5 Eylül 2011 Pazartesi

REŞAD GELİYOR!

Santral ve resepsiyon görevlisi Ayten’in sesindeki heyecan telefonda bile hissediliyordu.

“Cengiz Bey, teybin düğmesine basın hemen. Acayip biri arıyor ve doğrudan sizi istedi.”

Cengiz aslında onun bu heyecanına alışık sayılırdı. Hergün değilse de, zaman zaman böyle yapardı kadın. Bazen aslında bu heyecana hiç değmeyecek konuşmaları da kaydetmişti bu yüzden ama, ona hiç kızmıyordu. Hangi konuşmanın önemli olacağı, arayanın ne söyleyeceği belli olmazdı ki. Çoğu zaman böyle uyarılmaya gerek olmadan da kaydederdi konuşmaları. Telefonun altına yerleştirilmiş kasetçaların kayıt düğmesine bastı.

“Buyrun ben Cengiz.”

“Vay be, bu kadar çabuk bağlandık ha?” dedi karşı taraftaki Doğu şivesi yüklü ses, “Ben, bayağı uğraştıracaklar sanıyordum.”

“Yok canım... Ne vardı?”

“Sizinle buluşup konuşmak istiyorum.”

“Ne konudaydı?”

“En ilgi duyduğunuz konuda...”

Bir süre ikisi de konuşmadılar. Cengiz karşıdakinin ne söylemek istediğini anlıyordu tabii. Yalnızca ne yanıt vereceğini düşünüyordu. Bir taraftan da, Ayten’in adamı ‘acayip biri’ olarak nitelemesinin nedenini anlamaya  çalışıyordu. Evet, arayan bir Kürt’tü. Ama bu tek başına ‘acayip’ olarak tanımlanmasına yetmezdi ki. Almanya’da yayınlanan en büyük Türk gazetesinin Merkez Ofisi’ni her gün yüzlerce kişi arardı telefonla. Bunların hatırı sayılır bir bölümünün de Kürt kökenli olması çok normaldi.

“Eh konuşalım o zaman,” dedi, “Dinliyorum...”

“Telefon uymaz Cengiz ağbi... Ancak yüzyüze ve hatta başbaşa...”

“Yeni bir şeyler, ya da bir durum mu var yani..?”

“Hem de nasıl...”

“Buluşalım o zaman. Nerede ve ne zaman?”

“Siz bugün oradaysanız ben geleyim...”

Bir an düşündü Cengiz. Genelde hoşa giden bir durum değildi bu. Zaten giderek sıklaşan tehditler nedeniyle ciddi güvenlik önlemleri almak zorunda kalmıştı gazete yönetimi. Bina, genelde depoların ve bir kaç imalathanenin bulunduğu bir sanayi bölgesinin içindeydi. Hem yazıişleri ve hem de matbaa bölümlerine girişi sağlayan iki kapısında da özel güvenlik görevlileri bekliyordu. Tüm pencerelere demir takılmış; alt kat camları da, kurşungeçirmez hale getirilmişti. Böyle bir ortamda, hiç bilinmeyen birinin gazeteye gelmesi rahatsız edici bir durumdu. Ama bir taraftan da, bunun adamın ana koşulu olduğunu kavrayacak deneyimi vardı Cengiz’in.

“Bugün ne zaman..?” diye sordu sonra da.

“Bir ara... Saat vermek pek doğru olmaz.”

“Peki o zaman. Ben akşama kadar buradayım ve bekliyorum.”

Telefonu kapayınca kaseti geri sardı Cengiz. Sonra da cebine atıp telefonu tekrar kaldırdı ve Yazıişleri Müdürü Semih Akkoray’ı aradı. Bu saatlerde odasında değil, editörlerle birlikte Yazıişleri’nde olurdu Semih.

“Günaydın Semih...” dedi arkadaşının sesini duyunca, “Yukarıda senin odada buluşalım mı hemen? Bir durum var da. Acil!”

Semih’in odasının olduğu üst katın merdivenlerine giden koridorda karşılaştılar ama, yukarı çıkıp odaya girene kadar hiç konuşmadılar. Semih yıllardan beri Almanya’da görevliydi. İşini çok iyi bilen biriydi. Cengiz’i iyi tanırdı. Onun nedensiz yere böyle bir şey önermeyeceğini de bilirdi.

Odaya girer girmez Semih’in telefonun altında duran kasetçaların içindeki kaseti çıkarıp, cebindekini taktı Cengiz. Sonra da düğmeye bastı. Hiç konuşmadan, kısa ses kaydını dinlediler beraberce. Sonunda gözgöze geldiler.

“Ne diyorsun..?” diye sordu Semih.

“Bilmem... Ne söyleyecek, hiç bir fikrim yok.”

“Nasıl olacak peki?”

“Gelince alıp buraya getiririm... Bakalım ne diyor. Nasıl olsa ne istediğini anlarız o zaman.”

“Ben de bulunayım mı yani..?”

“Olmaz... Yüzyüze ve başbaşa diyordu, unuttun mu..?”

“Doğru... Sakat bir durum olmasın da...”

“Başka yolu yok ki bunun Semih. Ya gelecek ve dinleyeceğim onu, ya da hiç bir zaman bilemeyeceğiz...”

“Tamam tamam... Sakat bir durum olmasın diyorum yalnızca...”

“Ben ayarlarım vaziyeti...”

Odadan birlikte çıkıp aşağı indiler. Semih tekrar Yazıişleri’ne gitti, Cengiz de resepsiyona yöneldi. Ayten, kocaman gözleriyle ona bakıyordu.

“Az önce arayan var ya...” dedi Cengiz, “Buraya gelecek...”

“Polise haber vereyim mi Cengiz Bey..?”

“Yok canım ne polisi... Bak ne yapacaksın geldiğinde, onu anlatayım sana.”

“Balık tuttunuz yine galiba.”

“Bilmem, görücez. Şimdi; şu andan itibaren hiç kimseye, diktafondan kime geldiğini söylemeden, kapıyı açmıyorsun. Beni arayan biri geldiğinde de, hemen bana haber verip, kendin de içeri gidiyorsun. Ben onu alıp Semih’in odasına çıkarıcam. Ondan sonra gel geri ve yerine otur tekrar. Tamam mı?”

Ayten başını salladı yalnızca, yine iyice heyecanlanmıştı.

Cengiz sonra da Alman özel güvenlik görevlisiyle konuştu. Ondan, adam geldiğinde resepsiyonu terk etmesini istemedi tabii. Ama köşeye çekilip durmalıydı yalnızca. Varlığını göstermeli ve gerilim yaratmamalıydı. Adamla birlikte yukarı Semih’in odasına çıktıklarında da, gelip kapıda beklemeliydi.

Alman Cengiz’i dinlerken iyice gerilmişti. Bu işten pek hoşlanmışa benzemiyordu. Yığınla soru sordu Cengiz’e. Ama sonunda rahatladı. Aynı anda da kapı çalındı.

“Buyrun...” dedi Ayten.

Bu arada telaşlı parmaklarla kapının üstündeki güvenlik kamerasının açma düğmesine de basmıştı. Hemen kapının yanındaki duvarda asılı küçük monitörde, hiç birinin tanımadığı bir adamın görüntüsü belirmişti. Doğrudan kameranın içine bakıyordu.

“Cengiz Bey’e gelmiştim...” dedi rahat bir tavırla.

Ayten’in masasındaki haporlörden yansıyan ses, Cengiz’in kısa süre önce telefonda dinlediği sesin aynıydı. Ayten’e ve güvenlikçiye eliyle hareket etmelerini işaret edip kapıya yürüdü. Vay be ne çabuk gelmişti. Herhalde çok yakında bir yerlerdeydi telefon ettiğinde. Önü açık gömleğinin altında, kemerinin sol tarafına sokulu tabancayı çekip tam ortaya getirdi. Sağ elini kabzaya koyup kapıyı açtı.

Adamla gözgöze geldiler bir anda.

Cengiz’in en çok dikkatini çeken, adamın sağ kolunun üzerine attığı monttu. Elinde silah olduğu belliydi. Gözlerini kaldırıp tekrar karşısındaki sert hatlı yüze baktığında ise onun gözlerinin de hala belindeki tabancayı kavramış duran kendi eline takıldığını gördü. Sonra tekrar gözgöze geldiler. Birbirlerini tartıyorlardı.

“Hoşgeldin...” dedi Cengiz, “Reşad değil mi?”

“Hoş bulduk Cengiz ağbi... Evet Reşad!”

Cengiz bir adım geri atıp ona yol verdi. Bir kaplanın sessizliği ve çevikliğiyle hareket ediyordu adam. İçeri girdi. Cengiz eliyle üst kata çıkan merdivenlere giden kapıyı işaret etti. Konuşmadan yürüdüler. Merdivene geldiklerinde ise ikisi de durdular. Doğrusu onun önünde yürümek istemiyordu. Yine gözgöze geldiler. Sanki konuşmadan anlaşıyor gibiydiler. Merdiven geniş değildi ama, aynı anda çıkmaya başladılar. Omuzları birbirine değiyordu.

Semih’in odasına girdiklerinde de, masanın hemen önündeki iki koltuğa karşılıklı oturdular. Adam, montunu hala sağ elini gizleyecek şekilde, kolunun üstünde tutmayı sürdürüyordu.

“Rahat ol...” dedi Cengiz, “Burada yanlış bir şey olmaz.”

“Yanlışlık ne olabilir ki zaten Cengiz ağbi? En çok ikimiz birden ölürüz. Ya da birimiz... Aslına bakarsan ben biraz daha avantajlı durumdayım. Benimki elimde. Parmağım da tetikte. Senin çekmen lazım daha...”

Hala gözgözeydiler.

“Buraya bunları konuşmaya mı geldin?” diye sordu Cengiz.

“Böyle şeyler konuşulmaz ki Cengiz ağbi. Niyetim olsaydı, daha kapıyı açar açmaz bitirirdim işini.”

“O zaman konuya gelelim”

“Gelelim Cengiz ağbi. Söylediğim gibi benim adım Reşad. Kod adım yani. Bir ay öncesine kadar PKK’nın Belçika Sorumlusu’ydum.”

Birden kulakları dikildi Cengiz’in. Bir kaç haber kaynağından gelen bilgilere göre örgütün Reşad kod adlı Belçika Sorumlusu’nun kayıp olduğunu biliyordu. Örgütün onu her yerde aradığını da.

“Seni arıyorlar!” dedi.

“İlginç değil mi?”

“Daha önceden de görülmüş şeyler bunlar. Ama ilginç yanı da var tabii. Neden bu kadar çaba harcıyorlar seni bulmak için? İşte ilginç olan bu.”

“Çünkü bende bir şey var Cengiz ağbi. Senin çok işine yarayacak bir şey. Onları yokedebilecek bir şey. Senin yardımınla beni her şeyden sıyırabilecek bir şey...”

“Ne ki bu..?”

“Bir ölüm emri Cengiz ağbi... Olof Palme’nin ölüm emri...”

Nefesi kesilmişti Cengiz’in. Ne diyordu bu Rambo tipli adam? Olof Palme’nin ölüm emri mi? Hadi canım sende.

“Nasıl yani?” diye sordu, biraz yüksek çıkan bir sesle.

“Basbayağı ölüm emri ağbi. Palme’nin öldürülmesi talimatını veren, altında Abdullah Öcalan imzası olan bir emir işte.”

“Nerde, yanında mı şimdi?” dedi Cengiz, heyecanını kontrol etmeye çalışarak.

“Elbette ki değil Cengiz ağbi. Zaten öyle taşınacak bir şey değil ki. 954 sayfa tamamı.”

“Dalga mı geçiyorsun Reşad, 954 sayfalık ölüm emri olur mu?”

“Bak anlatayım sana Cengiz ağbi. Her yıl iki kez talimat raporları gelir Şam’dan. Resmi adı Avrupa Örgütü’ne Eleştiriler ve Talimatlar. Palme’nin ölüm emri, Aralık 1985’de gelen raporun bir parçası. 954 sayfa olan da o rapor işte.”

“Reşad aklım almıyor bu söylediklerini. Apo böyle şeyler yazacak ve sağa sola gönderecek kadar aptal mı? Ortalık bu kadar karıştıktan ve PKK Palme suikastıyla ilgili bu kadar suçlandıktan sonra, olsa bile böyle bir raporun ortalıkta dolaşmasına izin verebilir mi hiç? Akıl alır gibi değil.”

“Cengiz ağbi acele ediyorsun. Söyleyeceklerimi bitirmedim ki daha. Bir kere bu raporlar öyle senin dediğin gibi sağa sola gönderilmez. Kurye getirir Şam’dan. Tek kopyadır. Kurye her ülkedeki yerel örgütü ziyaret eder. Kaldığı bir kaç gün içinde okuyanlar okur bu raporu. Sonra alır, başka ülkelere gider.”

“Eeee ne oldu, kurye bu sefer raporu unuttu mu giderken?”

“Hayır ağbi. Çaldım onu.”

“Çaldın mı? Neden peki?”

“Uzun hikâye ağbi. Sana ilerde anlatırım. Eğer anlaşabilirsek tabii.”

“Eeee, sonra ne oldu? Yani sen raporu çaldıktan sonra demek istiyorum. Ortalık karışmadı mı yani?”

“Karıştı ağbi. Hem de nasıl karıştı. İki kişi öldü.”

“Nerede oldu bu?”

“Biri Fransa’da biri de Belçika’da. İkisi de zaten pislik adamlardı. Eroin işlerine bakanlardan. Tabii ben de topun ağzına geldim ama, ne de olsa yerel örgüt sorumlusuydum. İlk önce bana sordular ‘bu işi kimler yapmış olabilir’ diye. Ben de bu ölenlerden kuşkulandığımı söyledim. Birini bulup Fransa Örgütü bitirdi, diğerini de bizzat ben hallettim. Ellerimle yani.”

“Reşad neler söylüyorsun? Raporu çaldın ve sonra kendini kurtarmak için ilgisi olmayan iki kişinin adını verdin ve bunlardan birini bizzat sen mi öldürdün?”

“Cengiz ağbi aldırma fazla. İkisi de gerçekten pislikti o adamların. Kendi vurduğumu zaten öldürecektim bir gün. Güzel bir Fransız kızı vardı sevgilim, bu pislik onu eroine alıştırıp yok etmişti. Allah biliyor ya, ölümü çoktan hakketmişti.”

Cengiz dinlediklerini sindirmeye, kavramaya çalışıyordu. Hiç de beklemediği bir durumla karşı karşıya olduğunun farkındaydı. Ürkütücü bir ilişkiler yumağı söz konusuydu burada. Birden sağ elinin belindeki tabancanın kabzasını hala sımsıkı tutmakta olduğunun farkına vardı ve Reşad’a baktı. O da aynı derecede gerilimli görünüyordu. Silahını elinde tuttuğu üzerine mont atılmış kolunu indirmemişti hiç.

“Peki şimdi ne istiyorsun Reşad?” diye sordu sonra, “Buraya kadar geldiğine göre istediğini de söyle bari.”!

“2 milyon Mark ağbi... Rapora karşılık 2 milyon Mark!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder