24 Eylül 2011 Cumartesi

“ARTIK UZAKTAN SEYREDECEĞİM HER ŞEYİ”

Cengiz doğrudan Chamonix yönüne gitmek yerine geri dönüp kasabanın içine girdi ve karınlarını doyurabilecek bir yer aradı. İlk gördüğü cafe’nin önünde de durdu. Aslında her zaman olduğu gibi, kendine tam gelebilmek için birkaç fincan kahveye ihtiyacı vardı. Ama çeşitli sandviçler de vardı camekânlı tezgâhta. Sonuçta, ikisinin de mutlu olabileceği bir yer bulmuşlardı işte.

Yaklaşık 45 dakika kadar oturdular orada. Reşad yine suskundu. Tabağındaki sandviçleri iştahsız bir havayla ağzına atıp uzun uzun çiğniyor, arada bir de önündeki büyük fincandan çay içiyordu.

“Türkiye’yi bazen çok özlüyorum Cengiz ağbi, biliyor musun?” dedi birden.

Şaşırdı Cengiz. Doğrusu ondan böyle bir şey beklemiyordu hiç. Soran gözlerle yüzüne baktı.

“Bak bu kadar yıldır buralardayım, tek eksikliğini çektiğim, bizim bildiğimiz babadan kalma usulle demlenmiş çay oldu hep. Şu içtiğim şeye bir bak hele. Çay mıdır, çorba mıdır belli değil.”

Gülmeye başladı Cengiz.

“Âlem adamsın Reşad,” dedi sonra da, “Madem sevmiyorsun, o zaman neden benim gibi kahve içmiyorsun sen de. Ayrıca, sadece çay mı buralarda bulamayacağın? Yığınla şey var Türkiye’den çıkınca unutmak zorunda kaldığın. Hadi kokoreç bul bakalım da görelim.”

“Ağbi buralarda kokoreç ne arasın. Ama Yunanistan’da var biliyorsundur.”

“Gördün mü Reşad? Demek ki tek eksik Türk usulü çay değilmiş yani.”

“Ağbi, inan benim aklıma hiç gelmezdi kokoreç. Ama çayı özlüyorum işte.”

“Ama sen ‘çayı özlüyorum’ diye başlamadın ki lafa Reşad. Söylediğin; ‘Türkiye’yi’ özlediğindi. Beni şaşırtan da buydu zaten. Bak; açık konuşmak gerekirse, arada bir aklıma takıldığı oldu, senin Türkiye’yi özlemiyormuş gibi bir halinin olması. Tamam, bunun güvenlikle ilgili olduğunu tahmin etmek zor değil. Ne var ki, bu durum yalnızca senin Türkiye’ye gitmek istememeni açıklayabilir, özlememeni değil. Hâlbuki senin de, her normal insan gibi özleyeceğin şeyler olmalıydı bence. Annen baban mesela. Ne bileyim doğduğun köy, ya da mahalle. Çocukluk arkadaşları falan. Ama sen tüm bunları kafandan çıkarıp atmış biri gibiydin, birbirimizi tanıdığımız şu süre boyunca. O zaman insanın senin gökten zembille indiğine inanası geliyor. Geçmişi olmayan, hiç bir şeye özlem duymayan; adeta aniden yumurtadan çıkmış biri, ya da okyanusun ortasındaki küçük bir adacık gibi. O zaman da insan ister istemez merak ediyor. Kimsin sen? Nesin?”

“Vay be Cengiz ağbi,” dedi Reşad ciddi bir yüzle, “Bir çay konusundan neler çıkarabiliyorsun.”

“Tüm bunları bir çay konusundan çıkarmadığımı sen iyi bilirsin Reşad. En baştan beri merak ettiğim konulan bunlar zaten. Üstelik hep üstüste gelen ayrıntılarla birikip büyümüş bir meraktan söz ediyorum ben. Biliyorum ki, eğitimli birisin. Biliyorum ki; üstünde konuştuğun konular hakkında sıradan insanlardan çok daha fazla bilgin var. Biliyorum ki; inandıklarını bir takım analitik temellere dayayabilecek kadar entelektüelsin. Biliyorum ki; PKK içinde epeyce yukarılara kadar tırmanmana olanak verecek işler yapmış olman gerekir. Ama aynı zamanda aklımın pek almadığı şeyler de var bu arada. Mesela, her söyleminde ne kadar yürekten inandığını vurgulayıp durduğun bağımsız Kürdistan’a ulaşmak hedefine büyük darbe indirebilecek bir eylemin içine girmekten çekinmemiş olman konusu var.”

“Ağbi biliyorsun, bu konuları önceden de konuşmuştuk. Kürdistan’ın bağımsızlık savaşı, artık ben olmadan devam edecek demiştim sana.”

“Evet demiştin Reşad. Ama en azından PKK’ya çok büyük bir darbe indirebilecek boyutta bir işin içinde olduğunun ne kadar farkındasın, işte onu bilemiyorum ben. Bu haber patladığında olacakları kestirmek çok kolay hâlbuki. Ve ben bunları düşününce, ister istemez huylanıyorum biraz.”

“Ne huylanması Cengiz ağbi?”

“Az önce de sordum ya Reşad. Kimsin sen? Nesin?”

“İnsaf et Cengiz ağbi,” dedi Reşad, “Bu kadar zamandır tanıyorsun beni.”

“Evet, bu doğru Reşad. Ama beni acayip rahatsız eden de bu zaten. Seni tanıdıkça hakkında bir fikir sahibi oluyorum ama, bilmediklerimin ne boyutta olduğunun bile farkında olamamak gibi bir sıkıntım da var aynı zamanda. Üstelik bu yaşıma gelene kadarki tecrübelerimden kaynaklanan prensiplerimle de çatışma içine düşmeme neden oluyorsun bilmeden.”

“Nasıl yani Cengiz ağbi? Anlamadım ne dediğini.”

Biraz susup soluklandı Cengiz. Konuşma öyle bir noktaya gelmişti ki, artık susmasına olanak kalmadığının farkındaydı. En iyisi her şeyi açıkça söylemekti galiba.

“Bak anlatayım o zaman,” dedi sonra da, “Şimdi sen, 2 milyon Mark karşılığında, bir zamanlar Belçika Sorumlusu olduğun örgütün başındaki adamı satıyorsun. Doğru mu?”

“Bu konuyu da önceden konuşmuştuk ağbi.”

“Önce bir dinle beni Reşad, olur mu? Hani hep sen yakınıyorsun ya, sözünü kesmeden seni dinlemememden. Bu sefer de ben yakınayım biraz. Önce dinle.”

“Tamam Cengiz ağbi, haklısın.”

“Tecrübelerden ve bunlardan kaynaklanan prensipler demiştim değil mi? Açayım biraz. Tecrübelerim bana, birilerini satanlara pek güvenilmemesi gerektiğini öğretti, şimdiye kadar. İnsan satmaya bir kez alışmaya görsün çünkü. Ve ben karşıma çıkan böyle tiplerin tamamına, hep bu düşünceyle yaklaştım. Ne yalan söyleyeyim, sana da aynı gözle bakıyordum ilk başlarda. Ama sonra, seni tanıdıkça yani, kafam karışmaya başladı. Sanki seni ötekilerden ayrı bir yere koymam gerektiği gibi, bana garip gelen düşüncelerle boğuşmaya başladım. Bunun gerçekleşebilmesi için gerek duyduğum desteği bana verebilecek tek kişi de sendin. Ama hiçbir zaman buna yanaşmadın. Hep gizemli bir tarafın oldu yani. Hatta bunu söylemek bile yetmez belki de. Gizemli çok tarafın oldu demem lazımdı galiba. Zaten sırf bu nedenle hala merak ediyorum, kim olduğunu, ne olduğunu. Anladın mı şimdi?”

“Anladım Cengiz ağbi,” diye cevap verdi Reşad, “Anladım da, yine istediğin gibi açamayacağım galiba kendimi sana. İyisi mi, sen beni olduğum gibi kabullenmeye devam et. Bak; senin de dediğin gibi, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Bugün hayırlısıyla bitecek her şey. Bir aksilik olmazsa tabii. O zaman da, herkes yoluna gidecek. Sen peşinden koştuğun haberi sonunda elde ettiğin için mutlu olacaksın, ben de, sessizce kayıp gideceğim buralardan. Bundan sonrası, senin ve benim için çok farklı sonuçlara gebe yani. Sen yaşamına aynen devam edeceksin. Tek fark, böylece başarılarına epey büyük bir yenisini eklemen olacak. Bense yepyeni biri olacağım. Yeni doğmuş gibi bir şey yani. Herşeye baştan başlamak gibi bir hedefim var benim.”

“Tamam Reşad,” dedi Cengiz, “Bu kadarını ben de tahmin edebiliyorum. Ama merak ettiğim bir konu var. O çok inandığın Bağımsız Kürdistan’ın geleceği artık ilgilendirmeyecek mi seni?”

“Elbette ilgilendirecek Cengiz ağbi,” dedi Reşad, inanç dolu bir ses tonuyla, “O; artık durdurulamaz bir süreç zaten. Biliyorsun sana uzun uzun anlattım. İçinde benim aktif olarak yer alıp almamamın bir önemi yok ki. Başarıdan eminim. Öyle uzaktan seyredeceğim her şeyi ve mutlu olacağım. Hem de çok mutlu olacağım.”

Sustular. Cengiz aradığı yanıtlara hala ulaşamamış olduğunun farkındaydı gerçi ama, uzatmanın da bir anlamı olmayacağı belliydi. Bir taraftan da, Reşad’ın bu konulara girmekten pek hoşlanmadığını da seziyordu.

“Gidelim mi artık Reşad?” diye sordu, biraz da konu değiştirme isteğiyle, “Saat 6’yı geçiyor da.”

“Tamam ağbi gidelim.”

Dağların arasından kıvrıla kıvrıla giden yol ilaç gibiydi. Öylesine bir manzaraydı ki bu, insanı her şeyden koparıyordu sanki. Cengiz Mercedes’i fazla gazlamadan, sakin bir tempoyla gidiyordu. Nasıl olsa aceleleri yoktu. Saat 8’e doğru Chamonix’e girebileceklerini hesaplıyordu. Reşad’ın da kendini çevrelerini saran yeşilliklere kaptırdığının, kocaman çam ağaçlarını, devasa çayırlıkları ve yayılmış otlayan tombul inekleri seyrettiğinin farkındaydı.

“Biliyor musun ağbi,” dedi birden, “Şu inekleri bir de mora boyasan, aynı o çukulata reklamındaki gibi olacak yani.”

“Evet aynen Milka reklamı değil mi?”

“Ama anlamadığım bir şey var bu arada. Şuradakiler ne yapıyor öyle?”

Cengiz gözlerini çevirip Reşad’ın parmağıyla gösterdiği yere baktı. Kocaman bir tanker duruyordu orada ve çevresindeki birkaç fıskiyeden sular fışkırıyordu. 3-4 kişilik bir kalabalık da; tankerin hemen yanında durmuş olup biteni seyretmekteydiler.

“Anlamayacak ne var ki Reşad?” dedi, “Adamlar çayırı suluyorlar işte.”

“Manyak mı bunlar ağbi?”

Şaşırdı Cengiz. Merakla yüzüne baktı Reşad’ın.

“Oğlum adamlar çayır suladığı için neden manyak olsun ki?”

“Ne biliyim ağbi. Normal adamın aklına dağdaki çayırı sulamak gelmez ki. Hani Araplar gibi yani. Suyu bol bulmuşlar, dağları suluyorlar.”

“Reşad, oturup hayran hayran seyrettiğin bu çayırlar, işte bu adamlar onları suladığı için böyle güzel zaten. Sulamazlarsa otlar sararır. Bunu bilmez misin sen?”

“E ne olmuş yani sararırsa ağbi?”

“Tamam Reşad haklısın!” dedi Cengiz, “Bunlar mutlaka manyak olmalı.”

Bu arada sağa, Chamonix yönüne sapacakları yere de yaklaşmışlardı zaten.  Eğer yolu kaçırırlarsa, kendilerini İsviçre sınırında bulacaklarını, deneyimle biliyordu Cengiz. Doğrusu bu ne onun ne de Reşad’ın hiç işine gelmezdi. Dikkatini toplaması gerekiyordu yani. Yolun bundan sonraki kısmının sık ormanların arasından geçtiğini de biliyordu. Yani çayır sulama sorunu bir daha gündeme gelmezdi nasıl olsa.

Tam tahmin ettiği gibi, saat 8’e doğru girdiler Chamonix’e. Parkyeri tıklım tıklım araba doluydu. Cengiz ancak iki tur attıktan sonra bir yer bulabildi. İnip yan yana buluşma yerine doğru yürümeye başladılar. Reşad iyice gerilimli görünüyordu. Montunu giymişti. Ama Cengiz onun bunu üşüdüğü için değil, belindeki silah nedeniyle yaptığını biliyordu ve ondaki gerilimin giderek kendisine de sıçradığının farkındaydı.

İyice kalabalıktı Chamonix sokakları. Yine, dünyanın hemen her yerinden gelme turistler dolaşıyordu ortalıkta. Hava kararmak üzereydi ve hafif hafif serinlemeye de başlamıştı bu nedenle. Diğerleriyle buluşacakları cafe'ye ulaştıklarında, hiç boş yer olmadığını görerek durakladılar.

“Yer yok Reşad,” dedi Cengiz, “Böyle durup bekleyelim mi, yoksa biraz dolanıp tekrar mı gelelim?”

“Burda böyle sap gibi dikilmenin âlemi yok ağbi. Gezelim şöyle.”

Hiç konuşmadan dolandılar sokaklarda. Aceleleri yoktu. Daha bir saate yakın zaman vardı önlerinde nasıl olsa. Üstelik böyle amaçsız yürümek, en azından Cengiz’in biraz gevşemesine de neden oluyordu. Vitrinler ışıl ışıldı ve insanın aklına gelebilecek her türden şeyle doluydu. Sonra Reşad’ın biraz geri kalıp, spor malzemeleri satan bir dükkânın vitrinine takıldığını fark etti. Önce durup biraz bekledi. Ama ısrarla vitrindeki bir şeylere bakıyordu Reşad. Çaresiz onun yanına gitti o zaman.

Sporla ilgili her türlü ıvır zıvır doluydu vitrinde ama, Reşad’ın en dip köşede duran bıçaklara takıldığını fark etti Cengiz. Çeşit çeşit, boy boy bıçaklardı bunlar. Kiminin sapı tahta, kimininki plastikti. Ama aralarında en göz alanları kemik ya da boynuz saplı olanlardı.

“Hoşuna gitti galiba bıçaklar?” diye sordu.

“Valla çok acayipleri var bunların arasında Cengiz ağbi.”

“İçeri girip bakalım o zaman. Eminim daha başka çeşitleri de vardır.”

Bir an duraladı Reşad. Sonra sesini çıkarmadan dükkânın kapısına yöneldi. İçeri girer girmez de, Cengiz’in haklı olduğunu anladılar. Duvarlardan birini boydan boya kaplayan bir camlı vitrin vardı ve içi en az 50 değişik türden ve her boydan bıçaklarla doluydu. Yan yana durup seyretmeye başladılar.

Cengiz’in gözleri hep boynuz saplı bıçaklara kayıyordu yine. Gerçekten de göz alıcıydılar. Hafifçe omzuna dokunup, içlerinden en beğendiğini gösterdi Reşad’a.

“Evet ağbi, görüntüsü çok güzel,” dedi Reşad, “Ama bunu almak için; niyetinin onu böyle bir vitrine koyup teşhir etmek olması gerek. Yok, eğer kullanmak niyetindeysen, hiç yaramaz yani.”

“Neden Reşad?”

“Cengiz ağbi, bunu elinde sıkı sıkı tutup birine saplamaya kalktığını düşün bir an. O boynuz kabza elini ne yapar biliyor musun? Baksana, üstü pütür pütür. Kendine zarar verirsin yani.”

“Bak bu aklıma gelmemişti işte Reşad. Ama ne bileyim, benim aklıma birine saplamak amacıyla bıçak almaz gelmezdi ki hiç zaten. Peki sence en iyisi hangisi? Bari onu da göster de, tam bilgilenmiş olalım.”

“Şu işte ağbi,” dedi Reşad ortalarda duran bir bıçağı göstererek, “Bu tam bir silah bence. Baksana ne kadar etkili görünüyor.”

Cengiz’e göre etkili değil ölümcül görünüyordu Reşad’ın parmağıyla işaret ettiği bıçak. Biraz enli, ucu hafifçe kıvrık, boyu 20 santim kadar bir şeydi. Ama asıl ölümcül duygusu veren yanı sapıydı. Simsiyah ve mat bir maddeden yapılmıştı. Muhtemelen her türlü kaymayı engelleyecek türden bir sert lastik olmalıydı bu. Sapın bıçakla birleştiği yerde de, onu kullananın bir yere saplarken elinin kaymasını engelleyecek metal çıkıntılar vardı.

“Reşad bu tam bir Rambo bıçağı!”

“İyi ya ağbi işte. Bıçak dediğin böyle olmalı”

Aslında şaşmaması gerektiğinin farkındaydı Cengiz. Bu adamı başkalarına anlatırken onun “Rambo gibi” olduğunu söylemişti hep. Eh Rambo gibi birinin en beğendiği bıçak türünün de Rambo bıçağı olması normaldi yeni. Birden kararını verdi ve ortada dolanmakta olan kadın tezgâhtara seslenerek, o bıçağı “daha yakından görmek istediğini” söyledi.

Reşad bunu beklemiyordu tabii. Biraz şaşırmış ve sesini kesip bir adım geri çekilmişti. Cengiz buna aldırmadan, tezgâhtar kadının vitrini açışını ve sonra eline aldığı bıçakla gülümseyerek onlara yönelişini izledi. Yakından görmek için elini uzattı kadına doğru ve daha eline aldığı anda da, bıçağın ölümcüllüğü konusunda hiç yanılmamış olduğunu anlayıverdi. Bir kere iyice ağırdı. Sapı, tam beklediği gibi, elin kaymasını engelleyecek bir tür sert lastikten yapılmıştı. Ama en ölümcül özellikleri bunlar değildi elbette ki. Ucu bir iğne kadar sivri, ağzı bir ustura kadar keskindi.

“Reşad, insan bununla bir vuruşta karpuz keser, iyi mi?” dedi.

Gerçi bu benzetmenin pek de yerinde olmadığını Reşad’ın yüzünde beliren şaşkın ifadeden anlıyordu ama, aldırmak niyetinde değildi.

“Nedir bunun fiyatı?” diye sordu tezgâhtar kadına.

“Nasıl ödeyeceksiniz? Yani hangi ülkenin parasıyla demek istedim.”

“Alman Markı!”

“Bir dakika lütfen,” dedi kadın, cebinden çıkardığı küçük bir hesap makinesinin tuşlarına basarken.

“N’oluyor Cengiz ağbi?” diye araya girdi Reşad, “Alıyor musun yoksa?”

“Evet Reşad. Sen beğenmemiş miydin bunu?”

“Evet ama…”

Tezgâhtar kadın aralarına girmişti bu arada.

“145 Mark oluyor,” dedi yüzünde bir gülümsemeyle. “Alıyor musunuz?”

“Kılıfı da vardır herhalde değil mi?” diye sordu Cengiz, “Evet alıyorum. Lütfen paketler misiniz?”

Birkaç dakika sonra dükkândan çıkmış yine yürümeye başlamışlardı. Reşad, kadının bıçağı kılıfıyla birlikte içine koyduğu plastik torbayı taşıyordu elinde.

“Bayağı ağırmış ağbi,” dedi, “Hem kendi, hem de fiyatı ağırmış yani.”

“Evet, kendi ağır Reşad. Ama fiyatına aldırma sen. Hoşuna gitti mi onu söyle.”

“Sağol Cengiz ağbi. Gerçekten hoşuma gitti.”

Saat 9’a yaklaşırken geri dönüp buluşmanın gerçekleşeceği cafe’ye doğru yürümeye başladılar. Artık ikisi de vitrinlere takılmıyordu. Konuşmuyorlardı da. Cengiz, içindeki o uğursuz ‘sona doğru gidiş’ duygusunu bastırmaya çalışmakla meşguldü zaten. Bu nedenle de, Reşad’ın sesini duyunca adeta sıçradı.

“Ağbi bi dakika,” diyordu, “Uygun bir yer bulalım da şunu belime takayım ben. Böyle elde poşette taşımak olmuyor yani. Bir şey değil, bizimkileri de kıllandırırız yani.”

Haklıydı doğrusu. Acaba zamansız mı almıştı bu hediyeyi ona? Ama öyle planlanmış bir şey de değildi ki zaten. Denk gelmişti ve olup bitmişti işte. Tam bu sırada Reşad’ın yolun sol tarafındaki barlardan birine daldığını gördü Cengiz. Herhalde tuvalete girip, bıçağı beline takmayı planlıyordu. Çaresiz durup bekledi. Zaten çabuk geri geldi Reşad da. Artık elinde poşet yoktu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder