Kendini yeniden Reşad’dan gelecek telefonu
umutla bekler buldu sonra da. Ama böyle geçen her dakika içindeki umudu
azaltıyordu da. Arada iki kere çaldı masasının üstündeki telefon ve onun
telaşla ahizeyi kapmasına neden oldu her seferinde. İlk arayan karısıydı ve
‘Zürih’e salimen vardıklarını, otellerinin çok güzel olduğunu’ filan anlattı
kadın. Bu da önemliydi tabii. İkinci arayan ise Klaus Baum’du. Onun sesini
duymak, Cengiz midesine nedensiz bir sancının girmesine neden oldu.
“Ortak dostumuzdan haber var mı diye merak
ettim,” dedi Baum, “Benim kulağıma çalınanlar pek hoş değil çünkü.”
“Hayır aramadı daha Herr Baum. Ama beni
meraklandırdınız bu arada. Nedir o duyduğunuz o pek hoş olmayan şeyler?”
“Kısaca özetlemek gerekirse, örgütün
adamımızla ilgili büyük bir av başlattığı yolunda bir istihbarat geldi
elimize.”
“Size de mi geldi bu istihbarat?” diye
sordu Cengiz.
“Pardon ama başka kime gelmiş ki? Siz bunu
duymuş muydunuz yoksa. O zaman izninizle nereden duyduğunuzu da sormam gerek.”
Boş bulunup durduk yerde başına iş
çıkarmıştı işte.
“Lafın gelişi öyle sordum,” diye lafı
çevirmeye çalıştı, “Ben de size anlattıklarımın ışığında böyle bir şey
olacağını düşünüyordum da. O bakımdan.”
“Bu sözlerinizi pek inandırıcı bulmadığımı
söylemem lazım,” dedi Klaus Baum, “Ama tüm istihbarat kaynaklarınızı da bilemem
elbette ki. Gerçi bazı kuşkularım da var bu konuda. Siz de biliyorsunuz zaten.”
“Yeniden başlamasak bu spekülasyonlara Herr
Baum. Bunu bir kez konuşmuştuk sizinle.”
“Evet bu doğru. O zaman size bu işlerle
neden uğraştığınızı sormuştum ve siz de bana şu anda hatırlayamadığım bir
kelime söylemiştiniz.”
“Haklısınız Herr Baum, dedi Cengiz,
“Kuşbeyaz demiştim.”
“Evet hatırladım, Kuschbeyass’dı o kelime.
Bunun ne anlama geldiğini sorduğumda da, konuyu geçiştirmiştiniz. Belki şimdi
söylemek istersiniz bunun anlamını.”
Cengiz gülmeye başladı. Ne yaparsa yapsın,
ne söylerse söylesin Alman’ı inandıramayacağı kesin gibiydi. Ama yine de
şansını denemeye karar verdi. Ama önce elini uzatıp telefonun altındaki ses
kayıt cihazının düğmesine bastı. İçinden gelen bir ses, bu konuşmanın
kaydedilmeye değecek kadar önemli olabileceğini söylüyordu.
“Peki sizce ne olabilir bu Herr Baum?” diye
sordu, “Elbette ki bir takım kuşkularınız var bunu sorduğunuza göre.”
“Bilemiyorum. Zaten onun için de merak
ediyorum. Ancak spekülasyon yapabilirim.”
“Yapın o zaman Herr Baum. Doğrusu siz de
beni meraklandırdınız şimdi. Bakalım gerçeğe ne kadar yaklaşıyorsunuz.”
“Resmi bir örgüt olmadığı kanısındayım bu
Kuschbeyass’ın. Eğer öyle olsaydı, Federal İstihbarat birimlerimizin haberi
olurdu, buna eminim. Ama resmi bir örgütün içindeki küçük ve çok gizli bir
birim olabilir mesela. Ya da belki kapalı devre çalışan yeminli bir gruptur.”
“Böyle uçmak için Frankfurt Uçuş
Kontrol’den izin almanız gerekir Herr Baum,” dedi Cengiz, “Ama bakın bize bir
iyilik yapayım. Kuşbeyaz’ın da bir biçimde uçmakla ilgisi var. Ama onunki, öyle
izin alınması gereken türden bir uçuş değil. Alın işte bir ipucu size. Artık
Federal İstihbarat Birimlerinize daha çok done verebilirsiniz, yardım
isterken.”
“Tam anlamadım ne söylemek istediğinizi
ama, not ettiğime emin olabilirsiniz.”
“Size araştırmanızda başarılar diliyorum
ben de. Ama şimdi bunu bıraksak da bana şu size geldiğini söylediğiniz
istihbarattan biraz söz etseniz diyorum Herr Baum.”
“Aynen söylediğim gibi oldu işte. Örgüt
dostumuzu çok sıkı arıyormuş artık. Bulurlarsa neler yapabileceklerini tahmin
ediyorum. Hele dün sizin bana anlattığınız şeyleri düşününce. Ayrıca bu konuda
sizinle bir daha görüşmek durumunda kalabiliriz. Bunu da bilseniz iyi olur.”
“Sanmıyorum Herr Baum,” dedi Cengiz biraz
kızarak, “Bu konuyu dün kapatmıştık, öyle değil mi? Yani bir anlaşmaya vardık
sizle. Bu arada, yaptığımız konuşmanın tamamının kayıt altında olduğunu da
bilmenizde yarar var Herr Baum. Sizi
daha önceden de tanıdığım için, bunu yapmak gerektiğini düşünmüştüm ve şimdi
haklı olduğumu anlıyorum.”
“Ne yani? Bunu yayınlamayı mı
düşünüyorsunuz yoksa?” diye sordu Baum biraz şaşırmış bir ses tonuyla, “Bunu
neden yapasınız ki?”
“Şimdilik düşünmüyorum tabii Herr Baum.
Umarım benim bunu bir seçenek olarak görmeme neden olacak şeyler yapmaya
kalkışmazsınız siz de. Farkındaysanız, gerçeğin her zaman için en az iki yüzü
vardır. Siz bir yüzü varmış gibi yaparsanız, ben de öbür yüzü ortaya çıkarmak
zorunda kalabilirim yani.”
Bir süre ikisi de konuşmadılar. Alman’ın
hızlı bir durum değerlendirmesi yaptığını anlıyordu Cengiz. Sheraton’un
lobisinde gerçekleşen o ilk buluşmanın fotoğraflarının da Cengiz’in elinde
olduğunu biliyordu zaten adam. Şimdi bir de ses kaydı çıkmıştı başına,
“Neyse,” dedi bir süre sonra, “Eğer adamımızla ilgili bir gelişme olursa,
ya da bir şey duyarsanız bana haber vereceğinizi ummak istiyorum.”
“Bundan emin olabilirsiniz Herr Baum.
İstesek de istemesek de, siz bu işin önemli bir parçası haline gelmiş
durumdasınız. Onun için, eğer bir çözüme ulaşılacaksa, birlikte olacak bu.”
Vedalaşıp kapadılar telefonu karşılıklı.
Cengiz kendini iyice kızgın hissediyordu. Gerçi Baum’un ona bir zarar
verebileceğini sanmıyordu ama, adam hiç değilse bunu denemeye kalkışmıştı. İyi
ki o ses kaydını yapmak gelmişti aklına. İyi ki İsmail Karanfil’in o mikrofon
seti vardı.
Sonra kızgınlığın yerini yeniden endişe
almaya başladı. Reşad’ın başına bir şey gelmesi korkusundan kaynaklanıyor ve
üstelik giderek de yoğunlaşıyordu bu endişe. Öyle oturup, bir şeyler olmasını
beklemeye başladı. Başka ne yapabilirdi ki zaten.
Birden aklına Kuşbeyaz geldi o zaman.
Stockholm’e, güvercini alıp adını Alicia olarak değiştiren Helena Wigerstedt’e
telefon edip Kuşbeyaz’ın durumunu sormaya karar verdiğini de hatırladı. Ama
kadının telefon numarası evdeki defterde yazılıydı. Bir ara, sırf bunun için
eve uğramaya karar verdi. Sonra Klaus Baum’un Kuşbeyaz’la ilgili varsayımları
geldi aklına. Önce hafiften gülmeye başladı. Ama giderek bir krize dönüştü
içindeki gülme isteği. Sonunda kendini kahkahalarla ve deli gibi güldüğü bir
krizin ortasında buluverdi. Duramıyordu bir türlü. Gözlerini kaldırıp kapının
önünde dikilen ve onu hayret dolu bakışlarla seyreden Semih Akkoray’ı fark
edene kadar da devam etti gülmeye.
“Hayrola Cengiz?” diye sordu Yazıişleri
Müdürü, “Matrak bir durum mu var, yoksa kafayı mı yedin?”
“Galiba ikisi birden Semih,” dedi Cengiz,
“Hatta galiba değil, kesin ikisi birden.”
“Oğlum n’oluyor söyle bari de, biz de
gülelim en azından.”
“Bir ara anlatırım Semih. Sen bana mı
bakmaya gelmiştin bu arada?”
“Merak ettim. Sesin soluğun çıkmadı da
bugün hiç.”
“Oturup duruyorum işte burada. Reşad’ın
aramasını bekliyordum ve hala ses çıkmadı. O nedenle biraz canım sıkkın
aslında.”
“Ne yani? Şimdi sen canın sıkkın olduğu
için mi gülüyorsun?”
“Bilmem. Galiba öyle Semih. Saçma aslında
değil mi?”
“Bir de haberim var sana bu arada,” dedi
Semih, “Ercan Öztuna burada bu akşam ve hep birlikte yemeğe gidiyoruz.”
“Dur tahmin edeyim Semih. Yunanlı’ya
gidiyoruz değil mi?”
“İşte şimdi yanıldın. Ercan Bey et yemek
istiyormuş. O nedenle Arjantin lokantasına gidilecek. Yani bu gece rakı yok.
Artık şarapla idare edeceksin demektir. Ama sen şarap da severdin
yanılmıyorsam.”
“Şarap sevilmez miymiş hiç? Tek sorun benim
şarabı içki değil bir nefaset olarak algılamam. Yani damak tadı konusu bu.
Benimse bugün yine biraz kafayı bulmam gerek sanki Semih. Ama ne yapalım,
yemekten önce ve sonra viskiye yumulur, açığı kapatırız artık.”
Aynen de öyle yaptı Cengiz. Gecenin sonunu
da Sheraton’un barında getirdi, peşpeşe yuvarladığı 3 duble bol buzlu Jack
Daniels’le. Odasına çıkarken bir tek şeyden emindi. Mışıl mışıl uyuyacaktı bu
gece.
Sonraki
5 günü Reşad’ın aramasını bekleyerek geçirdi Cengiz. Her geçen gün, her
geçen saat, hatta geçen her dakika onu biraz daha umutsuzluğa düşürüyordu. Ve
bu umutsuzluğun onun üstünde yarattığı genel etkiden rahatsızdı. Günü endişeyle
yüklenmiş bir gerilim içinde geçirmek, sonra da akşam olunca uyuyabilmek için
en kestireme yol olarak alkole başvurmak, onu başka birine dönüştürüyordu
adeta. Bir an önce kendini toplaması geldiğini biliyordu ama, bunu nasıl
gerçekleştireceği konusunda fikri yoktu.
Geceleri yatağına başı dönerek yattığında
hep Ergin Girginer geliyordu gözlerinin önüne. Sevgili Ergin. Tepeden tırnağa
olağanüstü gazetecilik yetenekleriyle dolu, bilgili, kıvrak zekâlı Sevgili
Ergin. Son yıllarda ne kadar kızmıştı ona. Kendini alkole verip hep rüya
âleminde yaşamayı seçtiği için, gerçeklerden ve çevresinden kaçmaya çabaladığı için,
kendini zorla soktuğu yapay kimliğiyle zaman zaman ona yakınlaşmak isteyenlerin
üstünden silindir gibi geçtiği için kızmıştı hep. Ama sonra kendi haline
baktıkça, bambaşka duygular doluyordu içine. Bu kendini Ergin’le özdeşleştirmek
değildi yine de. Çünkü kendi bunalımının neden kaynaklandığını biliyordu
Cengiz. Ergin’i deforme eden bunalımın ne olduğunu ise hiç bilmiyordu.
Bilemezdi zaten. Kimseyi, buna anlayabilecek kadar yakınına sokmuyordu ki adam.
Alkol bulutundan oluşan bir zırhın arkasında yaşamayı seçmişti o. Hâlbuki
yalnızca Cengiz değil, başkaları da onun aslında yüreği ne kadar sevgi dolu
biri olduğunu bilirdi. Dağılmaya başlamadan önceki işleri yeterdi bunu
kanıtlamaya.
Aslında kendi sorununu anlayabilmek için
başka birine yoğunlaşmak da doğru değildi galiba. Bu yanıltıcı olacağı kesin
bir çabaydı çünkü. Herkesin algılamaları, endişeleri, değer yargıları farklıydı
nasıl olsa. Tıpkı aynı anda aynı olaya tanık olan birkaç kişinin, sonradan bu
olayı anlatmak gerektiğinde başka başka şeyleri dile getirmeleri gibi bir şeydi
bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder