Ergin Girginer’in keyfi yerindeydi
Citroen’in ön koltuğunda otururken. Cengiz’le birlikte olmayı özellikle de
birlikte bir yerlere gitmeyi hep sevmişti. Ayrıca, çoğu zaman serzeniş bazen de
azar işitmesine neden olan içki tutkusunun bile bu akşam sorun olmayacağını
biliyordu. Nasıl olsa dışarı çıkıyorlardı biriyle beraber yemek yemeğe ve
elbette ki içki de içilecek demekti. Gazeteden çıkmadan önce Dimitri’yi
aramıştı Cengiz. Gazetedeki herkes gibi Türkiye’den ziyarete gelenlerin de
kısaca ‘Yunanlı’ diye tanıdıkları restoranın sahibiydi Dimitri.
“Bir saate kalmaz orada olurum, rakın var
değil mi?”
Normalde rakı değil uzo veriyordu Dimitri.
Rakı yalnızca sayıları çok az özel Türk müşteriler içindi. Cengiz fazla göze
batmadan birşeyler yemek istediği zamanlarda hep oraya giderdi. Frankfurt’un
Güney bölgesinde, genelde yalnızca Almanlar’la Yunanlılar’ın geldiği bir yerdi.
Mezeleri nefisti ama.
Peşinden de Isabella Otel’den Reşad’ı
aramış ve ona ‘gazeteden çıkmak üzere olduğunu, geldiğinde de aşağıdan telefon
edeceğini’ söylemişti.
“Kim bu adam..?” diye sordu Ergin.
“Tam bilemiyorum Ergin. Söylediğine göre
PKK’dan ayrılmış ve şu anda kaçak konumunda olan biri. Gerçekten söylediği adam
mı değil mi bilemiyorum. Ama eğer öyleyse, güzel iş.”
“Hadi hayırlısı,” dedi Ergin, “Benden
istediğin ne peki?”
“Şu anda sadece dolgu olmanı istiyorum
Ergin. Eğer akşam yemekte onun çenesini biraz açmayı becerirsem, o zaman aklına
gelen her şeyi sor sen de. İlla bilmem gerekmiyor ne soracağını. Yalnızca sor.
Bakarsın senin sordukların benim aklıma gelebileceklerden daha önemli çıkar bir
anda...”
Gülmeye başladı Ergin.
“İyi o zaman... Türkiye’deki yeni yetme
gazeteciler gibi yapacağım demektir. Yani ne sorduğunu bilmeden; hatta kime ne
soru sorulacağını, ne sorulmayacağını bile bilmeden bir şeyler sormaktan söz
ediyorum.”
Gelmişlerdi bile Isabella’nın önüne. Cengiz
arabayı kapıdan biraz uzağa yanaştırıp indi ve hızla içeri daldı. Tam karşıdaki
birahanedekilere görünmek istemiyordu. Her zaman tanıdık birileri olurdu orada.
İki dakika sonra da, Reşad’la birlikte çıkıp arabaya doğru yürüdüler. Ön
koltukta birinin oturduğunu farkedince birden durdu Reşad.
“Yabancı değil,” dedi Cengiz, “Gazeteden
bir arkadaş...”
Sonra da arka kapıyı açtı Reşad’a binmesi
için. Peşinden de hemen direksiyona geçip gaza bastı. Burada fazla kalmak
istemiyordu.
Konuşmadan restoranın önüne kadar geldiler.
Aslında böyle yerlere belinde silahla girmek istemezdi Cengiz ama, bu sefer
tersini yapacaktı. Zaten sırf rahatça silah taşıyabilmek için giyim tarzını
değiştirmek zorunda kalmıştı bir süre önce. Kışları hiç bir sorun yoktu
doğrusu. Nasıl olsa ceketi oluyordu ve hep pantolon kemerine soktuğu 7.65mm’lik
Walter PPK silah belli olmuyordu. Yazları da bir tişörtün üstüne, pantolonunun
içine sokmadan gömlek giymeyi ve bunun düğmelerini açık bırakmayı adet
edinmişti. Bir tür ceket gibi yani. Şimdi de aynı öyle giyinmişti.
Onu kapıda görünce yanına geldi Dimitri. El
sıkıştılar. Sonra en köşede onlara ayrılmış masaya yöneldiler. Reşad kapıyı
görebilecek bir şekilde oturdu. Cengiz de öyle. Bir tek Ergin’in arkası kapıya
dönüktü. Ama Reşad hala gerilmiş görünüyordu.
“Merak etme Reşad,” dedi Cengiz, “Burası
sağlam bir yerdir...”
“İyi de ağbi, kendimi çıplak
hissediyorum... Silahsızken yani...”
“Tamam yavrum anladım... Sana burası
sağlamdır dedim, yine de inandıramadım. O zaman bak ne yapalım. Eğer gerek
olursa benimkini alabilirsin, oldu mu? Söz...”
Garson mezeleri getirmeye başlamıştı bile. Onun
ne yiyeceğini, ne sevdiğini hepsi bilirdi zaten. O yüzden sorulmazdı bile. Bir
büyük şişe Yeni Rakı da, etraftakiler görmesin diye peçeteye sarılıp buz
kovasının içine konularak gelmişti masaya. İş bardakları doldurana kadardı
nasıl olsa. Ondan sonra rakı da uzo da beyaz oluyordu.
Az sonra kadehleri tokuşturuyorlardı.
Cengiz büyücek bir yudum aldı rakıdan, Reşad da küçücük. Ya alkolü sevmiyordu,
ya da sarhoş almak istemiyordu. Ergin ise daha ilk dikişte rakı bardağının
yarısını boşaltmıştı midesine.
“Neden ters düştün örgütle..? diye
soruverdi Cengiz birden.
Biraz şaşkınlıkla baktı Reşad Ona. Sanki ne
sorduğunu anlamamış gibiydi.
“Ağbi anlattım ya bugün...”
Demek ki ne sorduğunu anlamıştı Cengiz’in.
Anlamadığı, bunu neden sorduğu olmalıydı.
“Bugün sen bana yalnızca para tarafını
anlattın işin Reşad,” dedi, “Başka bir şeyden söz etmedin ki...”
“İyi ya işte...”
“Yani sırf para için mi koptun örgütten?”
“Evet ağbi, aynen öyle yaptım... Gerçi ben
ülke sorumlusu olarak ötekilerden daha iyi bir durumdaydım ama, ağalar krallar
gibi yaşıyordu... Ben de çok bozuluyordum buna...”
“Ağalar mı..?”
“Evet ağbi ağalar... Bolluk içinde yüzen
ağalar. Ülkedeyken hayal bile edemeyecekleri kadar bolluk içinde yüzüyor onlar.
Yani üst kademe yöneticilerden söz ediyorum.”
“Vay be Reşad, para mı dağıtıyorlar bu
Avrupa ülkelerinde de bizim haberimiz yok?”
“Cengiz ağbi, unutuyor musun toplanan
haraçları, eroin işlerini filan?”
“Unutmuyorum tabii de bu işlerle örgüt
uğraşmıyor mu?”
“Ne örgütü ağbi? Örgüt dediğin soyut bir
şey. Bu işleri gerçek insanlar yapıyor elbette ki. Gelen paraların da ancak bir
kısmı gidiyordur örgüte. Yarısı belki de...”
“Peki aşağıdakilere dağıtmıyorlar mı biraz,
bu senin ağalar?”
“Cengiz ağbi, bu para dediğin, daha doğrusu
para hırsı dediğin, ibnelik gibi bir şey. Hep daha çoğunu istiyor paranın
tadını alan. Hele geçmişinde parasızlık çekmişse. Hele kırsaldan geliyorsa...”
Cengiz onun para hırsını tanımlama şekline
güldü. Hiç böylesini duymamıştı doğrusu. Sonra birden ciddileşti yine.
“Yani siyaseten ters düşmen söz konusu
olmadı örgüte, öyle mi?” diye sordu sonra da.
“Bu mümkün değil Cengiz ağbi. Nasıl ters
düşebilirim ki? Yalnızca bazı yöntemler konusunda farklı düşünüyor olabilirim.
Halkımın bağımsızlık mücadelesine inanmış biriyim ben. Sen tabii sömürgeci bir
ulusun temsilcisi olarak algılayamazsın bu söylediklerimi?”
“Bi dakka bi dakka...” dedi Cengiz, “Ben
miyim sömürgeci ulus temsilcisi?”
“Türk değil misin sen ağbi?”
“Türk’üm Reşad. Ama bu durumda yine de
anlamadığım bir şey var. Nereyi sömürüyoruz biz?”
“Kürdistan’ı tabii Cengiz ağbi.”
“Reşad senin Kürdistan dediğin, ama benim
Güneydoğu Anadolu olarak tanımladığım bölge, bir sömürgecinin ancak kâbusu
olabilir bence. Sömürge dediğinde, adı üstünde sömürülecek bir şeyler bulunması
lazım. Güneydoğu’da sömürülecek ne var peki? Söyle bana ne var ha? Aksine bence asıl sömüren sizlersiniz. Türk
Devleti’nin sınırlı varlıklarını sömürüyorsunuz yıllardır. Oralardaki her şeyi;
para harcayarak, Türk Devleti yapıyor. Hem de akıl almaz büyük para harcayarak.
Oradaki halk ne yapıyor peki? Biraz paranın ucunu gören hemen o toprakları
terkedip Batı’ya göçetmiyor mu? Sonra da tüm parasını Batı’ya yatırıp büyük
işadamı olmuyor mu? Peki neden onlar paralarını senin Kürdistan dediğin yere
yatırmıyorlar ha? Neden? O zaman da ne çıkıyor ortaya biliyor musun Reşad, siz
kendi kendinizi sömürür duruma düşüyorsunuz.”
Kızmıştı Cengiz. Ne diyordu bu herif böyle?
“Cengiz ağbi,” dedi Reşad, “Ben Kürdistan
derken yalnızca senin Güneydoğu dediğin yeri kastetmiyorum ki. Kürdistan büyük
bir yer. Çok büyük. Dört ülkenin aralarında bölüştüğü topraklardan söz ediyorum
ben. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin ve hatta biraz da Sovyetler Birliği’nin
aralarında bölüştüğü Büyük Kürdistan’dan söz ediyorum.”
“Reşad, kendin söyledin. İran, Irak, Suriye
dedin. Oraları Türkiye değil ki. Peki bu durumda nasıl oluyor da biz Türkler
sömüren ulus oluyoruz?”
“Ağbi sen Türkiye’nin bir gün Güney
Kürdistan’a inip petrol yataklarına el koyma hayaliyle yanıp tutuştuğunu
bilmiyor musun?”
“Saçmalıyorsun Reşad. Kaldı ki Türk
Devleti’nin böyle gizli niyetleri bile olsa, kim izin verir ki buna? Senin
petrol yatakları dediğin yer Irak’ta. Orada da, Amerika’nın has adamı Saddam
Hüseyin var.”
“Evet ağbi... Bugün için böyle görünüyor
durum. Ama yarın ne olacak bilebilir miyiz?”
“Tamam Reşad. Başka şeylerden konuşalım
iyisi mi.”
“Konuşalım ağbi ama bence erken susturmaya
çalışıyorsun beni. Hâlbuki anlatacaklarımdan yararlanabilirsin bir bakıma.
Çünkü belli bir taktik dikkatle uygulanıyor ve buna göre de, bazı şeylerin,
üstelik daha önceden denenmiş ve başarılı olduğu kanıtlanmış yöntemlerin
sahneleneceği anın gelmesi sabırla bekleniyor.”
“Reşad bak itiraf edeyim sana. Doğrusu ben
Büyük Kürdistan hayaliyle kıvranan Kürt milliyetçilerinin böyle uzun vadeli
taktikleri dikkatle uygulayabileceğini hiç bilmezdim. Üstelik buna; senin o
sözünü ettiğin ‘denenmiş başarılı
yöntemlerin uygulamaya konulması anına kadar sabırla beklemeyi’ hiç
ekleyemezdim. Bizler, insanların yalnızca kısa vadeli planlar yapabildikleri
bir coğrafyadan geliyoruz Reşad, Eğer içimizden birileri bunun tersini
yapabilselerdi, şimdiye kadar dünyanın haritası çok daha başka biçimlenmiş
olurdu.”
“Cengiz ağbi bir dakika,” dedi Reşad, “Ben
sana bu taktikleri Kürt liderlerin geliştirdiklerini söylemedim ki zaten.”
“Öyle mi? Peki kimler bu senin o eşsiz
taktiklerinin arkasında yatanlar?
“Senin de söylediğin gibi, petrol nedeniyle
o topraklarda uzun zamandır gözü kimlerin varsa onlar Cengiz ağbi. Taktikler
onların. Yeni de değiller. Yüz senedir sabırla uygulanmaya çalışılan taktikler
bunlar.”
“Ama bak bir türlü hayata geçirilememişler
işte Reşad. Hep bir şeyler olmuş ve o taktikleri geliştirenler hep hüsrana
uğramış. Bir kere sağlam durduğu için Türkiye içinde herhangi bir başarıları
olmamış. Tabii eğer senin mensubu olduğun örgütün yarattığı terör ve şiddet
dalgasını saymazsak. Ama kabul etmeli ki, daha Güney kesimlerde ortalığı iyice
karıştırmayı başardılar. Bence bunlar fazla hayalci taktikler.”
“Söylediklerinin biri doğru Cengiz ağbi.
Türkiye sınırları içindeki başarıları sınırlı. Ama, şimdilik bu. Mezopotamya’ya
inince durum biraz farklı ama. Şu ana kadar yapılabilen tek şey ortalığın
karışması senin de dediğin gibi. Ama sonuç olarak elde edilen önemli bir kazanç
var o taktikleri geliştirenler açısından. Ortalık ne kadar karışık olursa,
onların isteklerine kavuşma ihtimalleri de o kadar artıyor. Kendileri açısından
en önemli eksik, aynı amaçları taşıyan birden çok devletin olması. Bu
aralarında sık sık çıkar çatışmaları olması sonucunu getiriyor. Hepsi de bir
gün bu çatışmaları önleyebileceklerini umuyorlar. Çünkü o zaman
durdurulamayacak kadar güçlü olacaklarına inanıyorlar. Ne var ki, biraz uzun
sürüyor bu iş. Bugünkü durum bu, ama yarın neler olacağını bilemiyoruz demiştim
sana az önce. Bunu kastediyordum işte.”
“Yani sen şimdi bana diyorsun ki Reşad;
eninde sonunda bir gün o bölgedeki petrol yataklarının kontrolünü tümüyle ele
geçirecekler bunlar, öyle mi?”
“Evet ağbi, öyle diyorum.”
“İyi de Reşad, Kürtler’in çıkarı ne olacak
bundan. Adamlar kontrolü ele geçirirse, tıpkı şimdi Arap ağırlıklı ülkelere
yaptıkları, ya da en azından yapmaya çalıştıklardı gibi, Kürtler’i de istediği
gibi oynatacak. Yani ne öyle Büyük Kürdistan çıkabilir ortaya, hatta ne de
kayda değer bir Kürt devletçiği. Bunu görmüyor mu sizin milliyetçi
liderleriniz?”
“Bunu görmemek mümkün mü ağbi? Ama bizim
niyetimiz biraz farklı. Bu karışıklığın arasından bir çıkış noktası bulmamız
gerektiği kesin. Ama bir taraftan da, Kürtler’le Araplar arasındaki farklılığa
güveniyoruz elbette ki.”
“Vaaaaay!” dedi Cengiz, “Şimdi de Araplar’a
yönelik ırkçılık mı giriyor devreye? Bak bu gerçekten de ilginç. Eeee Reşad,
nasıl bir çıkış noktası bulacaksınız peki?”
“Biz Araplar’dan daha sertiz, daha
savaşçıyız. Yüzyıllardır kendi ülkemizin sahibi olamamanın üstümüzde yarattığı
eziklik, giderek delice bir başkaldırma isteğine dönüşmüş halde. Yani,
başkalarına Araplar kadar kolay lokma olmayız. Uygun ortamı yakalarsak, çatır
çatır kendi devletimizi kurarız. Elbette ki; bunu önce başarabilmek, sonra da
devam ettirebilmek için tavizler vermek zorunda kalacağız. Yani, gözü petrolde
olanların suyuna gideceğiz. Ama unutma Cengiz ağbi, bu daha öncede örneklerini
gördüğümüz bir şey. Yani daha güçlü birilerinin hamiliğine sığınarak yeni bir
Devlet kurmak, bugünkü dünya düzeni içinde geçerliliği olabilecek tek yöntem.”
“Ama o zaman onlar tarafından sömürülmek
demek olur bu. Hele ki senin üzerinde konuştuğun toprakları bu derece cazip
hale getiren petrol rezervleri söz konusuysa.”
“İlk başlarda evet. Mutlaka öyle olacak.
Ama düşün şimdi Cengiz ağbi, artık bir kısmımız Türkiye’de, bir kısmımız
Irak’ta, ya da İran, Suriye, Sovyetler Birliği’nde değil, kendi ülkemizde,
Kürdistan’da yaşıyor olacağız. Hasret bu. Hedef bu. Üstelik kimbilir, belki de
ilerde bir yolunu daha bulur ve o sömürgecilerden de kurtuluruz.”
“Reşad be,” dedi Cengiz, “Bütün bu
dediklerinin olabilmesi ihtimali neredeyse sıfır biliyorsun değil mi? Bunların
olabilmesi için o topraklar üstünde fırtınalar kopmuş olması gerek. Savaşlar
olmuş, oluk oluk kan akmış olması gerek. Bunu o ima ettiğin ülkeler göze alamaz
ki. Hem de neden biliyor musun? Orada, o elde etmek için herşeyi göze
alabilecekleri petrol var. Ona zarar vermeyi göze alamazlar. Her yerde savaş
olabilir belki de, petrolün çıktığı yerde olmaz.”
“Cengiz ağbi bak bir daha söylüyorum. Bugün
için haklısın, Ama yarın neler olabileceğini bilemezsin ki. Ben inanıyorum ki,
bir gün, hem de çok uzakta olmayan bir gün, böyle bir imkân çıkacak Kürtler
için. O zaman da Kürt Devleti kaçınılamaz bir gerçek olarak çıkacak dünya
sahnesine.”
“Moralini fazla bozmak istemem ama Reşad,
hadi diyelim bu iş oldu. Koşullar ortaya çıktı ve Kürt Devleti kuruldu
Mezopotamya’da. Peki, Türkiye’nin Güney-Doğu bölgesinde, hatta durmadan göçettikleri
için İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, kısacası ülkenin her yerinde yaşayan
Kürt asıllılar ne olacak. Onları nasıl katacaksınız o devlete. Senin örgütünün
gücü, ancak karışıklık çıkarmaya, çoluk çocuk demeden öldürmeye yeter. İş
ciddiye binerse, bunların hepsini bitirir Türkiye. Yani bütünlüğünü gerçekten
tehdit altında hisseden bir Türkiye’nin önünde nasıl duracaksınız, merak
ediyorum. Türkiye’ye savaş mı açacaksınız yoksa? Bunu da denemeye kalkacak
kadar kafayı yemiş birileri mi var o Kürt liderlerin arasında yoksa?”
“Sana az önce sözünü ettiğim yöntemleri
unutuyorsun Cengiz ağbi. Bir değil bir kaç kere denenmiş hem de. Bir tek yerde
değil, dünyanın çeşitli yerlerinde denenmiş yöntemler bunlar. Hemen itiraz da
etme, bu yöntemler, bir zamanlar Türkler’e karşı da başarıyla uygulanmış. Yani
o zaman amacına ulaşmış. İmkânsız gibi görünen sonuçlar elde edilmesini
sağlamış yöntemler bunlar.”
“Vay be Reşad. Neler varmış da biz
bilmiyormuşuz meğerse. Meraklandım şimdi bak. Nelermiş bu yöntemler bakalım?”
“Aslında benim bu konularda sana bir şeyler
anlatmamın gereği yok Cengiz ağbi. Yapman gereken tek şey, Osmanlı’nın yıkılış
dönemindeki olanları şöyle bir incelemek. Özellikle de Balkanlar’da olanları.”
Cengiz hem Reşad’ın anlattıklarını dikkatle
dinliyor, hem de elinde olmadan fena halde kızıyordu. Aslında kızmaması
gerektiğinin farkındaydı tabii ama, olmuyordu işte. En azından Reşad’a kızmamalıydı. O sadece
anlatıyordu. Asıl kızması gerekenler, Türkiye’yi yönetenlerdi. Acaba onlar bu
gerçekleri göremeyecek kadar yeteneksiz miydiler? Çevrelerindekiler arasında da
mı kimse yoktu peki? Türkiye Cumhuriyeti gibi, yalnızca coğrafi konumu
nedeniyle bile olsa çok önemli bir Devlet’i yönetmek için kendini ortaya
atanların belli yetenekleri olması gerekmez miydi? Yoksa daha da mı kötü bir durum vardı. Yoksa
Reşad’ın sözünü ettiği o sömürgeci taktikleri geliştirenler, burada da devreye
mi giriyordu? O taktiklerin arasında Türkiye’yi hareketsizleştirmek,
duyarsızlaştırmak amacını güdenler de mi vardı? Bu kadar kötü müydü her şey?
Susmuşlardı ikisi de. Cengiz dönüp Ergin’e
baktı. Onlar konuşurken rakı şişesinin yarısı boşaltmıştı bile. Tatlı tatlı
gülümsüyordu. Hâlbuki bundan sonra sözü o alır ve birşeyler sorar diye umuyordu
Cengiz. Canı sıkkın bir halde tekrar Reşad’a döndü yüzünü. İçinden dalga dalga
yükselen kızgınlığı biraz soğutabilmek için saldırabileceği kişi oydu şu anda,
Kendini tutamıyordu.
“Ama sen artık bu hareketin içinde değilsin
Reşad,” dedi, “Sen şu anda bizimle birlikte oturuyorsun ve bunları bize
anlatıyorsun.”
“Evet Cengiz ağbi, artık bunun içinde
değilim.”
“Yani sen şimdi para için siyasi ve
milliyetçi ideallerini satmaya hazır biri mi oluyorsun o zaman Reşad?”
“Kürdistan’ın bağımsızlık savaşı, artık ben
olmadan devam edecek Cengiz ağbi... Evet, aynen böyle olacak...”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder