25 Eylül 2011 Pazar

UMUTLA BEKLEMENİN SIKICILIĞI


Kendini yeniden Reşad’dan gelecek telefonu umutla bekler buldu sonra da. Ama böyle geçen her dakika içindeki umudu azaltıyordu da. Arada iki kere çaldı masasının üstündeki telefon ve onun telaşla ahizeyi kapmasına neden oldu her seferinde. İlk arayan karısıydı ve ‘Zürih’e salimen vardıklarını, otellerinin çok güzel olduğunu’ filan anlattı kadın. Bu da önemliydi tabii. İkinci arayan ise Klaus Baum’du. Onun sesini duymak, Cengiz midesine nedensiz bir sancının girmesine neden oldu.

“Ortak dostumuzdan haber var mı diye merak ettim,” dedi Baum, “Benim kulağıma çalınanlar pek hoş değil çünkü.”

“Hayır aramadı daha Herr Baum. Ama beni meraklandırdınız bu arada. Nedir o duyduğunuz o pek hoş olmayan şeyler?”

“Kısaca özetlemek gerekirse, örgütün adamımızla ilgili büyük bir av başlattığı yolunda bir istihbarat geldi elimize.”

“Size de mi geldi bu istihbarat?” diye sordu Cengiz.

“Pardon ama başka kime gelmiş ki? Siz bunu duymuş muydunuz yoksa. O zaman izninizle nereden duyduğunuzu da sormam gerek.”

Boş bulunup durduk yerde başına iş çıkarmıştı işte.

“Lafın gelişi öyle sordum,” diye lafı çevirmeye çalıştı, “Ben de size anlattıklarımın ışığında böyle bir şey olacağını düşünüyordum da. O bakımdan.”

“Bu sözlerinizi pek inandırıcı bulmadığımı söylemem lazım,” dedi Klaus Baum, “Ama tüm istihbarat kaynaklarınızı da bilemem elbette ki. Gerçi bazı kuşkularım da var bu konuda. Siz de biliyorsunuz zaten.”

“Yeniden başlamasak bu spekülasyonlara Herr Baum. Bunu bir kez konuşmuştuk sizinle.”

“Evet bu doğru. O zaman size bu işlerle neden uğraştığınızı sormuştum ve siz de bana şu anda hatırlayamadığım bir kelime söylemiştiniz.”

“Haklısınız Herr Baum, dedi Cengiz, “Kuşbeyaz demiştim.”

“Evet hatırladım, Kuschbeyass’dı o kelime. Bunun ne anlama geldiğini sorduğumda da, konuyu geçiştirmiştiniz. Belki şimdi söylemek istersiniz bunun anlamını.”

Cengiz gülmeye başladı. Ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin Alman’ı inandıramayacağı kesin gibiydi. Ama yine de şansını denemeye karar verdi. Ama önce elini uzatıp telefonun altındaki ses kayıt cihazının düğmesine bastı. İçinden gelen bir ses, bu konuşmanın kaydedilmeye değecek kadar önemli olabileceğini söylüyordu.

“Peki sizce ne olabilir bu Herr Baum?” diye sordu, “Elbette ki bir takım kuşkularınız var bunu sorduğunuza göre.”

“Bilemiyorum. Zaten onun için de merak ediyorum. Ancak spekülasyon yapabilirim.”

“Yapın o zaman Herr Baum. Doğrusu siz de beni meraklandırdınız şimdi. Bakalım gerçeğe ne kadar yaklaşıyorsunuz.”

“Resmi bir örgüt olmadığı kanısındayım bu Kuschbeyass’ın. Eğer öyle olsaydı, Federal İstihbarat birimlerimizin haberi olurdu, buna eminim. Ama resmi bir örgütün içindeki küçük ve çok gizli bir birim olabilir mesela. Ya da belki kapalı devre çalışan yeminli bir gruptur.”

“Böyle uçmak için Frankfurt Uçuş Kontrol’den izin almanız gerekir Herr Baum,” dedi Cengiz, “Ama bakın bize bir iyilik yapayım. Kuşbeyaz’ın da bir biçimde uçmakla ilgisi var. Ama onunki, öyle izin alınması gereken türden bir uçuş değil. Alın işte bir ipucu size. Artık Federal İstihbarat Birimlerinize daha çok done verebilirsiniz, yardım isterken.”

“Tam anlamadım ne söylemek istediğinizi ama, not ettiğime emin olabilirsiniz.”

“Size araştırmanızda başarılar diliyorum ben de. Ama şimdi bunu bıraksak da bana şu size geldiğini söylediğiniz istihbarattan biraz söz etseniz diyorum Herr Baum.”

“Aynen söylediğim gibi oldu işte. Örgüt dostumuzu çok sıkı arıyormuş artık. Bulurlarsa neler yapabileceklerini tahmin ediyorum. Hele dün sizin bana anlattığınız şeyleri düşününce. Ayrıca bu konuda sizinle bir daha görüşmek durumunda kalabiliriz. Bunu da bilseniz iyi olur.”

“Sanmıyorum Herr Baum,” dedi Cengiz biraz kızarak, “Bu konuyu dün kapatmıştık, öyle değil mi? Yani bir anlaşmaya vardık sizle. Bu arada, yaptığımız konuşmanın tamamının kayıt altında olduğunu da bilmenizde yarar var Herr Baum.  Sizi daha önceden de tanıdığım için, bunu yapmak gerektiğini düşünmüştüm ve şimdi haklı olduğumu anlıyorum.”

“Ne yani? Bunu yayınlamayı mı düşünüyorsunuz yoksa?” diye sordu Baum biraz şaşırmış bir ses tonuyla, “Bunu neden yapasınız ki?”

“Şimdilik düşünmüyorum tabii Herr Baum. Umarım benim bunu bir seçenek olarak görmeme neden olacak şeyler yapmaya kalkışmazsınız siz de. Farkındaysanız, gerçeğin her zaman için en az iki yüzü vardır. Siz bir yüzü varmış gibi yaparsanız, ben de öbür yüzü ortaya çıkarmak zorunda kalabilirim yani.”

Bir süre ikisi de konuşmadılar. Alman’ın hızlı bir durum değerlendirmesi yaptığını anlıyordu Cengiz. Sheraton’un lobisinde gerçekleşen o ilk buluşmanın fotoğraflarının da Cengiz’in elinde olduğunu biliyordu zaten adam. Şimdi bir de ses kaydı çıkmıştı başına,

“Neyse,” dedi bir süre sonra,  “Eğer adamımızla ilgili bir gelişme olursa, ya da bir şey duyarsanız bana haber vereceğinizi ummak istiyorum.”

“Bundan emin olabilirsiniz Herr Baum. İstesek de istemesek de, siz bu işin önemli bir parçası haline gelmiş durumdasınız. Onun için, eğer bir çözüme ulaşılacaksa, birlikte olacak bu.”

Vedalaşıp kapadılar telefonu karşılıklı. Cengiz kendini iyice kızgın hissediyordu. Gerçi Baum’un ona bir zarar verebileceğini sanmıyordu ama, adam hiç değilse bunu denemeye kalkışmıştı. İyi ki o ses kaydını yapmak gelmişti aklına. İyi ki İsmail Karanfil’in o mikrofon seti vardı.

Sonra kızgınlığın yerini yeniden endişe almaya başladı. Reşad’ın başına bir şey gelmesi korkusundan kaynaklanıyor ve üstelik giderek de yoğunlaşıyordu bu endişe. Öyle oturup, bir şeyler olmasını beklemeye başladı. Başka ne yapabilirdi ki zaten.

Birden aklına Kuşbeyaz geldi o zaman. Stockholm’e, güvercini alıp adını Alicia olarak değiştiren Helena Wigerstedt’e telefon edip Kuşbeyaz’ın durumunu sormaya karar verdiğini de hatırladı. Ama kadının telefon numarası evdeki defterde yazılıydı. Bir ara, sırf bunun için eve uğramaya karar verdi. Sonra Klaus Baum’un Kuşbeyaz’la ilgili varsayımları geldi aklına. Önce hafiften gülmeye başladı. Ama giderek bir krize dönüştü içindeki gülme isteği. Sonunda kendini kahkahalarla ve deli gibi güldüğü bir krizin ortasında buluverdi. Duramıyordu bir türlü. Gözlerini kaldırıp kapının önünde dikilen ve onu hayret dolu bakışlarla seyreden Semih Akkoray’ı fark edene kadar da devam etti gülmeye.    

“Hayrola Cengiz?” diye sordu Yazıişleri Müdürü, “Matrak bir durum mu var, yoksa kafayı mı yedin?”

“Galiba ikisi birden Semih,” dedi Cengiz, “Hatta galiba değil, kesin ikisi birden.”

“Oğlum n’oluyor söyle bari de, biz de gülelim en azından.”

“Bir ara anlatırım Semih. Sen bana mı bakmaya gelmiştin bu arada?”

“Merak ettim. Sesin soluğun çıkmadı da bugün hiç.”

“Oturup duruyorum işte burada. Reşad’ın aramasını bekliyordum ve hala ses çıkmadı. O nedenle biraz canım sıkkın aslında.”

“Ne yani? Şimdi sen canın sıkkın olduğu için mi gülüyorsun?”

“Bilmem. Galiba öyle Semih. Saçma aslında değil mi?”

“Bir de haberim var sana bu arada,” dedi Semih, “Ercan Öztuna burada bu akşam ve hep birlikte yemeğe gidiyoruz.”

“Dur tahmin edeyim Semih. Yunanlı’ya gidiyoruz değil mi?”

“İşte şimdi yanıldın. Ercan Bey et yemek istiyormuş. O nedenle Arjantin lokantasına gidilecek. Yani bu gece rakı yok. Artık şarapla idare edeceksin demektir. Ama sen şarap da severdin yanılmıyorsam.”

“Şarap sevilmez miymiş hiç? Tek sorun benim şarabı içki değil bir nefaset olarak algılamam. Yani damak tadı konusu bu. Benimse bugün yine biraz kafayı bulmam gerek sanki Semih. Ama ne yapalım, yemekten önce ve sonra viskiye yumulur, açığı kapatırız artık.”

Aynen de öyle yaptı Cengiz. Gecenin sonunu da Sheraton’un barında getirdi, peşpeşe yuvarladığı 3 duble bol buzlu Jack Daniels’le. Odasına çıkarken bir tek şeyden emindi. Mışıl mışıl uyuyacaktı bu gece. 

Sonraki  5 günü Reşad’ın aramasını bekleyerek geçirdi Cengiz. Her geçen gün, her geçen saat, hatta geçen her dakika onu biraz daha umutsuzluğa düşürüyordu. Ve bu umutsuzluğun onun üstünde yarattığı genel etkiden rahatsızdı. Günü endişeyle yüklenmiş bir gerilim içinde geçirmek, sonra da akşam olunca uyuyabilmek için en kestireme yol olarak alkole başvurmak, onu başka birine dönüştürüyordu adeta. Bir an önce kendini toplaması geldiğini biliyordu ama, bunu nasıl gerçekleştireceği konusunda fikri yoktu.

Geceleri yatağına başı dönerek yattığında hep Ergin Girginer geliyordu gözlerinin önüne. Sevgili Ergin. Tepeden tırnağa olağanüstü gazetecilik yetenekleriyle dolu, bilgili, kıvrak zekâlı Sevgili Ergin. Son yıllarda ne kadar kızmıştı ona. Kendini alkole verip hep rüya âleminde yaşamayı seçtiği için, gerçeklerden ve çevresinden kaçmaya çabaladığı için, kendini zorla soktuğu yapay kimliğiyle zaman zaman ona yakınlaşmak isteyenlerin üstünden silindir gibi geçtiği için kızmıştı hep. Ama sonra kendi haline baktıkça, bambaşka duygular doluyordu içine. Bu kendini Ergin’le özdeşleştirmek değildi yine de. Çünkü kendi bunalımının neden kaynaklandığını biliyordu Cengiz. Ergin’i deforme eden bunalımın ne olduğunu ise hiç bilmiyordu. Bilemezdi zaten. Kimseyi, buna anlayabilecek kadar yakınına sokmuyordu ki adam. Alkol bulutundan oluşan bir zırhın arkasında yaşamayı seçmişti o. Hâlbuki yalnızca Cengiz değil, başkaları da onun aslında yüreği ne kadar sevgi dolu biri olduğunu bilirdi. Dağılmaya başlamadan önceki işleri yeterdi bunu kanıtlamaya.

Aslında kendi sorununu anlayabilmek için başka birine yoğunlaşmak da doğru değildi galiba. Bu yanıltıcı olacağı kesin bir çabaydı çünkü. Herkesin algılamaları, endişeleri, değer yargıları farklıydı nasıl olsa. Tıpkı aynı anda aynı olaya tanık olan birkaç kişinin, sonradan bu olayı anlatmak gerektiğinde başka başka şeyleri dile getirmeleri gibi bir şeydi bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder