedeydiler hepsi. Ama sanki birbirlerine biraz daha sokulmuş gibiydiler.
Bilinmeyen bir tehlikeden korunmak için birbirlerine neredeyse dokunarak,
öylece büzülmüş oturuyorlardı. Tıpkı vahşi hayvanlar gibi. İtalyanlar’ın onları
Giovanni diye yaftalamasını da, birden çok zalimce bulmaya başladı. Bunlar da
köylüydüler gerçi ama, hiç de meceraperest bir görüntüleri yoktu doğrusu.
İsyan etmek geldi içinden. Bağırmak;
sakinleşene kadar, içi soğuyana kadar avaz avaz bağırmak istiyordu. Kendini zor
tuttu.
Gemi Pire Limanı’ndan çıkmak hareket üzere
ettiğinde, biraz toparlanmıştı. Bunda güvertedekilerin de biraz rahatladığını
görmek etkili olmuştu doğrusu. O zaman birden kafasına dank etti ki,
terketmekte oldukları bu yer Yunanistan’dı. Kimbilir neler hissetmişlerdi bu
insanlar. Kimbilir birileri onların kafasına nasıl bir Yunanistan ve Rum resmi
kazımıştı. Kazasız belasız buradan ayrılmanın sevinci olmalıydı, bu gözle
görülen rahatlamayı getiren.
Biraz dolaşmak istiyordu canı. Geminin
çevresini çepeçevre dolaştı ağır ağır. Zaman zaman durup küpeşte korkuluklarına
yaslanıyor,giderek uzaklaşmakta olan Pire’ye bakıyordu. Kıç tarafa
yaklaştığında, Tahsin Kaptan’ın dışarıya, hemen Kaptan Köşkü’nün önündeki en
üst güverteye çıkmış olduğunu gördü.
“Cengiz Bey”, dedi Süvari elini sallayarak,
“Gelin gelin.”
Herşeye; geminin bu en manzaralı, en hâkim
yerinden bakma fikri hoşuna gitmişti onun da. Merdivenleri tırmanıp çıktı
Tahsin Kaptan’ın yanına. El sıkıştılar.
“Sizi çağırdım çünkü çok ilginç bir yerden
geçeceğiz biraz sonra,” dedi adam, “Corint Kanalı’nı biliyorsunuzdur her halde.”
“Biliyorum bilmesine de, hiç görmedim
tabii. Ne ilgimiz var bizim kanalla Kaptan?”
“İlgimiz olmaz mı Cengiz Bey? Oradan
geçeceğiz. Aksi halde yolumuzu yaklaşık bir tam gün uzatmış oluruz.”
“Bakın bunu bilmiyordum Kaptan,” dedi
Cengiz, Ben Corint’i küçük bir kanal sanıyordum ayrıca. Yani dar demek
istedim.”
“Dar evet, ama biz geçebiliyoruz bereket.
Eğer 4 metre daha enli olsa gemimiz, geçemeyecektik ama.”
“Oooo o kadar limitte yani.”
“Doğru. Hoş ve değişik bir geçiş bu. En iyi
de buradan görebilirsiniz. Eğer daha alt katlarda olursanız tek görebileceğiniz
duvar gibi kayalar olur. 60-70 metre yüksekliğinde kaya duvarlardan söz
ediyorum. Ama buradan baktığınızda her şeyi görebileceksiniz.”
Bak bu iyiydi işte. Böylece kafasının içini
de biraz boşaltabileceğini düşündü Cengiz. İzin isteyip aşağıya, kamarasına
indi sonra da. En iyisi fotoğraf çantasını olduğu gibi yanına almak olacaktı.
Bol bol resim çekebilirdi o zaman. Hem gazete için, hem de kendi arşivine
koymak amacıyla.
Yardım saat sonra yeniden yukarda, Kaptan
Köşkü’ndeydi. Gerçi Süvari burayı ısrarla ‘köprü’ diye tanımlıyordu ama, Cengiz
hala kendini alıştıramamıştı buna. Beraberce güverteye çıkıp, onlar için
getirilen iki sandalyeye oturdular ve sohbete daldılar. Cengiz, konunun Giovanniler’e
gelmemesine özellikle dikkat ediyordu. Yoksa, boşaltmayı amaçladığı kafasının
iyice karışacağının bilincindeydi.
“Kanalın girişi ilerde, tam karşımızda
Cengiz Bey,” dedi Süvari, “Görebiliyor musunuz Cengiz Bey? Bu arada bakın,
Yunanlılar da geliyor işte.”
Önce Corint Kanalı’nın hayal mayal
seçebildiği girişine baktı Cengiz. Sonra da gözleri, sağ taraftan hızla gemiye
yaklaşmakta olan 3 tekneye takıldı. Direklerinde Yunan bayrağı çekili, fazla
büyük olmayan ama epey hızlı giden teknelerdi bunlar.
“Bunlar neden geliyorlar böyle Kaptan?”
“Bu kılavuz takımı Cengiz Bey. Bakın öndeki
daha küçük tekne kılavuz kaptanı, dümenciyi ve ekibin diğer üyelerini
getiriyor. Arkadan gelen iki tekne ise römorkörler. Bizi çekerek geçirecekler
kanalı yani.”
“Neden Kaptan? Biz kendimiz geçemiyor muyuz
yani.?”
“Mümkün değil Cengiz Bey. Yunanlılar, hiç
bir gemiyi buradan kılavuzsuz geçirmezler. Ayrıca içine girince siz de
farkedeceksiniz zaten, bu pek de kolay bir iş değil. Yani özellikle bu
büyüklükte bir geminin kendi manevra olanaklarıyla buradan geçmesi, neredeyse
imkânsız. Kanalı geçip öbür tarafa, yani Adriyatik Denizi’ne çıktığımızda,
eminim ne demek istediğimi daha iyi anlamış olacaksınız zaten.”
Bu arada merdivenleri hızla çıkan bir
denizci yanlarına sokuldu. Ama öylece dikildi orada. Saygıyla Süvari’nin
konuşması için ona izin vermesini bekliyordu galiba. Cengiz yanılmadığını,
Tahsin Kaptan gözlerini çevirip adama baktığında anladı.
“Paketler hazır efendim,” dedi o zaman
denizci, “Ekibi aldıktan sonra kılavuz tekneye aktarmak üzere oraya götürdük.”
“Tamam evladım. Her zamanki gibi yapın
işte.”
Tahsin Kaptan, Cengiz’in bakışlarında merak görmüştü anlaşılan.
Gülümseyerek anlatmaya başladı.
“Sizi şaşırtmasın, buradan her geçişimizde
gemideki free-shop'tan paketler hazırlatıp veririz bu adamlara. Ama bu artık
neredeyse kural haline gelmiş bir uygulama. Yalnız biz değil, kim geçerse
geçsin yapar bu işi. Hele ki bizim gemi gibi düzenli olarak buradan haftada 4
kere, gidiş-dönüş geçenler. Karşılıklı çıkar ilişkisi işte. Eğer paketler iyi
olursa, bir dahaki geçişimizde kılavuz istediğimiz zaman hemen gelirler. Memnun
olmazlarsa, sıraya koyup bekletirler. Al gülüm, ver gülüm işte. Bilirsiniz.”
“Bayağı karlı işmiş bu Yunanlılar’ın
açısından Tahsin Kaptan,” dedi Cengiz, “Kimbilir kaç gemi geçiyordur buradan
günde, öyle değil mi?”
“Öyle olmalı bence de. Ama eminim ki; sorun
çıkmaması için, karaya çıktıklarında bizden aldıklarının bir kısmını da orada
birilerine vermek zorunda kalıyorlardır. Yine aynı yöntem yani Cengiz Bey. Al
gülüm, ver gülüm.”
“Peki Yunanlılar bu kanal geçişi için
gemilerden ayrıca bir ücret almıyor mu Kaptan?”
“Almaz olurlar mı hiç? Hem de bayağı yüksek
ücret alıyorlar. Ama düşünün ki, buradan geçip 1 saatte Adriyatik’e çıkmak
varken tüm Yunanistan’ı dolaşarak gitmek de hiç akıl karı değil yani. Hem
yolculuk süresini bir gün uzatıyor, hem de bunun için gerekli yakıt çok daha
pahalıya gelir. Bu da 5 dakika içinde size verdiğim üçüncü ‘al gülüm, ver
gülüm’ örneği oldu galiba.”
Bu arada gemiye çıkacak kılavuz kaptan,
dümenci ve diğerlerini getiren tekne de iyice yanaşmış, feribotun kıç
küpeştesinden kendilerine fırlatılan kılavuz ipini yakalayan birileri, bununla
kalın bir halatı göndermeye koyulmuşlardı. Beş dakika içinde borda bordaya
kenetlendi iki tekne. Gerçi biri diğerinin yanında cankurtaran sandalı gibi
kalıyordu ama, yine de, denizin ortasında böyle yapışık halde ilginç bir
manzara veriyorlardı. Sonra Cengiz bir kaç kişinin feribota geçtiğini, bu arada
da 3 büyük karton kutunun küçük tekneye aktarıldığını gördü. Hemen peşinden de
halatlar gevşetildi ve Yunanlıları getiren tekne, feribotun 25-30 metre
arkasında ama hala ona bağlı olarak kaldı.
Seyretmeye öyle dalmıştı ki, birden geminin
makinelerinin durduğu hissedince irkildi Cengiz. Aynı anda da, baş taraftan
gürültüler dikkatini çekti. İki römorkör, iki taraftan yanaşmış, tıpkı öteki
tekne gibi halatlarla bağlanıyorlardı. Ama buradakiler çok daha kalın
halatlardı. Tam o sırada da üniformalı 2 Yunanlı, Kaptan Köşküne geldi. Birinin
elinde telsiz vardı ve diğerinden en az 10 yaş büyük görünüyordu. Tahsin
Kaptan’la el sıkıştılar ve genç olan da dümene geçti bu arada. Bir anlamda
gemiyi teslim almışlardı işte. En azından bir süreliğine.
Yunanlı kılavuz kaptan elindeki telsizle
konuşmaya başlayınca dikkatini ona yöneltti Cengiz. Merakla seyrediyordu. Onun
bu halini gören Tahsin Kaptan, olup biteni açıklamak zorunda hissetti kendini
sanki.
“Şimdi geminin kıç tarafında, iskele ve
sancakta olmak üzere iki, baş tarafta da yine aynı şekildi iki adamı var. Hem
onlarla hem de bize çekecek römorkörlerin kaptanlarıyla konuşup, herkesin hazır
olup olmadığını kontrol ediyor. Kanalın diğer ucundan çıkana kadar da sık sık
konuşacak onlarla, göreceksiniz.”
Bu arada tekrar hareket ettiklerini
hissetti Cengiz. Ama gemi hiç titremiyordu. Koskoca gövdesiyle, onu çeken iki
güçlü römorkörün arkasında, adeta kayarak, ama yavaşça yol alıyordu. Tam
karşılarında da, Corint Kanalı’nın yüksek kayalık tepelerin arasında, insanın
gözüne daracık görünen girişi vardı. Heyecan verici bir şeydi bu. Çünkü bu koca
geminin oradan geçmesi söz konusuydu. Tahsin Kaptan’ın anlattıklarından
çıkardığı kadarıyla, yalnızca iki yanında kalacak ikişer metrelik bir limitleri
olacaktı. Geri kalan her şeyden kopup fotoğraf makinesini kaldırdı ve resim
çekmeye koyuldu.
Kanala girer girmez, Süvari’nin onu Kaptan
Köşkü’ne davet etmekle ne kadar büyük bir iyilik yaptığını anlayıverdi.
Gerçekten de kaya duvarların arasından, neredeyse sürünür gibi gidiyorlardı ve
alt katlarda olsa, bol bol kaya görebilecekti yalnızca. Daha yakın olabilmek
için dışarıya, öndeki en üst güverteye çıktı. Kıvrık havalandırma bacalarından
birinin üstüne oturup peş peşe deklanşöre basmaya başladı. Kendini iyice
kaptırmıştı yaptığı işe. Sonra gözü, 100 metre kadar ilerdeki bir köprüye
takıldı. Kaya duvarların en üstünde; iki yakayı birleştiren ve epeyce enli
görünen beton bir köprüydü bu. Her halde bir karayolunu geçiriyordu Kanal’ın
üstünden. Ama asıl dikkatini çeken; köprü korkuluklarına yaslanmış aşağıyı
seyreden, kalabalık bir grup insandı. Onların baktığı yerden de müthiş bir
manzara olmalıydı her halde. Çantaya dalıp 1000 mm’lik tele-objektifi çıkardı
ve makineye onu taktı. Tek bacaklı sehpayı da bağlayınca, tamam olmuştu şimdi.
Artık köprünün ürerindeki insanların neredeyse yüzlerini bile görebiliyordu.
Erkekler, kadınlar ve hatta çocuklar bile vardı aralarında. Yaklaştıkça da daha
net görmeye başlamıştı insan yüzlerini. Köprünün altından geçmek üzereydi artık
feribot.
“Kaptan içeri girmeniz gerektiğini söylüyor
efendim,” diyen sesi duydu sonra.
Görevini geçici olarak teslim eden Dümenci
gelmişti yanına. Ve açıkçası tam da bu sırada Kaptan’ın onu içeri çağırmasından
hiç hoşlanmamıştı Cengiz. Gittikçe daha güzel resimler yakalamaya başlamıştı
çünkü.
“Bir dakika beklesin Kaptan canım,” diye
söylendi, “Şu köprüyü geçelim gelirim hemen.”
“Efendim...” diye yeniden ve biraz daha
yüksek bir sesle konuşmaya başladı Dümenci.
Ama sözünü bitiremedi bile. Birden bir
takırtı koptu. Telaşla ayağa kalktı Cengiz. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu
ki, sağ tarafına, iki metre kadar uzağına iri bir taş düştü.
“Ne oluyor ya?” diye bağırabildi yalnızca.
Bu arada Dümenci de eline yapışmış onu
içeriye, Kaptan Köşkü’nün çatısı altına, yani güvenliğe çekiyordu. Birden olup
biten kafasına dank ediverdi o anda. Köprünün üstünde toplanmış aşağıyı
seyreden o insanlar, taş atıyorlardı aşağıya. Manyak mıydı bunlar ne?
“Boş yere içeri çağırmadım sizi Cengiz
Bey,” dedi Tahsin Kaptan, “Buradan taşlanmadan geçtiğimiz çok azdır. Allah
korusun bir yerinize gelir diye çekindim.”
Böyle bir şeyi hiç beklemediği için,
açıkçası epey korkmuştu Cengiz. En kötüsü de, bu işi bir anlam verememiş
olmasıydı. Neden taş atmıştı ki bu adamlar şimdi?
“Biliyorum merak ettiniz Cengiz Bey. Niye
bizi taşladıklarını merak ediyorsunuz. Yanıtı çok basit. Bakın ve kendi
gözlerinizle görün, taşlanma nedenimizi.”
Sonra eliyle geminin kıç direğinde
dalgalanmakta olan Türk Bayrağı’nı gösterdi. Kelimenin tam anlamıyla dondu
kaldı Cengiz o zaman.
“Vay be!” diyebildi yalnızca, “Bu kadar mı
manyak bunlar?”
İskemlelerden birine çöküp biraz
sakinleşmeye çalıştı sonra da. Ama tam tersi oluyordu galiba. İçinden dalga
dalga yükselen bir kızgınlığın onu pençesine almak üzere olduğunu hissediyordu.
Dümeni tutan Yunanlı’ya ve elindeki telsizle ikide birde konuşmakta olan
Kılavuz Kaptan’a baktı. Kendi bile gözlerinden ateşler çıktığını hissediyordu
sanki. Herifler, hiç bir şey olmamış kadar rahattılar. Umurlarında bile
olmamıştı olup biten. Bunu farketmek ise daha da çok kızmasına neden oldu
yalnızca. Tam ağzını açıp bir şeyler söylemeye çalışıyordu ki, Tahsin Kaptan’ın
elini omuzunda hissetti.
“Sakin olun Cengiz Bey,“ dedi adam, “Lütfen
sakin olun.”
Haklıydı galiba. Zaten köprünün altından da
geçmişti gemi. Yeniden güverteye çıktı Cengiz. Yanıbaşına düşen taş, hala orada
duruyordu. Yürüyüp eğildi ve eline altı. Yumruk kadar vardı. İlk düştüğü yerde,
güvertenin çelik zemini üstünde boyayı olduğu gibi kaldırmış, hatta çelik
plakada gözle görünür bir de iz bırakmıştı. Herhangi bir yerine gelseydi,
öldürebilirdi onu yani. Elindeki taşla geri döndü Kaptan Köşkü’ne. Özenle
fotoğraf çantasını koydu onu. İçinden öyle gelmişti yalnızca. Ölene kadar
saklayacaktı bunu.
“Kusura bakmayın arkadaşlar,” dedi Yunanlı
Kılavuz Kaptan’la Dümenci’ye, “Ülkenizin bir taşını aldım götürüyorum işte.
Yabancıya verecek tek bir taşımız bile yok filan diyemezsiniz artık.”
Tahsin Kaptan’la Dümenci ve içerde olan
diğer Türkler gülmeye başladılar. İki Yunanlı ise şaşkın şaşkın bakıyorlardı
ona. Ne dediğini anlamamışlardı ki.
Kanalın çıkış ağzı görünene kadar oturdu
Cengiz. Artık içinden resim çekmek de gelmiyordu. Sonra çıkıp güvertenin en
önüne kadar yürüdü. Tek tük martılar vardı havada uçan. Aklına Kuşbeyaz geldi
birden.
“Gerçekten de şanslıymışsın güvercincik,”
diye mırıldandı kendi kendine, “Eğer hala yaşıyorsan, içinde bulunduğun
koşulların kıymetini bil. En azından benim gibi ‘yalnızca bayrağın değişik’
diye kafana taş atıp öldürmeye çalışanlar yok etrafında.”
Gemi; kanal çıkışında römorkörlerden
ayrılıp, kılavuz ekibi de kendi motorlarına binerek hediye paketleriyle
uzaklaştığında, aşağıya, bara indi Cengiz. Bir süre için hiç bir şey düşünmek
istemiyordu. Kafasının dinlenmeye ihtiyacı vardı. Bu gemiye binmesinin asıl
nedeni, sakin bir yolculuk yapmaktı. Ama baksana, neler neler olmuştu işte.
Kimbilir Venedik’e ulaşana kadar daha neler olacaktı? En iyisi biraz sarhoş
olup uyumaktı galiba.
Akşam yemeğine zor yetişti. Gerçekten de,
peşpeşe devrilen 4 duble viskiden sonra yatıp uyumuştu. Ölü gibi hem de. Ama
iyi gelmişti bu. Kendini yeni sıkıntılara hazır bile hissedebiliyordu hatta.
Yemek olaysız geçti. Yalnızca; Tahsin Kaptan ertesi sabah Venedik açıklarında
İtalyan Karasuları’na girdikleri zaman olacakları anlatırken dikkat kesilmesi
gerekmişti, o kadar.
“Şimdi göreceksiniz, İtalyan Polisi ve
gümrük görevlileri karasularına girişte gemiye çıkacak ve işlemlere
başlayacaklar. Bu yalnızca bizim gemimize özgü bir durum ama, bunu da
belirteyim. Nedeni de Giovanniler tabii ki.”
“Yok ya?” dedi Cengiz, “Bunun ne faydası
oluyor ki peki? Yani İtalyanlar açısından demek istiyorum.”
“Zaman kazanıyorlar. Gemiye bindikten
sonra, biz rıhtıma yanaşana kadar 2 saat civarında bir süre oluyor önlerinde.
Alt salonda masaya oturup, herkesin pasaportunu inceliyorlar ve gerek
gördükleriyle de birebir konuşuyorlar tabii. Böylece, Giovanniler’in büyük
bölümü, hemen elenmiş oluyor. Gümrükçüler de herkesi inceleyip, onlara göre
‘özel olarak aranması’ gerekenleri belirliyorlar. Şimdi tarafsız olmak
gerekirse, kendilerine göre iyi bir sistem kurmuş adamlar.”
Demek ki, sabah erken kalkması ve olup
bitecekleri yakından izlemesi gerekecekti. Haklı çıkmıştı işte. Yolculuk
bitmemişti ve tanık olacağı bir şeyler daha vardı önünde. Kısacası yine yatıp
uyuması iyi olacaktı bu durumda. Venedik’te gemiden indikten sonra, önünde uzun
bir de yol olacaktı, Frankfurt’a ulaşana kadar. Acaba orada bir gelişme olmuş
muydu bu arada? Gemiye binene kadar ona ulaşabilirlerdi gerçi ama, neredeyse
iki gündür kopuktu her şeyden. İner inmez telefon edebileceği bir yer bulmalı
ve Frankfurt’u arayıp durumu öğrenmeliydi. Bereket ki, yemekte de bir kaç duble
rakı içmişti ve uykuya dalması kolay olacaktı sanki.
“Ulan ne iş be,” diye mırıldandı yatağa
girerken, “Bu gidişle alkolik olursam yeridir yani.”
Sabah uyandığında, kendini dinlenmiş buldu.
Deliksiz bir uyku çekmişti. Kalkıp giyindi ve alt salona kahvaltıya indi. Gemi
personeli, geniş salonun dip tarafında 3 masa hazırlamıştı. Bunun gemiye
gelecek İtalyan Polisi ve gümrükçüler için olduğunu, üzerlerinde duran pasaport
yığınlarından anlamıştı Cengiz. Olup
bitecekleri beklemeye başladı.
Saat 10 gibi geldi İtalyanlar. Toplam 20
kişi kadar vardılar. Masalara oturup pasaportları incelemeye başladılar hemen.
Gemi personeli de yardımcı oluyordu onlara. Bir yarım saat kadar sürdü bu iş.
Bazı pasaportları ayırıp, kenara koyuyordu İtalyan’lar. İlk çağrılan, o pek
hoşlanmadığı İngiliz oldu. Peşinden de onu çağırdılar. Merakla yürüdü masaya.
Ama oturması bile gerekmedi. İtalyan Polis pasaportunu şöyle bir karıştırdı ve
Alman Oturma İzni’ni görünce, giriş damgasını vurup, Cengiz’in eline
tutuşturdu. Bitmişti kontrol. Yerine geri dönerken, İngiliz’in işinin de çoktan
bitmiş olduğunu farketti. Sonra da oturduğu yerden TIR şoförlerinin peşpeşe
çağrılmalarını ve onların işlemlerinin de hızla tamamlanmasını seyretti.
Sonunda sıra Giovanniler’e geldi. Hala
dışarıda, güvertede birbirine sokulmuş oturan Giovanniler’e. Doğrusu zamanla
iyi bir sistem geliştirmişti İtalyanlar. İçlerinden biri elindeki bir demet
pasaportla kapıya gidiyor, sonra orada bekleyen gemi personelinden biri,
pasaportlardaki isimleri yüksek sesle okuyarak, onları içeri çağırıyordu.
Bundan sonra olanları ise ancak ‘facia’ sözcüğüyle tanımlamak mümkündü.
Konuşmaları duyamıyordu gerçi ama, hem
İtalyan polislerin yüzündeki çokbilmiş ifadeyi, hem de çoluk çocuk onların
karşısında ezilip büzülen insanların gözlerinden fışkıran dehşeti ve
zavallılığı görebiliyordu. Sonunda masada oturan polis başını sallıyor ve
elindeki pasaportları, hemen yanında duran bir arkadaşına teslim ediyordu.
Kısacası, İtalya’ya girmeleri reddedilmiş oluyordu yani. Tüm yıkılmışlığıyla,
dışarıya, güvertedeki diğerlerinin yanına dönmek için kapıya yürüyenlerin
görüntüsü ise insanın kanını donduracak gibiydi. Ağlayan çocuklar, dövünen
kadınlar ve yüzü taş kesilmiş, rengi atmış erkekler, düşmüş omuzlarıyla sanki
mezara gidiyor gibiydiler. Cengiz buna fazla dayanamayacağının farkındaydı.
Kalkıp, adeta fırlar gibi güverteye çıktı. Kamaraya dönüp eşyalarını toplasa
iyi olurdu hani.
Yaklaşık bir saat sonra kapısı vuruldu.
Tahsin Kaptan yine birini yollamış yukarıya, Kaptan Köşkü’ne çağırıyordu.
Aslında pek de hevesli değildi ama, yine de merak ağır bastı sonunda. Yavaş
yavaş yürüyerek çıktı yukarıya.
“İyi ki geldiniz Cengiz Bey,” diye
karşıladı onu Süvari, “Venedik Limanı’na girip çıkmak değişik bir şey. İzlemek
istersiniz diye düşündüm de.”
Cengiz o zaman geminin hızının iyice düşmüş
olduğunu farketti. Dar suyollarından geçiyorlardı. Her iki tarafta da,
rıhtımlara bağlanmış çeşit çeşit gemiler vardı. Çoğu yük taşıyan şilepti
bunların. Bir kaç tanker de sol tarafta, sanki onlara ayrılmış gibi görünen bir
rıhtıma bağlıydı.
“Hayrola Kaptan?” diye sordu, “Bu sefer
kılavuz yok galiba?”
“Burada kaptanına göre değişiyor iş Cengiz
Bey. İlk gelene kılavuz mutlaka veriliyor ama, artık bizim için öyle bir
zorunluluk kalmadı.”
Sonra elini kaldırıp tam karşılarına düşen
bir yeri işaret etti. Venedik Körfezi’nin sonu gibiydi sanki bu gösterdiği yer.
Oradaki rıhtımda, yolcu gemilerinin bağlı olduğu görülüyordu. İki büyük geminin
arasında da, Cengiz’in gözüne çok küçük görünen bir boşluk vardı.
“Oraya yanaşacağız Cengiz Bey,” dedi
Kaptan, “Genelde hep aynı yeri ayırırlar bize.”
Oturup seyretmeye başladı Cengiz. Tıpkı
onları Corint Kanalı’ndan geçiren Yunanlı Kılavuz Kaptan’ın yaptığı gibiydi her
şey. Tek fark, burada elinde telsiz olanın başkta biri değil, Süvari olmasıydı.
Galiba her zamankinden daha farklı bir kişiliğe bürünmüştü Tahsin Kaptan. Sanki
biraz gerilmiş gibiydi. Ama bu da normal olmalıydı. Kocaman gemiyi daracık bir
yere yanaştıracaktı adam. Hata kaldırmaz bir işe girişmişti yani. Sorumluluğu
çok büyük olmalıydı.
Bu arada İkinci Kaptan’ın da yanlarına
geldiğini farketti Cengiz. Halinden bir şeyler söyleyeceği belliydi ama,
sabırla bekledi Süvari’nin biraz rahat bir anını bulmak için.
“İşlemler tamamen bitti efendim,” dedi
sonra da, “Yanaşır yanaşmaz kapakları açıp, araç ve yolcuları boşaltabiliriz.”
“Kaç kişiyi geri götürüyoruz?” diye sordu
Tahsin Kaptan.
“176 dönüş yolcumuz var efendim. Bu sefer
hepsini geri yolluyorlar. Bir tanesi bile kurtaramadı paçayı.”
Sormadan sonucu öğrenmiş oldu böylece
Cengiz. Önce içinden dalga dalga yükselen kızgınlığı farketti. Hemen peşinden
de çok da haklı olmadığını anladı. Neden kızacaktı ki İtalyanlar’a. Sonuçta
işlerini yapıyordu adamlar. Kendi ülkelerini kollamaktan başka bir amaçlarını
yoktu her halde. Bundan daha doğal ne olabilirdi ki? Acaba bir gün Türkler’de
öğrenebilecekler miydi, öncelikle kendi ülkelerini kollamalarının gerektiğini.
Bu arada iyice yaklaşmışlardı rıhtıma.
Böylece de işin en zor bölümü de başlamış oluyordu. O koca gemiyi hiç bir yere
çarpmadan döndürmek ve sonra da, iki yolcu gemisinin arasındaki yere geri geri
sokmaktı bu. Sonuna kadar, biraz da nefesini tutarak seyretti herşeyi. Baş ve
kıçtan uzatılan halatlar rıhtımdaki babalara bağlandığında, Tahsin Kaptan gibi
o da gevşemişti. Vay be, dev gibi gemiyi küçücük yere sokmuştu işte adam.
Vedalaşıp ayrıldı sonra Cengiz, aşağıya
kamarasına indi. Geldiğinde eşyalarını taşıyan kamarot da orada onu bekliyordu
zaten. Birlikte aşağıya, onun söylediğine göre taşıt güvertesine indiler. Gözüne
ilk çarpan, araçların arasında dolaşmakta olan İtalyan gümrük görevlileri oldu.
Çantalarını bagaja yükleyip Citroen’in direksiyonuna oturdu ve kapıların
açılmasını beklemeye başladı. İkinci sıradaydı. Önünde ise İngiliz plakalı bir
Opel duruyordu. Direksiyonunda o pek hazzetmediği İngiliz’in oturduğunu gördü.
Büyük kapak kalktığında birden içeri dolan
güçlü ışığı gözlerinin kamaşmasına neden oldu. Bir süre sonra İngiliz hareket
edince, o da düştü peşine. Gemiden 30-40 metre uzaklaştıklarında, gümrükçüler
önlerini kesti ve İngiliz’in arabasının hemen arkasında durmak zorunda kaldı o
da. Sonra gözleri yandaki kulübeden çıkıp onlara doğru yürüyen köpekli adamlara
takıldı. Bu arada, İngiliz’i arabadan indirmişlerdi bile. Köpeklerin biri
arabanın içine girdiğinde, gümrükçülerden biri Citroen’e doğru yürüdü. Camı
indirip bekledi Cengiz.
“Lütfen devam edin efendim,” dedi adam
İngilizce konuşarak.
Cengiz merakla önünde olup bitenleri
seyrediyordu bir taraftan da. İngiliz’in Sultanahmet’i neden sevdiği çıkmıştı
ortaya işte. Köpeklerin ilgisine bakılırsa, arabası da dolu olmalıydı yani. İki
günlük feribot yolculuğunun bitişi bile olaylı oluyordu işte. Hani tam o sırada
rıhtıma bir gök taşı düşse, pek şaşırmayacaktı Cengiz.
“Efendim durmayın lütfen,” diye ısrar etti
İtalyan gümrük memuru.
Sesinde hissedilir bir kararlılık vardı
adamın. Direnmek akıl karı olmayabilirdi doğrusu. Çaresiz biraz geri alıp çıktı
İngiliz plakalı Opel’in arkasından ve gümrüklü alandan geçerek çıkış kapısına
doğru sürdü arabayı. Aynaya baktığında son gördüğü, başka bir gümrük
görevlisinin İngiliz’in üstünü aramakta olduğuydu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder