Dönmeye karar vermişlerdi.
Karısıyla tam bir fikir birliği
içindeydiler. Zaten gazete dağıtımından gelen parayla geçinmek mümkün değildi.
Gerçi evinde kaldıkları arkadaşı hala Türkiye’deydi ve kira ödemiyordu ama,
eski tanıdıklardan aldığı küçük borçlar olmasa, kıvıramazlardı zaten. Ne var
ki, çocuklar hiç hoşlanmamıştı bu işten. Onlar İsveç’i çok sevmişlerdi doğal
olarak. Çocuklara böylesine önem verilen, kreşleriyle okullarıyla ailelerin
hayatını bu kadar kolaylaştırmaya çalışan bir ülkeyi kim sevmezdi ki?
Yıllar önce gazetede yayınlanan bir
haberinin başlığı ‘Çocuk Cenneti” diye atılmıştı. Aslında nüfusun artmasını
teşvik etmek amacıyla sağlanan olanakları anlatan bir haberdi bu ve Cengiz
metnin içinde böyle bir deyim kullanmamıştı. Ama Yazıişleri Müdürü ya da sayfa
sekreteri böyle bir başlık uygun görmüştü herhalde. Cengiz’in hoşuna da
gitmişti üstelik. Gerçekten de doğruydu çünkü.
Dönüş kararı almasında, Metin Ereç’in
tekrar Genel Yayın Yönetmeni olarak gazeteye dönmüş olmasının da çok önemli bir
payı vardı. Yetkin Töresav ve ekibi, Kıbrıslı bir işadamının satın aldığı bir
gazeteye transfer olmuşlardı ve Gürol Arhavi de, Metin Ereç’i rakip başka bir
gazetenin elinden koparıp almıştı. İkisi birbirini iyi tanırdı zaten. Gürol
Bey, Metin Ereç’in babasıyla da dostluk etmişti adamın sağlığında. O da gazete
sahibiydi.
Geri dönünce, ilk iş olarak ziyaretine
gidip Metin Bey’le konuşması gerekeceğini biliyordu. İsveç’de idare etmişlerdi
durumu ama, Türkiye’de düzenli bir gelir vazgeçilmez koşul olacaktı. Sorun,
nasıl gidecekleri konusunda odaklanıyordu biraz.
Göteborg’da oturduğu yıllarda arkadaşlık
yaptığı Melih Özyeşil’i aramıştı Cengiz. Küçük bir otomobil tamirhanesi
işletiyordu Melih. Aynı sırada otomobil alıp satıyordu bir taraftan da. İşleri
iyiydi.
“Senden bir ricam olacak,” demişti Cengiz,
“Bir arabaya ihtiyacım olacak. Türkiye’ye gideceğiz ailecek de. Ama şimdi para
istemeyeceksin. Olduğunda veririm.”
“Tam sana uygun bir şey var elimde Cengiz.
1983 model beyaz bir Volvo 240. Takside çalışmış ve bu nedenle epey kilometre
yapmış ama çok iyi durumda. Hem zaten biliyorsun, Volvo taksicilere ve polise
satacağı arabaları özel üretir. Ne de olsa markanın yüzü oluyorlar. Bu nedenle
bayağı iyi durumda. Ne zaman istersen gel al.”
Kaç para olduğunu bile sormamıştı Cengiz.
Ertesi sabah ta, gazete dağıtımı biter bitmez trene binip Göteborg’a gitmişti.
Gerçekten de iyi durumdaydı Volvo. 10 bin Kron fiyatı vardı. Yaklaşık 3 bin 200
Alman Markı yani. Tam arabayı alıp yeniden Stockholm’e doğru yola çıkacaktı ki,
bir kenarda duran port-bagaja takılmıştı gözü. Arabanın tavanına monte edilen
türden, kapaklı, adeta tabut gibi bir şeydi bu. Onu da almıştı Melih’ten, para
vermeden.
Artık havanın biraz düzelmesini
bekliyorlardı.
1987’nin Şubat ayıydı ve Avrupa karlar
altındaydı.
Masanın başına oturmuş, Stockholm’e
geldiğinden beri yaşadıklarının hesabını çıkarmaya çalışıyordu. Kuşbeyaz
masanın üstündeydi ve kafasını Cengiz’in elinin parmakları arasına gömmüş,
öylece duruyordu.
“Kuşbeyaz...” demişti birden Cengiz,
“Biliyor musun, galiba artık ayrılma zamanımız geliyor.”
Yumurtlamaya başladığından beri, sanki
karakter değişimi yaşamıştı güvencin. İyice sahiplenmişti Cengiz’i. Kimseyi
onun yanına yanaştırmıyor, buna niyetlenenlere saldırıyor, ısırıyordu. İlk
başlarda çok sevdiği karısı ve çocuklar bile saldırıya uğruyorlardı. Bu
yetmezmiş gibi, bir de her tarafı bok etmesi vardı.
Cengiz önce karısıyla konuşmuştu, güvercini
başka birini verme konusunu. O da hak verince rehberden İsveç Güvencin Sevenler
Derneği Duvas Vänner’in telefonunu bulup yardım istemişti. Bir süre sonra da
bir kadın aramıştı onu.
“Galiba vermek istediğiniz bir beyaz
güvencin varmış. Ben Uppsala dışında bir çiftlikte yaşıyorum. 20 kadar atım ve
onlarla birlikte ahırda barınmakta olan 100 kadar güvercinim var. Eğer uygun
görürseniz onu almak isterim.”
Adresi vermişti Cengiz. Kadın gelip
Kuşbeyaz’a bakacak ve alıp götürecekti. Aslında yaşamıştı Kuşbeyaz.
Hemcinslerinin arasına gidecekti. Ama her şeye rağmen ondan ayrılmanın pek
kolay olmayacağını düşünüyordu Cengiz.
“İki güvercin bir olup, hayatımın içine
ettiniz Kuşbeyaz...” demişti, “Biriniz şanssızdı. Taş taş üstüne koyup bugünkü
haline gelmesine çok katkı yaptığı toplumun; bizzat onun geliştirmeye çalıştığı
düşünceler ve anlayış nedeniyle katilinin bulunmasını imkânsız hale getireceği,
eminim ki aklına bile gelmemişti. Ama aynen böyle oldu. Ve biliyor musun
Kuşbeyaz, ben onun yaptıklarına, hala da yapmak istediklerine çok inanmıştım,
‘bir gün tüm dünya böyle bir yer olmalı’ diye düşünüyordum, ‘belki benim ömrüm
yetmez ama, bir gün bu olmalı’ diyordum hep. Ama şimdi kafam karıştı. Artık
bunun için bir sihirli değnek gerektiğine inanıyorum. Bir defada tüm insanları
duru, temiz, saf kılacak bir sihirli değnek dokunuşu gerekmiş meğerse.
Olmayacak bir şey yani. Yoksa, 6 milyarlık bir dünyada 8 milyon İsveçli’nin
iyiliği bir işe yaramıyormuş. Hadi öteki Kuzey ülkelerine de ekle buna
Kuşbeyaz. En çok 11-12 milyon eder. Yalnızca bir damlacık.”
Çok canı sıkılmaya başlamıştı. Çünkü çok
kızıyordu bu olup bitenlere. Neredeyse öfke sınırına gelip dayanmıştı bu kızgınlık
ve biraz da bu nedenle fena halde sıkılıyordu canı. Neye yarardı ki öfke.
Yalnızca insanın hata yapmasına neden olurdu, o kadar.
“Sana gelince, “diye devam etmişti sonra
da, “Aslında başıma açtığın işlerde senin bir suçun yok, biliyorum. Ortalıkta benim
hemcinsimmiş görüntüsü vererek dolaşıp da akıl almaz bir vahşet yaratanlardaki
gibi, gelişmiş bir beyinin yok senin. Akıl denilen o olağanüstü benzersiz ve
aynı zamanda da uğursuz yetenekten yoksunsun sen. İçgüdülerin yönetiyor seni.
Bu nedenle de sahtekârlık yok doğanda. Duru ve temizsin. Tıpkı o ölen
güvercinin düşlediği gibisin yani. Keşke ben de senin gibi olabilseydim
Kuşbeyaz. O zaman ne güzel yaşardık birlikte, biliyorsun değil mi? Ama ben
senden farklıyım. İnsanım ben. Kendi elleriyle kurduğu uygarlığın altında
kalmış, kendi koyduğu kuralların yolaçtığı sorunlar nedeniyle hep yeni kurallar
getirmek zorunluluğuyla ezilen, bir anlamda çırpındıkça batan bir insan. Ben
evimi temiz tutmam gerektiğine koşullanmışken senin böyle bir derdin yok. Hatta
bunun ne anlama geldiğini bile anlaman mümkün değil. Ben de sana uyum
sağlayamıyorum işte. Senin gibi duru ve temiz olamıyorum bir türlü. Ayrılma
vaktimiz geliyor Kuşbeyaz. Sen 100 hemcinsinin arasına gideceksin, ben de
sahtekârlıkların, yalanın, şiddetin hâkim olduğu o kendi dünyama, insanlar
âlemine döneceğim. Kader böyle yazılmış.”
Birden karısının yatak odasının kapısı
önünde durduğunu farketmişti. Sarsılmış halinden, kadının tüm konuştuklarını
dinlediği belli oluyordu.
Helena Wigerstedt, yani Kuşbeyaz’ı almak
isteyen kadın ertesi gün gelmişti ziyarete. Görür görmez de neredeyse âşık
olmuştu güvercine. Cengiz yalnıza kuşun İsveç’e gelirken kullanılan kafese
tekrar konulmasına yardımcı olmuştu. Sonra da içeri, yatak odasına kaçmıştı.
Ayrılık sahnelerinden hep nefret ederdi.
Ama ertesi gün öğlenden sonra telefon
etmişti Helena Wigerstedt. Sesi neşeliydi.
“Biliyor musunuz?” diyordu, “Sizin
güvercin, ahırda yaşamayı kabul etmedi ve evin içine yerleşti. Çok şirin. Kocam
da, kızım da çok mutluyuz. Adını da değiştirip Alicia koyduk.”
“Öyle mi?” demişti Cengiz kadına, “Keşke
Palme koysaydınız...”
Bir süre sessizlik oluşmuştu telefonun öbür
ucunda.
“Anlamadım! Nasıl yani?”
“Şaka yapıyorum canım. Siz beni ciddiye
almayın lütfen.”
Telefonu kapadıktan sonra da evin içinde
sağa sola bakınmıştı Cengiz. Artık her yer derli topluydu. Koltukları,
kanepeleri korumak için yayılmış gazeteler de yoktu. Her şey normale dönmüş
gibi görünüyordu. Ama yine de garip bir eksiklik hissi asılıydı havada.
Kuşbeyaz yoktu.
Başka bir yerlerde ise Alicia adında beyaz
bir güvercin yaşıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder