Cengiz doğrudan Chamonix yönüne gitmek
yerine geri dönüp kasabanın içine girdi ve karınlarını doyurabilecek bir yer
aradı. İlk gördüğü cafe’nin önünde de durdu. Aslında her zaman olduğu gibi,
kendine tam gelebilmek için birkaç fincan kahveye ihtiyacı vardı. Ama çeşitli
sandviçler de vardı camekânlı tezgâhta. Sonuçta, ikisinin de mutlu olabileceği
bir yer bulmuşlardı işte.
Yaklaşık 45 dakika kadar oturdular orada.
Reşad yine suskundu. Tabağındaki sandviçleri iştahsız bir havayla ağzına atıp
uzun uzun çiğniyor, arada bir de önündeki büyük fincandan çay içiyordu.
“Türkiye’yi bazen çok özlüyorum Cengiz
ağbi, biliyor musun?” dedi birden.
Şaşırdı Cengiz. Doğrusu ondan böyle bir şey
beklemiyordu hiç. Soran gözlerle yüzüne baktı.
“Bak bu kadar yıldır buralardayım, tek
eksikliğini çektiğim, bizim bildiğimiz babadan kalma usulle demlenmiş çay oldu
hep. Şu içtiğim şeye bir bak hele. Çay mıdır, çorba mıdır belli değil.”
Gülmeye başladı Cengiz.
“Âlem adamsın Reşad,” dedi sonra da, “Madem
sevmiyorsun, o zaman neden benim gibi kahve içmiyorsun sen de. Ayrıca, sadece
çay mı buralarda bulamayacağın? Yığınla şey var Türkiye’den çıkınca unutmak
zorunda kaldığın. Hadi kokoreç bul bakalım da görelim.”
“Ağbi buralarda kokoreç ne arasın. Ama
Yunanistan’da var biliyorsundur.”
“Gördün mü Reşad? Demek ki tek eksik Türk
usulü çay değilmiş yani.”
“Ağbi, inan benim aklıma hiç gelmezdi
kokoreç. Ama çayı özlüyorum işte.”
“Ama sen ‘çayı özlüyorum’ diye başlamadın
ki lafa Reşad. Söylediğin; ‘Türkiye’yi’ özlediğindi. Beni şaşırtan da buydu
zaten. Bak; açık konuşmak gerekirse, arada bir aklıma takıldığı oldu, senin
Türkiye’yi özlemiyormuş gibi bir halinin olması. Tamam, bunun güvenlikle ilgili
olduğunu tahmin etmek zor değil. Ne var ki, bu durum yalnızca senin Türkiye’ye
gitmek istememeni açıklayabilir, özlememeni değil. Hâlbuki senin de, her normal
insan gibi özleyeceğin şeyler olmalıydı bence. Annen baban mesela. Ne bileyim
doğduğun köy, ya da mahalle. Çocukluk arkadaşları falan. Ama sen tüm bunları
kafandan çıkarıp atmış biri gibiydin, birbirimizi tanıdığımız şu süre boyunca.
O zaman insanın senin gökten zembille indiğine inanası geliyor. Geçmişi
olmayan, hiç bir şeye özlem duymayan; adeta aniden yumurtadan çıkmış biri, ya
da okyanusun ortasındaki küçük bir adacık gibi. O zaman da insan ister istemez
merak ediyor. Kimsin sen? Nesin?”
“Vay be Cengiz ağbi,” dedi Reşad ciddi bir
yüzle, “Bir çay konusundan neler çıkarabiliyorsun.”
“Tüm bunları bir çay konusundan
çıkarmadığımı sen iyi bilirsin Reşad. En baştan beri merak ettiğim konulan
bunlar zaten. Üstelik hep üstüste gelen ayrıntılarla birikip büyümüş bir
meraktan söz ediyorum ben. Biliyorum ki, eğitimli birisin. Biliyorum ki;
üstünde konuştuğun konular hakkında sıradan insanlardan çok daha fazla bilgin
var. Biliyorum ki; inandıklarını bir takım analitik temellere dayayabilecek
kadar entelektüelsin. Biliyorum ki; PKK içinde epeyce yukarılara kadar
tırmanmana olanak verecek işler yapmış olman gerekir. Ama aynı zamanda aklımın
pek almadığı şeyler de var bu arada. Mesela, her söyleminde ne kadar yürekten
inandığını vurgulayıp durduğun bağımsız Kürdistan’a ulaşmak hedefine büyük
darbe indirebilecek bir eylemin içine girmekten çekinmemiş olman konusu var.”
“Ağbi biliyorsun, bu konuları önceden de
konuşmuştuk. Kürdistan’ın bağımsızlık savaşı, artık ben olmadan devam edecek
demiştim sana.”
“Evet demiştin Reşad. Ama en azından PKK’ya
çok büyük bir darbe indirebilecek boyutta bir işin içinde olduğunun ne kadar
farkındasın, işte onu bilemiyorum ben. Bu haber patladığında olacakları kestirmek
çok kolay hâlbuki. Ve ben bunları düşününce, ister istemez huylanıyorum biraz.”
“Ne huylanması Cengiz ağbi?”
“Az önce de sordum ya Reşad. Kimsin sen?
Nesin?”
“İnsaf et Cengiz ağbi,” dedi Reşad, “Bu
kadar zamandır tanıyorsun beni.”
“Evet, bu doğru Reşad. Ama beni acayip
rahatsız eden de bu zaten. Seni tanıdıkça hakkında bir fikir sahibi oluyorum
ama, bilmediklerimin ne boyutta olduğunun bile farkında olamamak gibi bir
sıkıntım da var aynı zamanda. Üstelik bu yaşıma gelene kadarki tecrübelerimden
kaynaklanan prensiplerimle de çatışma içine düşmeme neden oluyorsun bilmeden.”
“Nasıl yani Cengiz ağbi? Anlamadım ne
dediğini.”
Biraz susup soluklandı Cengiz. Konuşma öyle
bir noktaya gelmişti ki, artık susmasına olanak kalmadığının farkındaydı. En
iyisi her şeyi açıkça söylemekti galiba.
“Bak anlatayım o zaman,” dedi sonra da,
“Şimdi sen, 2 milyon Mark karşılığında, bir zamanlar Belçika Sorumlusu olduğun
örgütün başındaki adamı satıyorsun. Doğru mu?”
“Bu konuyu da önceden konuşmuştuk ağbi.”
“Önce bir dinle beni Reşad, olur mu? Hani
hep sen yakınıyorsun ya, sözünü kesmeden seni dinlemememden. Bu sefer de ben
yakınayım biraz. Önce dinle.”
“Tamam Cengiz ağbi, haklısın.”
“Tecrübelerden ve bunlardan kaynaklanan
prensipler demiştim değil mi? Açayım biraz. Tecrübelerim bana, birilerini
satanlara pek güvenilmemesi gerektiğini öğretti, şimdiye kadar. İnsan satmaya
bir kez alışmaya görsün çünkü. Ve ben karşıma çıkan böyle tiplerin tamamına,
hep bu düşünceyle yaklaştım. Ne yalan söyleyeyim, sana da aynı gözle bakıyordum
ilk başlarda. Ama sonra, seni tanıdıkça yani, kafam karışmaya başladı. Sanki
seni ötekilerden ayrı bir yere koymam gerektiği gibi, bana garip gelen
düşüncelerle boğuşmaya başladım. Bunun gerçekleşebilmesi için gerek duyduğum
desteği bana verebilecek tek kişi de sendin. Ama hiçbir zaman buna yanaşmadın.
Hep gizemli bir tarafın oldu yani. Hatta bunu söylemek bile yetmez belki de.
Gizemli çok tarafın oldu demem lazımdı galiba. Zaten sırf bu nedenle hala merak
ediyorum, kim olduğunu, ne olduğunu. Anladın mı şimdi?”
“Anladım Cengiz ağbi,” diye cevap verdi
Reşad, “Anladım da, yine istediğin gibi açamayacağım galiba kendimi sana. İyisi
mi, sen beni olduğum gibi kabullenmeye devam et. Bak; senin de dediğin gibi,
yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Bugün hayırlısıyla bitecek her şey. Bir aksilik
olmazsa tabii. O zaman da, herkes yoluna gidecek. Sen peşinden koştuğun haberi
sonunda elde ettiğin için mutlu olacaksın, ben de, sessizce kayıp gideceğim
buralardan. Bundan sonrası, senin ve benim için çok farklı sonuçlara gebe yani.
Sen yaşamına aynen devam edeceksin. Tek fark, böylece başarılarına epey büyük
bir yenisini eklemen olacak. Bense yepyeni biri olacağım. Yeni doğmuş gibi bir
şey yani. Herşeye baştan başlamak gibi bir hedefim var benim.”
“Tamam Reşad,” dedi Cengiz, “Bu kadarını
ben de tahmin edebiliyorum. Ama merak ettiğim bir konu var. O çok inandığın
Bağımsız Kürdistan’ın geleceği artık ilgilendirmeyecek mi seni?”
“Elbette ilgilendirecek Cengiz ağbi,” dedi
Reşad, inanç dolu bir ses tonuyla, “O; artık durdurulamaz bir süreç zaten.
Biliyorsun sana uzun uzun anlattım. İçinde benim aktif olarak yer alıp
almamamın bir önemi yok ki. Başarıdan eminim. Öyle uzaktan seyredeceğim her
şeyi ve mutlu olacağım. Hem de çok mutlu olacağım.”
Sustular. Cengiz aradığı yanıtlara hala
ulaşamamış olduğunun farkındaydı gerçi ama, uzatmanın da bir anlamı olmayacağı
belliydi. Bir taraftan da, Reşad’ın bu konulara girmekten pek hoşlanmadığını da
seziyordu.
“Gidelim mi artık Reşad?” diye sordu, biraz
da konu değiştirme isteğiyle, “Saat 6’yı geçiyor da.”
“Tamam ağbi gidelim.”
Dağların arasından kıvrıla kıvrıla giden
yol ilaç gibiydi. Öylesine bir manzaraydı ki bu, insanı her şeyden koparıyordu
sanki. Cengiz Mercedes’i fazla gazlamadan, sakin bir tempoyla gidiyordu. Nasıl
olsa aceleleri yoktu. Saat 8’e doğru Chamonix’e girebileceklerini hesaplıyordu.
Reşad’ın da kendini çevrelerini saran yeşilliklere kaptırdığının, kocaman çam
ağaçlarını, devasa çayırlıkları ve yayılmış otlayan tombul inekleri
seyrettiğinin farkındaydı.
“Biliyor musun ağbi,” dedi birden, “Şu
inekleri bir de mora boyasan, aynı o çukulata reklamındaki gibi olacak yani.”
“Evet aynen Milka reklamı değil mi?”
“Ama anlamadığım bir şey var bu arada.
Şuradakiler ne yapıyor öyle?”
Cengiz gözlerini çevirip Reşad’ın parmağıyla
gösterdiği yere baktı. Kocaman bir tanker duruyordu orada ve çevresindeki
birkaç fıskiyeden sular fışkırıyordu. 3-4 kişilik bir kalabalık da; tankerin
hemen yanında durmuş olup biteni seyretmekteydiler.
“Anlamayacak ne var ki Reşad?” dedi,
“Adamlar çayırı suluyorlar işte.”
“Manyak mı bunlar ağbi?”
Şaşırdı Cengiz. Merakla yüzüne baktı
Reşad’ın.
“Oğlum adamlar çayır suladığı için neden
manyak olsun ki?”
“Ne biliyim ağbi. Normal adamın aklına
dağdaki çayırı sulamak gelmez ki. Hani Araplar gibi yani. Suyu bol bulmuşlar,
dağları suluyorlar.”
“Reşad, oturup hayran hayran seyrettiğin bu
çayırlar, işte bu adamlar onları suladığı için böyle güzel zaten. Sulamazlarsa
otlar sararır. Bunu bilmez misin sen?”
“E ne olmuş yani sararırsa ağbi?”
“Tamam Reşad haklısın!” dedi Cengiz,
“Bunlar mutlaka manyak olmalı.”
Bu arada sağa, Chamonix yönüne sapacakları
yere de yaklaşmışlardı zaten. Eğer yolu
kaçırırlarsa, kendilerini İsviçre sınırında bulacaklarını, deneyimle biliyordu
Cengiz. Doğrusu bu ne onun ne de Reşad’ın hiç işine gelmezdi. Dikkatini
toplaması gerekiyordu yani. Yolun bundan sonraki kısmının sık ormanların
arasından geçtiğini de biliyordu. Yani çayır sulama sorunu bir daha gündeme
gelmezdi nasıl olsa.
Tam tahmin ettiği gibi, saat 8’e doğru
girdiler Chamonix’e. Parkyeri tıklım tıklım araba doluydu. Cengiz ancak iki tur
attıktan sonra bir yer bulabildi. İnip yan yana buluşma yerine doğru yürümeye
başladılar. Reşad iyice gerilimli görünüyordu. Montunu giymişti. Ama Cengiz
onun bunu üşüdüğü için değil, belindeki silah nedeniyle yaptığını biliyordu ve
ondaki gerilimin giderek kendisine de sıçradığının farkındaydı.
İyice kalabalıktı Chamonix sokakları. Yine,
dünyanın hemen her yerinden gelme turistler dolaşıyordu ortalıkta. Hava
kararmak üzereydi ve hafif hafif serinlemeye de başlamıştı bu nedenle.
Diğerleriyle buluşacakları cafe'ye ulaştıklarında, hiç boş yer olmadığını
görerek durakladılar.
“Yer yok Reşad,” dedi Cengiz, “Böyle durup
bekleyelim mi, yoksa biraz dolanıp tekrar mı gelelim?”
“Burda böyle sap gibi dikilmenin âlemi yok
ağbi. Gezelim şöyle.”
Hiç konuşmadan dolandılar sokaklarda.
Aceleleri yoktu. Daha bir saate yakın zaman vardı önlerinde nasıl olsa. Üstelik
böyle amaçsız yürümek, en azından Cengiz’in biraz gevşemesine de neden
oluyordu. Vitrinler ışıl ışıldı ve insanın aklına gelebilecek her türden şeyle
doluydu. Sonra Reşad’ın biraz geri kalıp, spor malzemeleri satan bir dükkânın
vitrinine takıldığını fark etti. Önce durup biraz bekledi. Ama ısrarla
vitrindeki bir şeylere bakıyordu Reşad. Çaresiz onun yanına gitti o zaman.
Sporla ilgili her türlü ıvır zıvır doluydu
vitrinde ama, Reşad’ın en dip köşede duran bıçaklara takıldığını fark etti
Cengiz. Çeşit çeşit, boy boy bıçaklardı bunlar. Kiminin sapı tahta, kimininki
plastikti. Ama aralarında en göz alanları kemik ya da boynuz saplı olanlardı.
“Hoşuna gitti galiba bıçaklar?” diye sordu.
“Valla çok acayipleri var bunların arasında
Cengiz ağbi.”
“İçeri girip bakalım o zaman. Eminim daha
başka çeşitleri de vardır.”
Bir an duraladı Reşad. Sonra sesini
çıkarmadan dükkânın kapısına yöneldi. İçeri girer girmez de, Cengiz’in haklı
olduğunu anladılar. Duvarlardan birini boydan boya kaplayan bir camlı vitrin
vardı ve içi en az 50 değişik türden ve her boydan bıçaklarla doluydu. Yan yana
durup seyretmeye başladılar.
Cengiz’in gözleri hep boynuz saplı
bıçaklara kayıyordu yine. Gerçekten de göz alıcıydılar. Hafifçe omzuna dokunup,
içlerinden en beğendiğini gösterdi Reşad’a.
“Evet ağbi, görüntüsü çok güzel,” dedi
Reşad, “Ama bunu almak için; niyetinin onu böyle bir vitrine koyup teşhir etmek
olması gerek. Yok, eğer kullanmak niyetindeysen, hiç yaramaz yani.”
“Neden Reşad?”
“Cengiz ağbi, bunu elinde sıkı sıkı tutup
birine saplamaya kalktığını düşün bir an. O boynuz kabza elini ne yapar biliyor
musun? Baksana, üstü pütür pütür. Kendine zarar verirsin yani.”
“Bak bu aklıma gelmemişti işte Reşad. Ama
ne bileyim, benim aklıma birine saplamak amacıyla bıçak almaz gelmezdi ki hiç
zaten. Peki sence en iyisi hangisi? Bari onu da göster de, tam bilgilenmiş
olalım.”
“Şu işte ağbi,” dedi Reşad ortalarda duran
bir bıçağı göstererek, “Bu tam bir silah bence. Baksana ne kadar etkili
görünüyor.”
Cengiz’e göre etkili değil ölümcül
görünüyordu Reşad’ın parmağıyla işaret ettiği bıçak. Biraz enli, ucu hafifçe
kıvrık, boyu 20 santim kadar bir şeydi. Ama asıl ölümcül duygusu veren yanı
sapıydı. Simsiyah ve mat bir maddeden yapılmıştı. Muhtemelen her türlü kaymayı
engelleyecek türden bir sert lastik olmalıydı bu. Sapın bıçakla birleştiği
yerde de, onu kullananın bir yere saplarken elinin kaymasını engelleyecek metal
çıkıntılar vardı.
“Reşad bu tam bir Rambo bıçağı!”
“İyi ya ağbi işte. Bıçak dediğin böyle
olmalı”
Aslında şaşmaması gerektiğinin farkındaydı
Cengiz. Bu adamı başkalarına anlatırken onun “Rambo gibi” olduğunu söylemişti
hep. Eh Rambo gibi birinin en beğendiği bıçak türünün de Rambo bıçağı olması
normaldi yeni. Birden kararını verdi ve ortada dolanmakta olan kadın tezgâhtara
seslenerek, o bıçağı “daha yakından görmek istediğini” söyledi.
Reşad bunu beklemiyordu tabii. Biraz
şaşırmış ve sesini kesip bir adım geri çekilmişti. Cengiz buna aldırmadan,
tezgâhtar kadının vitrini açışını ve sonra eline aldığı bıçakla gülümseyerek
onlara yönelişini izledi. Yakından görmek için elini uzattı kadına doğru ve
daha eline aldığı anda da, bıçağın ölümcüllüğü konusunda hiç yanılmamış
olduğunu anlayıverdi. Bir kere iyice ağırdı. Sapı, tam beklediği gibi, elin
kaymasını engelleyecek bir tür sert lastikten yapılmıştı. Ama en ölümcül
özellikleri bunlar değildi elbette ki. Ucu bir iğne kadar sivri, ağzı bir
ustura kadar keskindi.
“Reşad, insan bununla bir vuruşta karpuz
keser, iyi mi?” dedi.
Gerçi bu benzetmenin pek de yerinde
olmadığını Reşad’ın yüzünde beliren şaşkın ifadeden anlıyordu ama, aldırmak niyetinde
değildi.
“Nedir bunun fiyatı?” diye sordu tezgâhtar
kadına.
“Nasıl ödeyeceksiniz? Yani hangi ülkenin
parasıyla demek istedim.”
“Alman Markı!”
“Bir dakika lütfen,” dedi kadın, cebinden
çıkardığı küçük bir hesap makinesinin tuşlarına basarken.
“N’oluyor Cengiz ağbi?” diye araya girdi
Reşad, “Alıyor musun yoksa?”
“Evet Reşad. Sen beğenmemiş miydin bunu?”
“Evet ama…”
Tezgâhtar kadın aralarına girmişti bu
arada.
“145 Mark oluyor,” dedi yüzünde bir
gülümsemeyle. “Alıyor musunuz?”
“Kılıfı da vardır herhalde değil mi?” diye
sordu Cengiz, “Evet alıyorum. Lütfen paketler misiniz?”
Birkaç dakika sonra dükkândan çıkmış yine
yürümeye başlamışlardı. Reşad, kadının bıçağı kılıfıyla birlikte içine koyduğu
plastik torbayı taşıyordu elinde.
“Bayağı ağırmış ağbi,” dedi, “Hem kendi,
hem de fiyatı ağırmış yani.”
“Evet, kendi ağır Reşad. Ama fiyatına
aldırma sen. Hoşuna gitti mi onu söyle.”
“Sağol Cengiz ağbi. Gerçekten hoşuma
gitti.”
Saat 9’a yaklaşırken geri dönüp buluşmanın
gerçekleşeceği cafe’ye doğru yürümeye başladılar. Artık ikisi de vitrinlere
takılmıyordu. Konuşmuyorlardı da. Cengiz, içindeki o uğursuz ‘sona doğru gidiş’
duygusunu bastırmaya çalışmakla meşguldü zaten. Bu nedenle de, Reşad’ın sesini
duyunca adeta sıçradı.
“Ağbi bi dakika,” diyordu, “Uygun bir yer
bulalım da şunu belime takayım ben. Böyle elde poşette taşımak olmuyor yani.
Bir şey değil, bizimkileri de kıllandırırız yani.”
Haklıydı doğrusu. Acaba zamansız mı almıştı
bu hediyeyi ona? Ama öyle planlanmış bir şey de değildi ki zaten. Denk gelmişti
ve olup bitmişti işte. Tam bu sırada Reşad’ın yolun sol tarafındaki barlardan
birine daldığını gördü Cengiz. Herhalde tuvalete girip, bıçağı beline takmayı
planlıyordu. Çaresiz durup bekledi. Zaten çabuk geri geldi Reşad da. Artık elinde
poşet yoktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder